İstanbul Üniversitesi'nden atılan akademisyenler: Anayasaya göre, KHK ile üniversite hocaları atamazsınız

İstanbul Üniversitesi'nden atılan akademisyenler: Anayasaya göre, KHK ile üniversite hocaları atamazsınız

29 Ekim gecesi çıkarılan 675 ve 676 sayılı OHAL kararnameleri ile 77 üniversitede görev yapan 1276 akademisyen üniversitelerden ihraç edildi. Çoğunluğunun sol ve muhalif görüşlü akademisyenlerden oluştuğu ifade edilen listelerde yer alan Cemil Ozansü, Levent Dölek ve Barkın Asal konuya ilişkin açıklamalarda bulundu. İ.Ü. Hukuk Fakültesi Arş. Gör. Barkın Asal, Anayasa’nın 130 maddesinin öğretim görevlilerinin KHK ile görevlerinden atılamayacaklarına dikkat çekti. Cemil Ozansü ise “Bizim üniversiteden atılmamıza vesile olanlar, unutmayalım, 12 Eylül'de üniversiteye girebilmiş olanlardır, o koşullarda asistanlığa kabul edilmiş olanlardır. Artık 12 Eylül'ün torunlarının inşa edileceği bir düzleme geçiyoruz” ifadelerini kullandı.

Cemil Ozansü, Levent Dölek ve Barkın Asal’ın Oda TV’den Okan İrtem’in sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

 

“Üniversiteden uzaklaştırılanlar asistan kıyımına karşı yapılan direnişin öncüleridir”

 

İzninizle önce kamu hizmetinden uzaklaştırılmanıza neden olan KHK’deki tasfiye listesi ile başlamak istiyorum. Listelerdeki isimlere baktığımızda, her kurum kendi listesini hazırlamış intibaı ediniyoruz. İstanbul Üniversitesi yönetiminin ve genel olarak üniversite yönetimlerinin sizleri tasfiye edilecekler listesine koymasının nedeni sizce nedir?

Levent Dölek: Doğrusunu söylemek gerekirse İstanbul Üniversitesi'nin son 10 yılına tanık olmuş biri KHK'deki listeye bakar bakmaz bizim neden hedef olduğumuzu anlayacaktır. Arkadaşlarımızdan gelen tepkilerden bunun anlaşıldığını da anlıyoruz. Bugün üniversiteden uzaklaştırılanlar, 2008-2009 yıllarında 50d vesilesiyle yapılmak istenen asistan kıyımına karşı yapılan direnişin öncüleridir. 50d mücadelesi, kısaca hatırlatmak gerekirse, iş güvencesini akademik özgürlüğün vazgeçilmez bir unsuru olarak ortaya koyan, güçlü kazanımları olan ve hiçbir arkadaşını işten attırmayan bir mücadeleydi. Grev de yaptık, çadır da kurduk, tüm gece üniversiteyi terk etmeme eylemi de yaptık, rektörlüğü kısmen işgal etmişliğimiz dahi var.

Altı kişi (Deniz, Cemil, Barkın, Erhan, Savaş ve Ben) o dönemde bilfiil asistan temsilciliği yapmış ve eylemlerde öncülük etmiş insanlarız.

Erhan, Eğitim-Sen'in eski yöneticilerinden, üniversitede Alemdaroğlu'ndan son Ak rektör dönemine kadar davalık olmadığı yönetici kalmamış bir arkadaşımız.

Hakan Ongan ise bizden büyük, profesör. İstanbul Üniversitesi’nin devrimci abilerindendir. İ.Ü.'de solun akil insanı sayılır. Dolayısıyla Mehmet Altan gibi birkaç isim dışarıda bırakılırsa, üniversiteden uzaklaştırılan isimler sol görüşleri ile bilinen akademisyenler.

