İstanbul Barosu Başkanı Mehmet Durakoğlu, yargıda kadrolaşmanın tehlikesi konusunda uyarıda bulunarak, "Bertolt Brecht’in de dediği gibi, ‘Adalet, ekmek gibi, su gibi gerekli’. Mücadele şart" dedi. Durakoğlu, Anayasa Mahkemesi'nin kendi varlığını sorgulatan kararları olduğunu söyleyrek, "Türkiye bugün hukuk devleti olma niteliğini kaybetmiştir ve kaybetmesinin nedeni de 15 Temmuz’dan sonra başlayan süreçte OHAL, ona bağlı çıkarılan KHK’ler ve KHK’lerin Anayasal denetimini yapmaktan vazgeçen Anayasa Mahkemesi kararlarıdır" ifadelerini kullandı.
Cumhuriyet'ten Canan Coşkun'un sorularını yanıtlayan İstanbul Barosu Başkanı Mehmet Durakoğlu'nun yanıtları şöyle:
-Önce Ergenekon, Balyoz kumpasları, şimdilerde ise FETÖ soruşturmalarında alakasız insanların suçlanması, yargıya olan güveni azalttı. Böylesi kaotik bir dönemde İstanbul Barosu’nun başında olmak nasıl bir sorumluluk?
Çok ciddi bir sorumluluk. Ben Türkiye’nin Cumhuriyet tarihi boyunca en ciddi yargı krizini yaşadığını düşünüyorum. Bunu sadece bir tespit bağlamında söylemiyorum. Çünkü yurttaşlara da sorulduğunda Türkiye’de adalete olan güvenin yüzde 30’lara bile varamadığını görüyoruz. Buradaki miladın 2010 Referandumu olduğunu düşünüyorum. 2010 referandumu siyasal iktidar tarafından yargıdaki kadrolaşmanın sağlanması amacıyla gerçekleştirilmişti. Maalesef biz bunu o zamanlarda yeterince anlatmayı başaramadık. O referandum süresi boyunca İstanbul Barosu olarak çok büyük mücadele verdik, ‘hayır’ denmesini sağlamaya çalıştık ama olmadı. Geldiğimiz nokta önce Türk Silahlı Kuvvetlerinin itibarsızlaştırılmasına yönelik Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarına neden oldu; arkasından da yargıda ciddi bir kadrolaşmaya. 15 Temmuz’dan sonra mevcut hakim ve savcıların 3’te 1’i görevlerinden ihraç edildi, 4’te 1’i de hapse atıldı. Bu 2010 Referandumu’nun bizi getirdiği temel noktadır. 2010 referandumundan Türk halkı ‘evet’ demeseydi eğer Türkiye 15 Temmuz darbesini yaşamazdı.
-Hukukun bu denli hiçe sayıldığı bir dönemde İstanbul Barosu ve hukuk örgütlerinin ne yapması gerekiyor?
Mücadele etmesi gerekiyor. Herkes ayağa kalktı. Öteden beri bizim sorunumuz konumunda bulunan adalet konusu şimdi toplumsal bir konuma geldi. Bertolt Brecht ‘adalet ekmek gibi, su gibi gereklidir’ diyor. Adalet gerçekten de ekmek gibi, su gibi gerekli. Bizim toplumumuzda insanlar aş, iş, ekmek, su istiyor ama adalet istemiyorlar. Bu bakış açısını değiştirmemiz gerekiyor. Gelişen süreç bir ölçüde de olsa toplumun adalet duyarlılığını sağlayabilecek bir noktaya doğru toplumu çekiyor. Bu sürece biz de katkı vermeye çalışıyoruz. Sürecin içinde olmak bizim için son derece önemli. Yargı bağımsızlığı olgusuna karşı toplumun hassasiyetinin sağlanması gerekiyor. Sanılıyor ki yargı bağımsızlığı avukatın, hakimin, savcının bir görevi. Oysa böyle değil. Yargı bağımsızlığı insanca ve onurlu yaşamak demektir, hukuk güvenliği demektir. Alnı ak, başı dik olan insanın alnı ak başı dik dolaşabilmesidir yargı bağımsızlığı. Sabah saat 6’da kapı çalındığında gelenin sütçü olması demektir. Türkiye bugün hukuk devleti olma niteliğini kaybetmiştir ve kaybetmesinin nedeni de 15 Temmuz’dan sonra başlayan süreçte OHAL, ona bağlı çıkarılan KHK’ler ve KHK’lerin Anayasal denetimini yapmaktan vazgeçen Anayasa Mahkemesi kararlarıdır. Bunlara yeniden kavuşmadan Türkiye’nin bir hukuk devleti, bir demokratik devlet olması özelliğini yeniden kazanmasının mümkün olmadığını düşünüyorum. Biz de bu anlamda, bu uğurda mücadele vermeye çalışıyoruz.
