Hazal Özvarış
İstanbul Barosu, 2010 yılında yaklaşık 26 bini bulan kayıtlı avukatıyla New York Barosu’nun önüne geçti ve “dünyanın en büyük barosu” unvanını aldı. Kayıtlı avukat sayısının 30 bine vardığı 2012 yılında baronun134 yıllık tarihine rağmen başkanlık koltuğuna sadece erkekler oturdu. Tarihi ve büyüklüğünün yanı sıra tavırlarıyla da tartışılan bir barodan söz ediyoruz.
Avukat Filiz Kerestecioğlu İstanbul Barosu’nun erkek tarihinde kadın çatlağı yaratabilecek bir çıkışla 14 Ekim’de yapılacak seçimlerde adaylığını koydu. Çağdaş Avukatlar Grubu, Katılımcı Avukatlar Grubu ve Özgürlükçü Hukuk Platformu’nun birleşerek tek aday gösterdiği Kerestecioğlu ile konuştuk.
“Kadın avukat ‘itibar kazanmak’ için iki kat daha fazla uğraşmak durumunda kalıyor” diyen Kerestecioğlu’na göre “Yargıda kadınlara ilişkin konularda alınan tutumda hâlâ ciddi bir sakatlık var.”
“İster siyasi iktidar, ister yargı, eğer kadınların özgürleşmesine engel oluyorsa buna karşı çıkarım” diyen Filiz Kerestecioğlu, başörtülü avukat konusunda, kendisini aday gösteren grupta farklı fikirler olabileceğini not düşerek, “Bence başörtülü bir avukatın adliyede bulunmasının sakıncası yok” diyor.
Avukat Kerestecioğlu, Genç Siviller’in 2009’da The Marmara Oteli’ne astığı “Darbeci Baro Taksim’e hoş geldin” pankartını ağır bir itham olarak değerlendiriyor. Ancak baronun da hataları olduğunu belirterek ekliyor:
“Eğer baro, sadece belli davaları takip etmeseydi ve gerçekten hak ve özgürlükten yana bir hukuk kurumu olarak davranıyor olsaydı, böyle bir ithamın muhatabı olmazdı.”
“Baronun sadece Balyoz davasıyla değil; haksızlığın olduğu KCK gibi diğer davalarla da ilgilenmesi gerektiğinin” altını çizen Kerestecioğlu, başkanlığına aday olduğu İstanbul Barosu’nda zaman zaman “ırkçılığa ve militarizme varan ifadeler kullanıldığını” da teslim ediyor.
Filiz Kerestecioğlu’nun, T24’ün sorularına verdiği cevaplar şöyle:
- 2002’den itibaren İstanbul Baro Başkanlığı’na Önce İlke Grubu’nun gösterdiği adaylar kazanıyor. 2012’de adaylığınız için bir araya gelen Çağdaş Avukatlar Grubu ( ÇAG), Katılımcı Avukatlar Grubu ( KAG) ve Özgürlükçü Hukuk Platformu ( ÖHP) olarak bu geleneği kırabilir misiniz?
Öncelikle meslektaşlarımızı kendilerindeki değişim gücüne inandırabilirsek başarabiliriz bence… Baro yönetimine iki açıdan bakmak lazım. Baro, özellikle son dönemde ülke siyaseti açısından ele geçirilmesi, elde tutulması gerekilen siyasi bir mevzi olarak görülüyor. Dolayısıyla, baro ve avukat ilişkisi yerine bununla uğraşılıyor. Avukatların sorunları ile hiçbir şekilde ilgilenilmiyor. İlk olarak bu noktada değişikliğe gidilmesi gerekmekte. Avukatlar bütün sorunlarını rahatlıkla dile getirebilmeli, doğrudan katılım olmalı. Tıpkı vatandaşın adalete erişiminin hızlı, ücretsiz ve kolay olması gerektiği gibi, avukatın da aynı şekilde kendi sorunları ile ilgili meslek örgütünün yöneticilerine ulaşabilmesinin doğrudan ve hızlı olması gerekli. Avukatlara kurumsal destek sağlanmalı, meslek örgütünün gücünü hem avukatın kendisi, hem de sorun yaşadığı kişi, kurum, devlet hissetmeli.