 

“KHK ile cemaatçiler ve İslamcılara kadro açıldı”

 

Cemil Ozansü: Burada birkaç noktayı tartışmak bizler açısından önemli. Aslında şimdi yapılan türden bir tasfiye daha önce de yapılmaya çalışılmıştı. Levent’in hatırlattığı 50d meselesinin bu nedenle üzerinde duruyoruz. YÖK 2008 yılında doktorası biten her araştırma görevlisinin kendiliğinden üniversiteyle ilişiğinin kesilmesini öngören bir yönetmelik yayınlamıştı, hatırlarsınız. O zaman İstanbul Üniversitesinin çeşitli fakültelerinde çalışan biz araştırma görevlileri bir araya gelerek bir temsilciler kurulu oluşturduk ve YÖK'ün bu müdahalesine, üniversitenin tabandan yeniden dizayn edilmesine karşı bir mücadele başlattık. Mücadelemiz eski hale iade başarısını elde etti ve üniversitede kaldık. 50d mücadelesi bir yanıyla buydu. Başka bir yanıyla ise şuydu: 50d ile tasfiyelerin yapılamaması, cemaatçilere ve İslamcılara üniversitede YÖK’ün istediği sayıda ve ölçüde kadro açılamaması anlamına geliyordu. Şimdi KHK eliyle işte bu açılamamış kadrolar açılmaktadır.

 

KHK İle büyük bir kamu kaynağının da israf edildi

 

Barkın Asal: Ben de benzer bir kanaatteyim. Anlaşılan o ki, 50d ile istenilen tasfiyenin yapılamaması, üniversitelerde yürütülmek istenen İslami kadrolaşmaya ve özellikle Fethullahçılığa darbe vurdu. Sonuçta üniversitenin eski kadroları üniversiteden uzaklaştırıldığında, yerlerinin kimlerle doldurulacağı belliydi. Bu anlamda kısmi başarımızın, -çünkü sadece eski durumun iadesini sağlayabildik- İstanbul Üniversitesi yönetiminde yarattığı hıncın ve öfkenin kamu hizmetinden uzaklaştırılmamıza neden olduğu düşüncesindeyiz.

Ayrıca şunu da eklemek istiyorum. Üniversite yönetimi ile 50d kavgasının verildiği sırada bizim en çok üzerinde durduğumuz fikirlerden biri, bu tasfiyeler ile büyük bir kamu kaynağının da israf edildiğiydi. Yıllarca maaş vererek yetiştirdiğiniz insanlardan, kendilerinden en iyi istifade edilebileceğiniz bir dönemde vazgeçiyordunuz. Üstelik bu kişilerin büyük çoğunluğu en az bir yabancı dil biliyor ve alanında uzman kabul ediliyor. Bu yüzden yönetimlerle yapılan görüşmelerde (İstanbul Üniversitesi ve YÖK) rotasyon yapılmasını dahi öneriyorduk. Bunun ülke kaynaklarının heba edilmesini de engelleyeceği düşüncesindeydik. Hala da o düşüncedeyiz.

 

“Vatanın her köşesinde vazife yapar hizmet ederiz”

 

Levent Dölek: Bakın bizler liberal değiliz, küçük steril dünyalarımızda yaşamıyoruz. Bizler kamucuyuz ve bu emekçi halkın çocuklarıyız. 50d'ye karşı direnirken bizi dağıtmak, halkın karşısında küçük düşürmek için rotasyon yapacağız, dediler. Yani akademisyenleri Anadolu'ya göndermek istediler. “Hayhay” dedik. Vatanın her köşesinde vazife yapar hizmet ederiz. Ama iş güvencesi isteriz. Çünkü hepimiz işçi, emekçi, memur çocuklarıyız. Bizi bu halk, devlet okullarında okuttu. Ben devletin kreşine, ilkokuluna, lisesine, üniversitesine gittim. Biz kendimizi emekçi halkımıza karşı sorumlu hissediyoruz. İş güvencesini de maddi kaygılardan ziyade (ki bu da önemsiz değil, çalışmak ve insanca yaşayabilecek bir gelire sahip olmak, herkes gibi bizim de hakkımız) esas olarak birilerine gebe kalmamak, doğru bildiğimizi söyleyebilmek, her durum ve şartta halkımız için, kamu yararına faaliyet yürütebilmek için istedik. “İş güvencesi olmadan akademik özgürlük olmaz”, bizim ilkemiz, sloganımız budur. Bu nedenle bizleri üniversiteden attılar. Ama bilsinler, bugün bizi atsalar da bu tavrımızdan taviz vermeyeceğiz.

Çıkarılan KHK’den hakkınızda istihbarat toplandığı ve soruşturma yapıldığı; bu soruşturmanın sonuçlarının da hükümete ulaştırıldığı anlaşılıyor. Bununla ilgili iki soruyu peş peşe sormak istiyorum. Birincisi, böyle bir soruşturmanın varlığından haberdar mıydınız? Ve ikincisi, bu soruşturmanın üniversitenin hangi unsurlarınca ya da kurullarınca yapıldığını düşünüyorsunuz?

