Mustafa Dağıstanlı*
İşsiz bırakılan gazetecileri ele alan ‘Persona Non Grata’ (İstenmeyen Adam) adlı belgesel, Türkiye’de gazeteciliğin düzeyini göstermesi bakımından ibret verici bir örnek. Kötü örneklerle (zaten iyi örnek yok) ilgili bütün yara izlerini taşıyor.
Basitçe şöyle açıklayabilirim: Siyasi baskı hep vardı, fakat evet, AKP döneminde bu baskı iyice ağırlaştı, iplerini kopardı (Ana akım medyadan bahsediyorum asıl olarak; ana akımın dışındaki gazetelerde, tv kanallarında ve internet sitelerinde de başka yamulmalara yol açtı bu baskı, ama şimdi konumuz o değil).
Bu baskı altında, gazeteciler, bildikleri gazeteciliği de unuttu, çünkü o istenmiyordu. Tek kurtuluş olabilirdi: bir direniş göstermek. Ama ana akım medya böyle bir direniş göstermedi. Tek tük direniş örnekleri oldu tabii, bireysel; ama kurum olarak böyle bir şey görmedik.
Fatih Altaylı’nın izinde
Yani, Polyanna gibi düşünsek bile, Fatih Altaylı’nın soruları, iktidar sahiplerinin istediğini söyleyeceği, istemediği bir şeyle asla yüzleşmeyeceği cinsten sorulardı. Çanaktı yani. ‘Persona Non Grata’nın soruları da öyle -soruları duymamış olsak da.
Kısacası, belgesel, konuştuğu kellelerin hiçbirini sorgulamamış, sözlerini sorgulamaksızın kabul etmiş ve bize öyle sunuyor.
Yine Fatih Altaylı mesela, nasıl iyi gazetecilik yaptığına beraber çalıştığı arkadaşlarının şahit olduğunu söylüyor. Ortaya iktidar sahipleriyle yaptığı yüzkarası (‘gazeteciliğin yüzkarası’ demeye bile dilim varmıyor) telefon görüşmeleri dökülmüşken, en azından o sözünü ettiği çalışma arkadaşlarının bazıları bana, kendisinin iddia ettiğinin tam tersi şeyler anlatmışken (5Ne 1Kim? kitabına bakabilir isteyen; 2014 başında, o telefon konuşmaları ortalığa saçılmadan önce çıkmıştı).
Derya Sazak komedisi
Sadece o mu? ‘Persona Non Grata’, Derya Sazak’ın laflarını da sorgusuz sualsiz kabul etmemizi istiyor. Tam bir komedi. Adam, yine bu belgeselde konuşan Hasan Cemal’i ve Can Dündar’ı işten atmış, ama herhangi bir eziklik, pişmanlık belirtisi göstermeksizin fütursuzca konuşabiliyor. Çünkü karşısındaki gazeteci, Derya Sazak’ın yanlış birşeyler yapmış olduğunu ima bile etmiyor. Aynı,‘gazeteciler’in iktidar sahiplerine kaşının üstünde gözün var diyememesi gibi.
Derya Sazak, bir gazete patronunun, AKP iktidarı öncesinde Türkiye’deki gazetecilerin çok büyük çoğunluğu için persona non grata olan Aydın Doğan’ın gösterdiği kadar bile samimiyet gösteremiyor. Aydın Doğan, belgeselde, ‘Ben de hatalar yaptım, sütten çıkmış ak kaşık değilim. Gazete olarak da büyük hatalar yaptık’ diyor. Ne güzel bir fırsat değil mi, bir gazeteci, bir belgeselci için; zaten sorması gereken, düşünmüş olması gereken şeyi karşısındaki konuşmacı söylüyor, yani bu sefer Aydın Doğan, gazeteciye çanak sunuyor, fakat heyhat, belgeselcimiz, ‘Sizi çok rahatsız etmeyecekse o hatalardan birkaç örnek verebilir misiniz acaba Aydın Bey?’ diyemiyor.
Aydın Doğan, Gezi isyanı sırasında CNN Türk ekranlarında penguenlerin arz-ı endam etmesini ‘şapşallıkla’ açıklıyor belgeselde. Gerçekten de meselenin öyle bir payı vardı. Fakat yine bu sözünü ettiğimiz belgeselin konuşmacılarından dönemin CNN Türk programcısı Ayşenur Arslan, Roboski katliamı haberini verdiği için genel yayın yönetmeninin (Ferhat Boratav) kulağına‘Bu haber verilmeyecekti’ diye basbas bağırdığını anlatıyor mesela.
Demek istediğim şu: Doğan Grubu’nun hatalarının tamamı şapşallıkla açıklanamaz, Aydın Doğan’ın da dediği gibi, ama belgeselcimizin/gazetecimizin böyle dertleri yok. O çok eleştirdiğimiz medya patronlarının gazetecilerden cesur olduğu topraklardayız.
Tuluhan Tekelioğlu, benim görebildiğim kadarıyla, sadece iki yerde çanak soru sormuyor!
Konusu işsiz bırakılan gazeteciler olan belgeselde Aydın Doğan’a vergi cezası meselesini soruyor. Doğan, ağız dolusu gülerek bu soruya cevap vermiyor ve bir ironiyle (burada uzun uzun anlattığım şeyi şahane bir şekilde, 12’den vurarak özetliyor, şunu diyor: ‘Tuluhan, şekerim, beni bu vergi içinde çok sıkıştırıyorsun…’ Sonuç olarak, konumuzla zaten ilgisi olmayan bu soruya da cevap vermiyor Aydın Doğan.
İkinci ‘sıkıştırma’ sorusunu da Derya Sazak’a soruyor: oturduğu villanın Aydın Doğan hediyesi olup olmadığı meselesi. ‘Değildi, kontratımın gereğiydi’ diyor Sazak; zaten o dönem medyada çok iyi paralar kazanıldığından dem vuruyor, zaten o zaman çok yüksek bir değeri olmadığını, zaten 700 bin dolar olduğunu söylüyor.
Derya Sazak’ın yüksek bulmadığı 700 bin dolarlık villa meselesi, iyi bir işsiz kalan gazeteciler belgeselinin ana eksenlerinden biri olurdu, olmalıydı. Belgesel bitince çıkan yazıda yüzlerce gazetecinin ‘hükümete verdiği rahatsızlıktan ötürü’ işsiz kaldığı söyleniyordu. Onların ne kadarının 700 bin doları az bulabileceğini göstermek ve az bulanlarla çok bulanların hayatlarını, yaşama şartlarını sergilemek siyasi baskının ‘alt’katmanlara kimler tarafından, nasıl, neden yansıtıldığını göstermek bakımından da ibret verici olurdu. Ama şimdi bu belgesel nasıl yapılmalıydı konusuna girmenin alemi yok galiba. Belgesel tekniğiyle, diliyle ilgili zaaflar da var bence, odak kaymış, ekseni yok, vs..
_________________________________________________________
*Yazının tamamına diken.com.tr'den ulaşmak için tıklayın.