İkinci nokta da Baro yönetiminin ülke siyasetindeki duruşu. Baroda tek taraflı ve muhafazakâr bir siyaset sürdürülüyor. Ülkede toplumsal travma yaratan savaşı sona erdirici, barışa hizmet eden bir bakış açısı yok; çok öfkeli bir dil konuşuluyor. İktidardaki siyasi parti bu öfkeli dili ne kadar kullanıyorsa baro yönetimi de bu dili bir o kadar kullanıyor. Bugün ihtiyaç duyduğumuz şey, daha fazla barış dilini kullanmak ve diyalog kurabilmek.
- Siyasete geçmeden önce soralım; İstanbul Baro Başkanı Ümit Kocasakal döneminde servisler icraata geçti, 400 liralık aidat ücreti 200 liraya indi, ayrıca tesis projesi gerçekleşti. Bunların şimdiye kadar yapılmayan hizmetler olduğunu düşündüğünüzde, bugünkü baro başkanlığı avukatlardan ve taleplerinden hakikaten bahsettiğiniz kadar kopuk mu?
Bazı noktaları belirtmek lazım; aidatların indirilmesi, son İstanbul Barosu Genel Kurul’da seçimlere katılan grupların anlaşmasıyla ile yani ortaklaşa alınmış bir karardır. Servis hizmeti de Çağdaş Avukatlar Grubu’ndan eski başkan adayımız Kemal Aytaç’ın projesiydi. Ümit Bey de bunu zaman zaman konuşmalarda “Hakkını vermek lazım” diyerek hatırlatıyor…
Bunları rekabet anlamında söylemiyorum, bu bir hukuka bakış farkıdır; ancak bu baroda avukatlar için kalıcı ne yapılmışsa hep Çağdaş Avukatlar Grubu’nun yönetimde olduğu dönemlerde yapıldı. Örneğin, adli yardım Kadın Hakları Merkezi kurulduktan sonra etkin hale geldi. Bu merkezi de biz kurduk, kuruluş projesini ben yazmıştım. Bu projeyi de eski adıyla CMUK Servisi ve Mor Çatı örgütlenmesinden örnek alarak yaptık. CMK Servisi ne zaman etkin haldeydi ve nitelikli eğitim veriyordu? Bizim dönemimizde... Ceza yargılamalarında da aynı şekilde nitelikli destek sunuluyordu insanlara. Adli yardıma, daha doğrusu Kadın Hakları Merkezi’ne de yoksul olan, şiddete uğrayan, kendisini avukatla temsil ettirecek gücü olmayan kadınlar başvuruyorlar ve bilgi ediniyor, avukat desteği alabiliyorlardı. Bunlar aynı zamanda genç avukatlara iş alanı da açan uygulamalardı. Yine bizim zamanımızda Çocuk Hakları Merkezi, İnsan Hakları Merkezi kuruldu. İnsan Hakları Merkezi’nin alt komisyonları arasında cezaevlerindeki hukuka aykırılıkları izleyen takip eden, faili meçhul cinayetlerle ilgili proje yürüten, işkence mağdurlarına hukuki destek veren başka alt komisyonlar da vardı. Ancak bu komisyonlar işlemez hale geldi. Bu merkezlerin başkanları ve yönetim kurulları, seçilen baro yönetimi tarafından atanmıyor, kendileri yönetmeliklerindeki usullere uygun olarak kendi üyeleri tarafından seçiliyordu. Sonra her şey atamayla yapılır hale geldi. Yani demokratik işleyiş açısından bakınca da tersine bir gidiş bu.
- Başkan seçilmeniz halinde yürürlüğe girmesini istediğiniz yeni projeler var mı?