Cemil Ozansü: Tabii böyle bir olağanüstü hal KHK'sinin çeşitli kamu ajanları tarafından delillendirilmiş, teyit edilmiş, sağlam istihbarî bilgiye dayanarak hazırlanması icap eder. Ekte yer alan listede adları geçenler, diyor KHK metni. Ekteki listeye bakıyorsunuz, kurumların hepsi farklı bir formatta hazırlamış dosyayı, yani öylece yerelden gelenler alt alta eklenmiş. Şu halde Rektörlükler nezdinde faaliyet gösteren bir birimin teşkil edilmiş olması gerekir. Ancak bunlar benim faraziyelerim, zira bu bilgilerin nasıl ve hangi yöntemle hazırlandığına dair ve dahası neyle itham edildiğimize dair herhangi bir kesin bilgi yok. Bu usulün kendisi, başlı başına hukuk devletini esas tutan bir kamusal işleyiş düşüncesiyle çelişiyor, ithamda berraklık yok. Ortaçağ'ın feme yargılaması gibi, gizli ve ani, bir bakmışsınız ki ban'lanmışsınız, herkesin müşterek düşmanı ilan edilmişsiniz. Hukukta bir ortaçağlaşmadır, bu. Ayrıca şunu da belirtmeliyim, bu teşhisi yapmak üzere görevlendirilenler ne kadar güvenilir kimseler acaba? 2008 yılında İstanbul Üniversitesinde karşımıza çıkan kadrolaşma tehdidine karşı bizler mücadele ettik ve kurumumuzun geleneksel işleyişine sahip çıktık. 8 yıldır bu üniversitenin bir kadro olarak idarecileri değişmedi ve dahası 8 yıl evvel ne planlanmışsa, şimdi de aynı yönde ama bu sefer hükûmet kararnamesi marifetiyle aynı şey icra ediliyor.

Barkın Asal: Kamu görevinden çıkarılmamıza neden olan 675 sayılı KHK’nin birinci maddesinde “Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan ve ekli (1) sayılı listede yer alan kişiler kamu görevinden başka hiçbir işleme gerek kalmaksızın çıkarılmıştır.” denmektedir. Şimdi bu röportajı yapan bizler açısından durum oldukça traji-komiktir. Çünkü 29 Ekim akşamı söz konusu KHK’ler çıkarılana kadar hiçbirimiz hakkında ne idari, ne de adli bir soruşturma vardır. Halbuki KHK’nin giriş kısmında ise Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu’nun 3.10.2016 tarihinde bu hükmün kararlaştırıldığı ifade ediliyor. Biliyorsunuz anayasa temelde, bir ülkede siyasetin yapılacağı alanı belirler. Bu tanımlı siyasi alanın dışında kalanlar ise, anayasaya düşman akımlar olarak kabul edilir. Yani biraz hukuk felsefesi lisanı kullanacak olursak 26 gün önce “anayasa düşmanı” olduğumuz tespit edilmiş, ama buna dair hiçbir hukuki uygulama yapılmamış. Bu usulün ne kadar gizli, kapalı bir şekilde işletildiğini bize gösteriyor. Üniversite Rektörlüğü mü, YÖK mü, başka bir birim mi bu konu hakkında bir bilgi toparlamış, hiçbir malumatımız yok. Ancak karşısındakini “anayasa düşmanı” olarak ilan edebilmek, en azından kendisinin anayasanın dostu veya yanında olduğu iddiasını taşımak demektir. Olağanüstü Hal rejimlerinde bunun zaten mümkün olmadığını söyleyebilirim. Ama diğer bahsedilen birimlerin ise ne kadar anayasa dostu olduğu basın ve medya kuruluşlarından yansıyan bilgilere göre tartışmalıdır.

 

“Cemaat üniversitelerde hiçbir zaman ciddi bir sarsıntıya uğramadı”

 

Levent Dölek: Bir önceki KHK'de Kocaeli, Ankara ve diğer üniversitelerden solcu muhalif akademisyenler atılınca aramızda, 2008-2009'da üniversitede cemaatle birlikte operasyon yapan AKP'lilerin aynı kadroları bugünkü operasyonları da yürütüyor, diye konuşmuştuk. Bugün de bu yargımız geçerli. Ayrıca bizim hakkımızda özel bir bilgi toplamaya da gerek yok. Hep göz önündeydik. Öyle araştırılıp da bulunacak bir şeyimiz olmadı. Ama kimlerin bizlere karşı hangi saiklerle hareket ettiği sorusu önemli bir soru. Dediğim gibi, biz 2008-2009’da AKP ve cemaatin üniversitede yapmak istediği operasyona darbe vurduk. Şimdi bunun intikamını almak istiyorlar.