-Adalet kavramının içi siyasi iktidar ve dolayısıyla mahkemeler eliyle boşaltılıyorken, İstanbul Barosu Başkanlığı görevinizin yanı sıra avukat olmak nasıl bir şey?
Yargı süjelerinin içerisinde OHAL’in, bu dönemin özelliklerinin en çok vurduğu meslek avukatlık mesleği. Çünkü biz KHK’lerle getirilen bazı sınırlamalar nedeniyle savunma görevimizi bir ölçüde yapabiliyoruz. Soruşturmalarda avukatların dosya numarasını elde etmelerine bile kısıtlama getirildi. Hiçbir avukatın yeni adli yıla umutlu girdiğini bilmiyorum. Yeni adli yıla ‘daha kötü olabilir mi’ kaygılarla giriyoruz. Adliyenin bütün odalarından adalet fışkırması gerekirken o odaların tümünün özenle kapatıldığı, kilitlendiği, ‘adalet çıkmasın’ diye uğraşıldığı bir tablonun içindeyiz. Ama bize hep mücadele düşüyor.
-Gündemde bir de tutuklulara tek tip elbise dayatılması var...
Büyük ölçüde kesinleşmiş cezası olmayan insanların, tutukluluğun tedbir olarak uygulandığı insanların lekelenmeme ilkesi var. Ben yargılanıyorum tutukluyum, tutukluluğun çok kolay yapıldığı bir dönemde üstelik bana bir elbise giydiriyorsun ve yargılamaya da bununla gideceksin diyorsun. Belki beraat edeceğim. Ne olacak lekelenmeme ilkesi? Kime ne anlatacağım o süreç içerisinde? İnsan hakları. onurlu yaşamak içindir. İnsan hakları ihlal edilerek yargılama yapılmaz.
-Adalet talebinden bahsetmişken İstanbul Adliyesi’nde avukatların doğrudan bu taleple başlattığı ‘Adalet Nöbeti’ var. Bu nöbeti nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cumhuriyet gazetesine yapılanların ortaya çıkardığı bir nöbet olarak gözüküyor özü itibarıyla. Ama içeriğine baktığınız zaman Türkiye’deki adalet ihtiyacının ve duyarlılığının gösterilmesi çabasının avukatlar tarafından somutlaştırılmış bir örneğidir bu.
-Adalet Nöbeti’ne Cumhuriyet iddianamesinin ortaya çıkmasının ardından kendiliğinden başlandı. İlk nöbete polis ve güvenlik görevlileri saldırdı, bir avukatın ayağı, birinin burnu kırıldı. Nöbete 10’uncu haftada katılmış olmanızın nedeni nedir?