Yaptıklarımızın üzerine çok daha fazla taş koyup, var olan yapıları güçlendirmeliyiz. Yenilik olarak da şu sorunun üstüne gidilmesi gerektiğini düşünüyorum; çok sayıda hukuk fakültesi var ve avukatların hukuk eğitimi niteliksiz. Sürekli eğitim ile stajdan başlayarak nitelikli eğitim verir ve ardından da güncelleme eğitimlerini ücretsiz olarak uygularsak bu sorunu çözebiliriz.
Bunun dışında, çocuklu avukatların barolarda aynı eğitimi alabilmeleri ve toplantılara katılabilmeleri için çocuk odalarının yapılması lazım. Adliyelerde kreş olması gerekiyor. Bir adliye yapılırken avukatlara, hâkimlere, yazı işlerine, vatandaşlara “Bir adliyede neler olmasını istiyorsunuz” diye sorulması gerekiyor.
- İstanbul Barosu’nun, ilk genel kurulundan bu yana geçen 134 yıllık tarihinde kadın başkan yok. Şimdiye kadar erkeklerin yönetiminde olan baro, sizin meslek hayatınıza nasıl yansıdı? Bunca yıl biriktirdiğiniz “erkeklikler” neler oldu?
Bir kere bir kadın avukat “itibar kazanmak” için iki kat daha fazla uğraşmak durumunda kalıyor. Bu bir ayrımcılık. “Avukat Bey” hitabına özellikle mesleğin ilk yıllarında çok muhatap oldum. Sadece avukatlara değil, kadın hâkimlere de “Hâkim Bey” diye hitap ediliyor. Toplumdaki kadına yönelik ayrımcılık ve erkek egemenliğinden barolar da, adliyeler de muaf değil. Genç kadın avukatlara “Kızım” diye hitap edenler bile olabiliyor, bir genel kurulda bunu yaşamıştık. Hiçbir erkek meslektaşına, çok genç de olsa bir genel kurulda konuşma yaparken “oğlum” diye hitap etmezler oysa.
Bunca kadının öldürülmesine rağmen kadınlarla ilgili davalar da “yeterince ciddi” bulunmuyor. “Kadına yönelik şiddet özel hayattır, aile içindedir” bakışına karşı yıllarca mücadele ettik. Bence bugün kadınlara ilişkin konularda alınan tutumda hâlâ ciddi bir sakatlık var. Bunun ana sebeplerinden biri de iktidar. Kadınların bedenlerine dair “doğur-doğurma, sezaryene karşıyım, kürtajı sevmem” gibi çok ciddi müdahaleler yapılıyor. Başbakan olan birisinin kadın bedenine bu kadar müdahalesi görülmüş şey değil.
- Adaylığınızı açıklarken baronun kadın cinayeti davalarına müdahil olacağını söylediniz. Baronun müdahil olması sizce, neleri değiştirebilir?
Çok şey değiştirebilir. Feminist kadınların müdahil olduğu ve topluca takip ettiği davalarda bunun etkisini görüyorsunuz. Aslında ben, baronun müdahil olmanın dışında da yapabileceği şeyler olduğunu düşünüyorum. “Yüksek siyaset”le uğraşmak yerine kadın cinayetlerini önleyici tedbirler için hukuk denetimi yapılabilir. Kadın Merkezi’ni kurduğumuzda örneğin, karakol “Kadının başında 24 saat nöbet mi bekleyeceğiz” dediğinde o zamanki 4320 sayılı Kanun’un timi gibi karakolları ziyaret ediyorduk. Bu denetimi barolar da yapabilir. Adliyelere gidersiniz, yargıyı rahatsız edersiniz. Orada tarafgir olarak bulunmazsınız, ayırt etmeden birçok davaya gözlemci olarak gitmeye gayret edersiniz. Tutanak tutarsınız, bunu da basına açıklarsınız.
- “Yargıyı rahatsız etmek”ten bahsettiniz. Sizin gözünüzde yargı rahatsız edilerek doğru yolu bulacak kadar sorunlu bir noktada mı?