Bizleri soruşturanların kimler olduğunu soruyorsunuz. Şöyle yanıtlayayım. Atılmadan önce Gerçek dergisinde, bir önceki KHK'den sonra şunları yazdığımı hatırlıyorum:

“Cemaat üniversiteye operasyon yaparken hepiniz oradaydınız! Hala oradasınız!” Şu soruları sormuştum, izninizle okumak istiyorum:

“Şimdi bugün üniversite nasıl bu halde diye görmek isteyenler, 2008 sonunda İstanbul Üniversitesi'nde tüm fakülte asistanlarını kadroya geçiren rektörlük kararının nasıl YÖK'e şikâyet edildiğini ve durdurulduğunu araştırsınlar. Direnen asistanları koçbaşı olarak niteleyen YÖK baş vekili hakkındaki 70 sayfalık intihal dosyasının nasıl örtbas edildiğini araştırsınlar. Adım adım AKP'nin neden intihali bir suç olmaktan çıkarttığını sorgulasınlar. Sonra bu kişiler yükseköğretim sisteminde hangi pozisyonları tutmuşlar ona baksınlar. Koskoca üniversitelerin idari ve akademik kadrolarına, sanki o üniversitelerin içinden kimse yokmuş gibi, dışarıdan paraşütle yapılan atamaların nasıl ve kimler tarafından hangi kriterlere göre yapıldığını sorgulasınlar. 

Cemaat ve AKP ittifakının üniversitelerde hiçbir zaman ciddi bir sarsıntıya uğramadığını göreceklerdir.” Evet, göreceklerdir.   İşte şimdi hiçbir sarsıntıya uğramadan varlığını ve operasyonlarını sürdüren bu kadroların verdiği listelerle kamu görevinden çıkartıldık. Her şey gayet açık. Bunu sadece biz söylemiyoruz. Bazı AKP milletvekilleri de bas bas bağırdılar üniversitelerde cemaat operasyonu yapılmıyor örtbas ediliyor diye. Ama şunu da söyleyeyim öyle cadı avı mantığıyla şu dershaneye gitmiş, bu okuldan mezun olmuş, kurban kestirmiş de bilmem ne ile insanların tasfiye edilmesinde hiçbir meşruiyet ve haklılık görmüyorum. Çünkü bu operasyonları yapanların samimi olmadığını biliyorum. Öğretmeni, memuru atmak kolay. Neden milyarlık bütçelere sahip dev kurumlar olan belediyelere ve üniversitelerin üzerine gidilmiyor? Neden akçeli işlerde görev almış kimse üzerinde hiçbir soruşturma araştırma yok? Acaba bir tuğlayı çekince tüm yapının çökmesinden mi korkuyorlar? Bunları ortaya çıkarmak da artık gazetecilerin işi. Savcı da, hakim de, yargı da kalmadığına göre...  

 

“Bizi üniversiteden atanlar 12 Eylül'le üniversiteye girenlerdir”

 

Üniversitelerde gericiliğin yükseldiği dönemlerde tasfiyelerin olduğu biliniyor. 12 Eylül’de de 1402 sayılı kanun ile tasfiyeler olmuştu; Türkiye’nin en iyi öğretim görevlilerini üniversite düzeninin dışına çıkarmışlardı. Bu anlamda, üniversiteler için, içinde olduğumuz dönem ile 12 Eylül dönemi arasında bir benzerlik kurulabilir mi?

Cemil Ozansü: Bakın, bizim üniversiteden atılmamıza vesile olanlar, unutmayalım, 12 Eylül'de üniversiteye girebilmiş olanlardır, o koşullarda asistanlığa kabul edilmiş olanlardır. Artık 12 Eylül'ün torunlarının inşa edileceği bir düzleme geçiyoruz. Bu tasfiyelerin böyle bir anlamı vardır.