Adalet Nöbeti’nin başlaması ile ilgili olan kararlar baro tarafından verilmedi. Bir kısım avukatlar tarafından verilen bir karardı. O gün ilginç bir gelişme vardı. İlk nöbetin tutulduğu gün Berkin Elvan davası vardı. Güvenlik güçleri ile Adalet Nöbeti başladığı andan itibaren ben burada ilinti içerisindeydim. Konuşmaya çalışıyordum. Onlar Berkin Elvan davası ile Adalet Nöbeti’ni bir ilişkisi olduğunu iddia ediyorlardı. Bunun doğru olmadığını anlatmaya çalıştım. “Böyle bir dertleri yok” avukatların. Yukarıda devam eden dava ile aşağıda devam eden nöbetin alakası yok’ dedim. Tamamen tesadüf olarak aynı gün bir araya gelmiş olan şeydi. Güvenlik güçleri bir taraftan Berkin Elvan davasında bazı şeylerin çıkabileceğini düşünerek bunu değerlendirirken, bu taraftan da bu eylemin giderek ona yöneleceğini düşünüyorlardı. Bu nedenle ortaya çıkan tablo da bizi endişeye sevk etti. Ben özellikle o gün ortaya çıkan olayın o şekilde sonuçlanmaması için çok çaba sarf ettim ama doğrusu başaramadım. Adalet Nöbeti bir baro eylemi değil. Avukatların kendi içerisinde geliştirdikleri bir eylem. Ama baronun da desteklediği bir eylem. Bu tablonun, mücadelenin içindeyiz biz. O gün adliyeden avukatların o biçimde müdahale edilmiş olmasının kabul edilebilir hiçbir yanı yok.
-Kadrolaşma yapılmamalı Siyasal iktidar yargıda kadrolaşmaktan vazgeçmeli. Kendi şeyhini mehdi zanneden tek cemaat FETÖ değildi. Kadrolaşma, FETÖ cemaatini çekip başka bir cemaati oraya sokarak yapılmaya çalışıyorlarsa bunun ağır sonuçları olacaktır.
-Liyakat ilkesi geri gelmeli Liyakat anlayışı geliştirilmelidir. Bürokrasideki örgütlerin belirgin ölçüde liyakate dayalı olarak yapılması gerekiyor.
-Durakoğlu, Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) KHK’lerle mağdur edilenler için başvuru adresi olarak OHAL İnceleme Komisyonu’nu (OHALİK) adres gösterdiği kararı nedeniyle varlık nedenini sorguladı ve şunları söyledi:
“OHAL nedeniyle mağdur olanlar için OHALİK kuruldu. Anayasa Mahkemesi o dosyaları 1.5 sene beklettikten sonra orayı adres gösterdi. En iyimser tahminle ilk kararın 5 yıl sonra verilebileceği gibi tahminler yapıldığı zaman Türkiye’de adalete erişim dediğimiz sürecin de aslında tıkalı olduğuna tanık olmaya başladık. Adalete erişim de evrensel hukukun genel kabule ulaştırdığı ilkelerden biri. Öyle anlaşılıyor ki özellikle AİHM’in OHALİK’i adres gösterdiği kararı, bu komisyonun hükümetin Venedik Komisyonu ile bir anlaşma içerisinde kurulduğunu gösteriyor. Bu nedenle de adalete erişim noktasında AİHM’in de Venedik Komisyonu’nun da yeterince adil davranmadığı gerçeğini bize anlatıyor. AYM’nin bu noktadaki konumunun son derece önemli olduğunu düşünüyorum. AYM son verdiği ve OHALİK’i adreslediği kararı ve KHK’lerin anayasal denetimlerini yapmayacağına ilişkin kararı Türkiye’de idarenin ciddi biçimde artık hukuk dışına çıkmasını engelleyebilecek bütün mekanizmaların ortadan kalkması anlamına geliyor. Bu andan itibaren ‘Neden AYM var’ sorusu son derece önemlidir. Ben buradan sormak istiyorum: 'Neden AYM var?' Bir devletin hukuk devleti olmasını sağlayabilecek anayasal güvencelerden yurttaşlar yoksun kalabiliyorsa ve buna AYM ses çıkarmıyorsa niye var?”