Evet, ben gerçekten bağımsızlık ve tarafsızlık konusunda yargıda ciddi zedelenmeler olduğunu düşünüyorum. Ve bunu sadece bu dönemin siyasi iktidarına bağlamıyorum. Yargı geçmişten beri geleneksel, muhafazakâr bir tutum içerisinde. Yargıtay kararlarıyla ilgili bir inceleme yapmıştım. “Kadının ortalık bir yerde oynaması boşanma nedenidir”, “Şuna bakması boşanma nedenidir” gibi o kadar eşitsiz ve ayrımcı gerekçeler vardı ki. Bizim hiçbir zaman özgürlüklerden yana olagelmiş bir yargımız olmadı.
- Örneğin, baro N.Ç. davasında baro müdahil olsa mahkeme kararı farklı olabilir miydi?
Tabii... Yalnız bu sadece birebir o yargıcı etkilemek değil, aynı zamanda kamuoyunun da oluşturulması. Herhalde her ailede artık hukuka ve hukuksuzluğa değmiş birileri var. Hepimiz adalet mağduruyuz. Toptan tutuklu bir ülke olduğumuzu düşünüyorum. “Bir baro benim hakkım için davaları takip ediyor ve hukuksuzluklara karşı müdahil oluyor. Ve ‘şöyle usulsüzlükler var’ diye aktarıyor” denilebilmesi bütün toplum için kazanımdır. Bundan yargının etkilenmemesi mümkün mü?
Sadece “Ergenekon, Balyoz Davası’nda şu olmuştur” da demezsiniz. Örneğin, KCK davasında çoğu İstanbul Barosu mensubu 40 meslektaşımız tutuklandı. İzmir, Diyarbakır, Mersin Baro Başkanları ve Ankara’dan Barolar Birliği Başkanı geldi, davaya müdahale talebinde bulundu; ancak İstanbul Barosu Başkanı davaya gözlemci olarak katılma beyanında bulundu, müdahale talebinde bulunmadı. Gözaltına alındıklarında ise, saydığım bütün başkanların uzak şehirlerden gelip katılımına rağmen, İstanbul Barosu Yönetimi, meslektaşlarımız için Beyoğlu’ndan Beşiktaş’a inmediler.
- Siz, İstanbul Barosu’nun bu tavrını neye yordunuz?
Bu bir siyasi tercih, bence burada yapılan tarafgirlik. Siz nerde haksızlık varsa orada olmak için çaba göstermelisiniz. Baro Başkanı, meslektaşlarımızın yanında olmalıydı. Onların siyasi görüşlerine katılmasına veya katılmamasına bağlı olmadan, sırf tutuklananlar avukat olduğu için, “Soruşturma safhasında nasıl bir muamele görüyor?” sorusunu sormak ve cevabını yerinde tespit etmek için orada olmalıydı.
- Balyoz davasında sanık avukatlarının, delillerin tartışılması aşaması atlandığı için duruşmalara girmeyi reddetmesi üzerine mahkeme barodan yeni avukat talep etmiş, ancak ret cevabı almıştı. Muhafazakâr basın gelişmeleri “Baro davayı uzatıyor” diyerek eleştirdi. Siz bu süreci nasıl değerlendirdiniz?
Çok yakından takip edebildiğim bir süreç değil; ama şunu biliyorum, o davada hukuksuzluklar var. Deliller yeterince tartışılmadı, savunma özgürce görevini yapamadı... Özellikle, en son karar duruşmasında mahkemenin avukatlar olmadan karar vermesi hukuka aykırıydı. Sanığın avukatı yokken kararı veremezsiniz. Yargılananlar darbeci miydi, değil miydi işin esası ayrı bir konu, ama usul bazen esası da belirler bu nedenle usul hukukuna aykırı işlemler hükmü derinden yaraladı, kararı kamuoyunda kararı tartışılır hale getirdi. Bilmiyorum, belki de istenen budur, hiçbir zaman darbeleri ve darbecileri gerçek anlamda yargılamamız ve mahkum etmemiz istenmiyor olabilir.