Okan İrtem: Peki, Levent iktisat kökenli bir akademisyen. Sizler ise hukuk eğitimlisiniz. Bu nedenle bu soruyu, Levent’in izniyle, daha çok ikinize yönelik olarak soruyorum. Burada tartıştığımız, rektörlük seçimlerini kaldıran, sizleri tasfiye eden KHK’ler türünden düzenlemelerin hukuki niteliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cemil Ozansü: Rektörlük seçimlerinin kaldırılması ve bizim kamu hizmetinden ihracımızın hukukî değerlendirmesini soruyorsanız ve cevabımın karşılık bulabilen objektif bir değeri olacaksa, şunu söyleyebilirim: Olağanüstü hal ve sıkıyönetim durumu yetkili mercilere anayasal hudutlar dahilinde ve mevcut anayasal düzenin korunması dairesinde bir çeşit yasal diktatörlük yetkisi tanır. Ama bu, bugün anlaşıldığı gibi, üstünü istediğiniz içerikle doldurabileceğiniz bir açık çek değildir. Halen yürürlükteki mevcut Anayasa, anayasal değerleri ve ilkeleri ihlal edebilecek bir yetkiyle yasal diktatörlüğü tanımlamamıştır. Anayasa ve onun işaret ettiği kanunların sınırlarını aşan tasarrufların anayasallık vasfı yoktur.

 

"Anayasaya göre, KHK’ler ile üniversite hocaları atamazsınız"

 

Barkın Asal: Sorunuzu yanıtlamaya KHK ile yapılan düzenlemeleri anımsatarak başlayayım. 676 sayılı KHK’nin 85. maddesi, Yükseköğretim Kurulu’na Üniversitelerarası Kurul’dan üye atanmasına benzer biçimde, Cumhurbaşkanının Rektör ataması yapabilmesini düzenlenmiş durumda. Böylelikle 1982 Anayasasının kuşa döndürdüğü, bir seçim olarak değerlendirilemeyecek Rektör seçimi artık tamamıyla bir atama halini alarak YÖK’ün ve Cumhurbaşkanının eline terk edilmiş gözüküyor. Bu meselenin bir kısmı.

Bizlerin memuriyetten ihracına sebep olan 675 sayılı KHK’deki maddeyi daha önce zikretmiştim.

Sırf bu da değil, 674 sayılı KHK’nin 49. maddesinde ÖYP’li (Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı) olanların, 2547 sayılı Kanunun 33a maddesine göre istihdam edilirken, artık 50d maddesine tabi olacakları hükme bağlanmıştır. Bunun anlamı söz konusu kişilerin 33a’ya doktora bitimlerinde geçirilmedikleri takdirde, üniversite ile ilişiklerinin kesileceğidir. Bunun da bir tasfiye türü olduğu su götürmez. Öyle ki birçok yerden şimdiden bu kişilerin bazılarının ilişiklerinin kesildiğine dair haberler alınmaktadır.

Şimdi söyleyeceğim şudur: Aslında tüm bunlar, şu anda yürürlükte olan Anayasa’ya tamamen aykırıdır. Örneğin bizim bir Olağanüstü Hal dönemi KHK’siyle memuriyetten atılabilmemiz mümkün değildir. Anayasanın bu konudaki 130. maddesinin 7. fıkrası çok açık: “Üniversite yönetim ve denetim organları ile öğretim elemanları; Yükseköğretim Kurulunun veya üniversitelerin yetkili organlarının dışında kalan makamlarca her ne suretle olursa olsun görevlerinden uzaklaştırılamazlar.” Demek ki, Anayasaya göre, KHK’ler ile üniversite hocaları görevlerinden atılamazlar.

Rektör seçimleriyle alakalı olarak da Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinin iki gün önce yaptıkları açıklama da oldukça yerinde: Yok edilenin üniversite özerkliği olduğunu ilan ediyorlar.

Öyleyse şunu söyleyebiliriz: Atılmamız nedeniyle İstanbul Üniversitesi ön kapısında yaptığımız basın açıklamasının ve Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinin birkaç gün önceki cübbeli eylemlerinin amacı, bu anlamda, hala Anayasanın savunulmasıdır.

Çıkarılan KHK’ler ile AKP mevcut kamu rejimini devre dışı bırakmış ve üniversiteleri siyasi iradenin bir organına dönüştürmüş görünüyor. AKP’nin mevcut kamu rejimine ve üniversitelere saldırmaktaki amacı nedir sizce? Nasıl bir düzen getirmek istemektedir?

Cemil Ozansü: Müsaade ederseniz sorunuzu kişisel bir öykü ile yanıtlayayım. 2013 yılında bir gün, fakülteden asistan arkadaşımla Beyazıt'a geliyorduk. Bir baktık ki, anakapı restorasyon nedeniyle kapatılmış ve muşamba ile örtülmüş. Arkadaşıma, "gör bak padişah tuğrasını yeniden açığa çıkarmak için yapıyorlar" dediğimi hatırlıyorum; her zamanki üslubuyla bana döndü ve "yok artık" dedi. Çünkü üç sene önce dahi bu yapılan için “yok artık” denebiliyordu. Zannedersem birkaç hafta sonra, Hürriyet Gazetesinde küçük bir habercik çıktı; tuğranın yeniden açılması gündemdeymiş, öğrencilerin bu yönde çok yoğun bir talebi varmış(!). Rektörlüğe bir dilekçe yazdım ve resmi binalarda ve bilhassa eğitim kurumlarında saltanatı çağrıştıracak alametlerin teşhirini yasaklayan 1927 tarihli bir devrim kanunun varlığını işaret ettim. Bu kanunun kendi, cumhuriyeti muhafaza kanunuydu, tarihsel ve güncel bir önemi haizdi, saltanat karşısında onun kuruluş eyleminin devrimci bir ifadesiydi. İstanbul Üniversitesi’nde bunu yapamazlardı. Dilekçemden kısa bir süre sonra Meclisteki bazı AKP ve MHP milletvekilleri, anılan devrim kanununu kaldırmak maksadıyla bir kanun teklifi verdiler; ancak bunu genel kurula getirmeye cesaret edemediler. Yani devrim kanunu hala yürürlükte, ama tıpkı mevcut Anayasa gibi. İroniye bakın, İstanbul Üniversitesinde bizler, Cumhuriyet'in 93. yıldönümünde çıkarılan bir kanun hükmünde kararnameyle "anayasal düzen düşmanı" ilan edildik, kamu görevinden ömür boyu tard edildik. Sorunuzun cevabı bu küçük hikayede saklıdır. Şimdi mücadelemiz, saltanat ile cumhuriyetin, istibdatla hürriyetin kavgasıdır ve bizler üniversiteye geri döneceğiz, buna inanıyorum.

Barkın Asal: Sizinle Mayıs ayında yine Odatv için yaptığımız röportajda François Mitterand’ın De Gaule’ün V. Cumhuriyet Anayasasını ve Yarı-Başkanlığı oturtmaya çalıştığı dönem için 1964’te kullandığı Coup d’état permenant (sürekli hükümet darbesi) şeklindeki kavramı kullanarak durumu açıklayabileceğimizi söylemiştik. O röportajın ana konularından biri de milletvekili dokunulmazlığıydı. Milletvekili dokunulmazlığı daha önce nasıl Silivri cezaevindeki CHP vekilleri için önemli olmuşsa, bugün de HDP vekilleri için önemlidir. Dokunulmazlığın Meclis’teki vekillerin tutuklanmasını önleyici bir düzenleme olduğu artık açıkça ortaya çıkmıştır.

Rektör seçimleri meselesi ise, KHK’ler düzeninde belki de ne demek istediğimi anlatabilecek en iyi örnek. Biliyorsunuz Rektör seçimleri ile ilgili düzenleme ilk olarak ağustos ayında parlamentoda “Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi, İki İl Merkezinin Değiştirilmesi ve Bazı Kanun ve KHK'lerde Değişiklik Yapan Kanun Tasarısı”nın görüşülmesi sırasında AKP milletvekillerince önerge olarak sunulmuştu. O sırada CHP, HDP ve MHP’li milletvekillerinin önergenin geri çekilmesi talebinin karşılık bulduğunu görüyoruz. 676 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 85. maddesinde ise neredeyse ilgili önergenin noktasına, virgülüne dahi dokunmadan; sadece Vakıf Üniversitelerinde de atama makamını Cumhurbaşkanı olarak değiştirilerek aynı metin yürürlüğe konulmuştur.