- Genç Siviller; Türkiye’de hukukçuların “askeri darbeleri davet ettikleri”, “faili meçhullerin hesabını sormadıkları” ve “yıllardır JİTEM’e, MİT’e, Emniyet’e milyonlarca insanı dinletmeleri” gibi gerekçelerle 2009’da baronun yaptığı bir eylemde “Darbeci Baro Taksim’e hoş geldin” yazılı bir pankart asmıştı. Siz o gün, bu pankartı gördüğünüzde ne düşündünüz?
Ağır bir suçlama olduğunu düşündüm. Evet, gerçekten baronun içerisinde ciddi militarist, ırkçı söylemlere varan ifadeler kullanılıp, bu tür basın açıklamaları yapılabiliyor. Böyle bir benzerlik de bu nedenle kuruluyor zaten. Buna rağmen bu ithamı biraz ağır buldum, bu benim naifliğimden de olabilir. Çünkü “Bunu hak ettiler” diyen meslektaşlarımız da muhakkak vardır. Ama dediğim gibi, sadece belli davaları değil, başka davaları da takip ediyor olsalar, gerçekten haktan ve özgürlükten yana bir hukuk kurumu olarak davranıyor olsalar böyle bir ithamın muhatabı olmazlardı.
- Dediklerinizden “Ben başkan olduğumda ve hukuk ihlallerinin olduğu tüm davalara girdiğimizde Genç Siviller de böyle eylem yapmaz” cümlesi mi çıkıyor?
Evet, yapmazlar. Ama herkesi de memnun edemezsiniz, belki başkaları da başka bir eylem yapar!
- “Darbeci baro” nitelemesini ağır bulduğunuzu söylediniz, ancak Rasim Ozan Kütahyalı, İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal’ın bir televizyon programı çıkışında şunu söylediğini yazdı: "Açık söylüyorum; bana şu an sorsalar, şu anki AKP hükümeti mi, yoksa bir askerî darbeyi mi tercih edersiniz, ben darbe hükümetini tercih ederim.”
Bunun ne kadar doğru ve güvenilir bir kaynak olduğundan emin değilim. Ama dediyse çok kötü çünkü bu topluma yapılan en büyük kötülükleri askeri darbeler yaptı. Darbeler, normal seyrinde giden bir yargıyı da altüst eder. Sıkıyönetim mahkemeleri oldu, sonra DGM’ler oluşturuldu. Bugün de özel yetkili mahkemeler var. Bunların hepsi doğal hakim ilkesine aykırı kurulmuş ve bünyesinde askeri hakim barındıran mahkemelerdi. Ben 12 Eylül döneminde bunun acısını kalbimden yaşadım, gençtim ve bir arkadaşım idam edildi.
- Arkadaşınız kimdi?
Cezaevinde tanıştığım Necdet Adalı. 12 Eylül’ün ilk idamıydı. Başbakan geçtiğimiz Anayasa Referandumunda onu da anlatırken ağlamıştı! Başbakan bir yandan bunu yapıyor, diğer yandan düşünce ve ifade özgürlüğü tamamen yok sayılarak, özellikle yine gençlere zulmediliyor. Bugün sivil siyasetin gerçekten sivil ve özgürlüklerden yana olduğunu söyleyemeyiz, ama darbe başka bir şey. Darbe bütün hayatınızı, mücadelenizi bir anda kesintiye uğratan, demokrasiyi askıya alan ve tüm kurumlara müdahale eden, geri dönüşü imkânsız kılan bir şey.12 Eylül Anayasası’nı taşıyarak nasıl özgür bir toplum olabiliriz ki?
Ve biz hâlâ bu Anayasa’yı taşıyoruz. Ümit Bey’in anayasayla ilgili “Halk yeni anayasa istemiyor” gibi bir çıkışı olmuştu. Bu, bana inanılır gelmiyor. Siz öncü olarak yeni bir anayasanın nasıl hak ve özgürlüklerden yana, katılımcı olabileceğini anlatmalısınız, çünkü hukukçusunuz, baro başkanısınız!
- Sizin gündeminizde baro olarak yeni anayasa önerisi hazırlamak var mı?
Tabii ki. Bizim yapmamız gereken şeylerden biri bu. Toplumun görmezden gelinen, dezavantajlı grupları da dahil tüm kesimlerinin ortak iradesi ve temsiliyetini yansıtacak, toplumsal uzlaşmaya dayalı, cinsiyet ve cinsel kimlik ayrımcılığına karşı olan, katılımcı, her alanda hak, özgürlük ve barıştan yana olan, “ama”ları olmayan, ötekileştirmeyen, inançlara ve düşüncelere saygılı, gerçek anlamda laik, bütün inançlara ve düşüncelere aynı mesafede duran, doğanın haklarına saygılı, özgürlükler manzumesi niteliğinde bir anayasa için çalışmamız, ısrarlı olmamız ve toplumsal uzlaşma için girişimde bulunmamız lazım.
- Mithat Sancar ve Eylem Ümit’in “Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları” başlıklı TESEV araştırmasında hâkim ve savcıların “Benim ülkem söz konusu olduğunda hukuk mukuk dinlemem”e varan devletçi eğilimleri ortaya çıkmıştı.
İşte baro yönetimi de böyle, onlara göre korunması gereken bir devlet var. Hâlbuki bir hukuk kurumunda ya da idarede olması gereken, vatandaşa hizmet etmek ve onun bireysel haklarını öncelikli olarak ele almaktır. Ama siz sadece devleti koruduğunuz zaman, yargıç ve savcı olduğunuzda da tabii ki özgürlüklerden yana değil, kısıtlamalardan yana hareket edersiniz.
- Devletçi eğilimini sizin de vurguladığınız bir baroda, örneğin Balyoz davasındakilerin yanı sıra KCK davasındaki hukuksuzluklara da karşı çıkarak oluşturmaya çalıştığınız barış söyleminizin ne kadar şansı var?
“Şansımız yok” diye zaten yanlış olan bir şeyi söylemekten yana olamayız. Doğru siyaset yapmalıyız ki o taşlar yerlerine otursun. Bu dilin söylenmesi ve yayılması lazım. Ben “Öfke değil barış dilini savunan bir baro için adayım” dedim; başka bir şey söyleyemem. Yıllardır söylediğim de bu. Her türlü şiddete karşı durarak aktivistlik yaptım. 12 Eylül öncesinde de idam cezasına karşıydım. “Solcuyum, sağcılar idam edilsin” diye düşünmedim hiçbir zaman. İnsan hakları geleneğinden geliyorum. Emil Galip Sandalcı’nın da düşüncelerimizde çok etkisi vardır.
Özellikle kadınların ve gençlerin daha çok barıştan yana olduğunu ve bunu istediğini biliyorum. Bazıları ne kadar “Vatanımız sağ olsun, vatanımız sağ olsun” deseler de, aslında içlerinde başka bir acıyı yaşıyorlar. Ve istiyorlar ki, bu acı bir an önce bitsin. Dolayısıyla, bizim şansımız var.
- Adliyelerde en çok tartışma yaratan konulardan birisi de başörtüsü.
Ben her zaman kadınların özgürleşmesinden yana oldum. İster siyasi iktidar, ister yargı eğer kadınların özgürleşmesine engel oluyorsa buna karşı çıkarım.
- “Başörtülü avukatlar adliyeye peruk takmadan girmeli” fikrine katılıyor musunuz?
Grubumuzda farklı düşünenler de olabilir bu konuda, kimsenin adına konuşamam, ama bence başörtülü bir avukatın adliyede bulunmasının sakıncası yok. Yargıçlık makamında bulunan insanların kılık ve kıyafetlerinin, ki buna sakal ve bıyık da dahil edilebilir, etkilenme yaratmayacak, inancı veya düşüncesini yansıtmayacak bir biçimde olması gerektiğini düşünüyorum. Ama avukat, müvekkil tarafından tayin edilen ve onu temsil eden birisidir. Avukat olurken veya tayin ederken kimin kafasında ne var, bunun sınamasını yapmıyoruz. Bu sorunun da sonuçta kadınlara engel yarattığını düşünüyorum. Erkekler açısından böyle bir dert yok. Bir de, başörtülü kadınların bunun cevabını siyasi iktidara da sorması gerekiyor bence.