Bunu şöyle anlamakta artık bir beis var mıdır, bilemiyorum: Artık yasama organının önüne, ne getirilip ne götürülmeyeceği, tamamıyla Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanmış Bakanlar Kurulu’nun uhdesinde olan bir konudur. Olağanüstü Hal Kanun Hükmünde Kararnameleri, Cumhurbaşkanı ve hükümete, parlamento sanki yokmuş gibi davranabilmesine müsaade etmektedir. Yasamanın tabi olduğu hiçbir kurala tabi olmaksızın -bunu söylerken temelde kanun tasarı ve tekliflerin parlamentoda gördüğü muamele ve Genel Kurul’un konuları ele alma sırasını kastediyorum- yürütme her türlü düzenlemeyi yapabilmektedir. Ana Muhalefet Partisinin KHK konusunda Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvuru ve ardından Anayasa Mahkemesinin ret kararı bu durumu perçinlemiştir. Üzerinde hukuki hiçbir denetim yapılamayan hükümler böylelikle hemen yürürlüğe girmekte, parlamentodan geçmediği müddetçe de üzerinde bir denetim yapılamamaktadır. Ancak söz konusu KHK’lerin ne zaman parlamentoda görüşüleceğini de iktidar partisi belirlemektedir.

Bütün bunlar yürütmenin, yasamayı yutması olarak da değerlendirilebilir. AKP’nin tüm saldırılarının altında bu türden bir idare anlayışı ve güdüsü olduğunu söyleyebilirim.

 

"Bir istihbarat rejimi inşa ediliyor"

 

Levent Dölek: Ben arkadaşlarımın izniyle sorunuzu daha az hukuki ve daha iktisadi bir biçimde yanıtlayayım.

Esas esele şudur. Bizim atılmamız memleketin karşı karşıya kaldığı durumla kıyaslandığında bir teferruattır. Gerçekten buna inanarak söylüyorum. Ülkenin bu gidişi gidiş değildir. Bir istibdat rejimi inşa ediliyor. Kamudaki bu tasfiyeler bu inşa sürecinin bir parçasıdır.

Sonuçta bu, sınıf mücadelesi meselesidir. Sınıf mücadelesi de iki taraflıdır. Sadece biz işçiler, emekçiler bu mücadeleyi vermeyiz. Burjuvazi de verir. Bu olayda şunu görüyoruz. Başkanlık için fiili durumu hukuki hale getirelim, diyenler; tüm kamuda iş güvencesini KHK'lerle fiilen ortadan kaldırdıktan sonra, bu fiili durumu da hukuki hale getirmek isteyecekler. Bunu da açıkça söylüyorlar. 657'deki iş güvencesini kaldıracaklar. Gerekçeleri komik. İş güvencesi olunca insanlar tembellik yapıyormuş da, performans düşüyormuş da... Küçüklüğümden hatırlıyorum. Özal özelleştirme saldırısının propagandasını sakız çiğneyen, örgü ören memur tiplemesiyle yapardı. Açık ve net söyleyebiliriz. Kamuda AKP'nin torpillileri dışında yatan, tembellik yapan-yapabilen yoktur! Kamuda çalışan herkes bunu gayet iyi bilir. Yaşar. Halkımız da bilmelidir. 657'ye yapılan saldırı, şahıs olarak kamu çalışanlarının kazanılmış hakkına saldırıdan öte, kamunun tümden tasfiyesi anlamına gelir. Yani iş güvencesi olmayan memur, kamunun halkın çıkarını gözetemez, sadece amirinin dediklerine itaat eder, iktidarın kamu yararı aleyhindeki her icraatına aracılık yapmak zorunda kalır.

Bize devlet güvenliğini tehdit ediyor falan diyorlar ya, bunlar devlette kamu yararı adına ne varsa, onu toptan yok etmenin peşindeler. Devlet namına sadece polisi, hapishaneleri yani şiddet aygıtını bırakacaklar. Liberallerin de düşü bu değil miydi?

Köklü bir saldırının muhatabı olduk. Elbette ki mücadele ederek devam edeceğiz, kurulmak istenen istibdat rejimini yeneceğiz. Biz açık net duruşumuzu, fikirlerimizi ortaya koyuyoruz. Kimin halk düşmanı olduğunu, yok hükmündeki paçavralarıyla belirleyemezler. Amerika'dan aldıkları icazetle hükmedenler, tüm kışlaların önüne kamyon çekip, bir tek İncirlik'i açık bırakanlar, yeminli NATO'cular bize vatan millet edebiyatı yapmasınlar. Tüm basını zapturapt altına alıp, her türlü özgür düşünceyi bastırarak halkı bir yere kadar yönlendirip kandırabilirsiniz. Halkımız er geç nihai kararı kendi öz evlatları lehine verecektir.