- Filiz Hanım, şu sorunun cevabı pek bilinmiyor; İstanbul Barosu’nun bütçesi ne kadar?
Yaklaşık 15 milyon lira olduğu söyleniyor. Biz programımızda da söylüyoruz; periyodik dönemlerle harcamaların üyelerine açıklandığı şeffaf bir bütçe oluşturulabilir. Bu neden olmasın? Her ay olmasa da bütçe, üç veya en azından altı ayda bir açıklanabilir. Baro bütçesinin cinsiyete duyarlı bir bütçe olması için de çalışma yapacağız
-15 milyon lira bir baro için çok yüksek bir miktar değil mi?
Tabii, oldukça yüksek. Bizim grubumuzun yönetimde olduğu zamanlarda baroların neredeyse hiç bütçesi yoktu. Sonradan tahsis edildi. Vekâletlere yapıştırılan pullardan pay verilmesi gibi yöntemlerle baroların ödeneği çoğaldı. Ödeneklerin dışında İstanbul Barosu özelinde 30 bine yakın avukatın verdiği aidatlar var.
- Peki, sizin tespit ettiğiniz harcamalar neler?
Kanlıca’da bir yer aldılar, işletmesi baroya ait değil. Avukatlar için sosyal tesis yapılması hoş, ama bundan önce genç avukatların, bağlı çalışan, işçi avukatların sorunları var. Ortak çalışma mekânları yapılabilirdi mesela. Bağlı çalışmak istemediğinde, kendine ait bir büro mekânı kurmak İstanbul’da o kadar zor ki...
- Tesisten geriye kalan bütçe ile ne yapılıyor?
Birkaç başkaca gider dışında biriktiğini düşünüyorum. Bunu yönetmek için sizin ciddi bir perspektifinizin olması lazım. Örneğin, genç arkadaşlar sigorta primlerini işe başlar başlamaz ödeyemiyorlar. Bu primler ödenebilir ve faizsiz olarak borçlanma sağlanabilir. Hamilelikte ve doğum sonrasında aynı şekilde maddi destek sağlanabilir. Sadece maddi destek de değil, dosyalarının takibi için bir meslektaş ağı kurulabilir. Baronun sosyal bir baro olması lazım. İşveren avukatla işçi avukat arasında Tip Sözleşme dediğimiz bir sözleşme yapılması ve asgari şartların sağlanması gerekiyor. İdeal olan, baronun da bunun takibini yapması. Bir de stajyer avukatların ücret sorunu var. Hâkim ve savcı stajyerleri staj yaparken ücret alıyorlar, ama avukat stajyerleri almıyor. Bununla ilgili yasal düzenlemenin değişmesi lazım. İlk altı ayının devlet tarafından karşılanması, sonraki altı ayın baro tarafından ya da yanında staj yapılan avukat tarafından karşılanması sağlanabilir.
Kütüphane sessiz sedasız kapatıldı. Halbuki çok ciddi, etkin kullanılabilir, insan hakları, kadın hakları, çocuk hakları gibi ulusal ve ulusalüstü hukuk alanında çıkan her yayının olduğu, dijital ortama da aktarılabilen bir kütüphanenin olması lazım.
Ayrıca hak veya adalet minibüsleri olarak adlandırabileceğimiz, her hafta bir mahalleye gidip örneğin tüketici hakları veya kadın hakları ile ilgili bir bülten dağıtan, vatandaşı başvuru yerleri konusunda bilgilendiren bir proje de benim hayalim. Örneğin şiddet gören bir kadın nereye başvuracağını bildiğinde bu sayede hayatı kurtulabilir.