Tiyatro ve sinema oyuncusu Bülent Emin Yarar, “Geçmiş” adlı filmin başrolündeki Yusuf karakteriyle izleyicinin karşısına çıktı. Yarar, "İktidar bir elden öteki ele geçtiğinde yeni dönemin insanları üste çıkıyor arkada kalanlar aşağıda sürünmeye başlıyor" dedi. Yarar, "Bugüne kadar İstanbul’a 1 değil 8 tane AKM yapılmış olsaydı, 1’i kapatıldığında diğerleri ayakta kalırdı" iddiasında bulundu.
Birgün gazetesi'nden Meltem Yılmaz'ın sorularını cevaplayan Yarar'ın verdiği yanıtlar şöyle:
Bu hafta vizyona giren “Geçmiş” adlı filmin başrol karakteri Yusuf’u oynuyorsunuz. 50’li yaşlarının başında, ünü ülke sınırlarını aşmış bir fotoğraf sanatçısının, geçmişten bir karenin peşine düşüş öyküsünü konu alıyor film, hayli suskun ve durağan bir yapıda. Hayatın baş döndürücü bir hızla aktığı günümüz koşullarında, böylesi bir filmde rol almak gözünüzü korkutmadı mı?
Metni ilk okuduğumda çok heyecanlandım çünkü filmin nerdeyse bütün karesinde Yusuf karakteri var. Ve dediğiniz gibi, bu kadar suskun, durağan bir film nasıl akar diye ben de düşünmeden edemedim. Günümüzde filmin kendisi risk iken, ayrıca böyle bir durumun olması tabii ki korkuttu beni. Ama öyle pes edip korkmaktan söz etmiyorum, heyecan, endişe... Sonrasında, sete başlayınca, her şey kendiliğinden aktı.
Yusuf karakteri, bir oyuncu için zor bir karakter midir?
Benim düşüncem şudur: İnsan, ne yazık ki, her şeyi içinde barındırır, her türlü pisliği de masumiyeti de, her türlü karakteri. O nedenle, zor ya da kolay, her karakteri de oynayabilirim.
Terentius’ın dediği gibi: “İnsanım, insana ait hiçbir şey bana yabancı değil”.
Evet, aynen öyle…
Filmdeki arayış, aynı zamanda kaybolan masumiyete yönelik bir arayış… Merak ediyorum, neden insanlar kaybettikleri masumiyeti bir başkasında ararken, onun masumiyetini bozduklarının farkına varmazlar?
Sanırım çoğumuz sadece masumiyeti değil, birçok duyguyu başkalarında ararız. Nedense kendimizle nerdeyse hiç ilgilenmeyiz, sanki her şeyi halletmişiz gibi böbürlene kibirlene yaşarız. Hiçbir zaman kendimizde aramadığımızı başkalarında aramanın bir müdahale olduğunun farkına varmayız, ne yazık ki zaman zaman bu kişiler en yakınımız olur; çocuğumuz, eşimiz… Masumiyet için de durum farklı değil sanırım. Kendimizle ilgilenmek zor geliyor başkalarıyla ilgilemek varken.
Truman Capote, yazdığı bir romanı bitirdiğinde, arka bahçesine küçük bir çocuğu gömer gibi hissettiğini söylemişti. Siz ne hissediyorsunuz bir karakteri tamamladığınızda?
Benzeri bir duygu. “Profesyonel”i sekiz yıldır, 500 küsur keredir oynuyoruz ama bıkmadım. Keza, Hamlet’te de dördüncü yılım. Neden bıkayım, seyirci talep ediyor ve aynı yerde, aynı oyunda, aynı duyguyu nasıl veririm diye uğraşıyorum. Ancak tabii, bir yandan da yapamadığım, yapmak istediğim bir dolu proje var, onlar kalıyor. Ama sorunuzun cevabı olarak, bir oyun ya da film bittiğinde elbette üzülüyorum, o nedenle bana, “bugüne kadar oynadığınız karakterlerden en çok hangisini sevdiniz?” diye sorulduğunda “hepsi” diyorum.
Gerçekten mi? Neticede sizin için kendini farklı kılan bir karakter olmadı mı şu ana dek?
Bir karakterin farklı olması yalnızca karaktere bağlı değil, çalışma koşullarına, atmosfere, ekibe de bağlı. Evet, siz sorunca… Beckett’in Godot’yu Beklerken adlı oyununda, hayatımda hiç zorlanmadığım kadar zorlandığımı hatırlıyorum. Beckett’in yazım tarzı benim uzağımda, bir de sanırım oyuncuya çok güvenmiyor.
Peki bu zorluğu aşmak için ne yaptınız?
Üstüne gittim, oyun ve yazar hakkında çıkan yazıları okudum ve en sevdiği aktörün Charlie Chaplin olduğunu öğrendim. “Ee, ben de öyleyim” dedim ve rahatladım. Sonrasında da, oyunculuktaki en büyük hikayenin ritim olduğunu anladım. Bedenim o ritmi bulduktan sonra keyif alma sürecine geçtim.
“Normal şartlarda” ihtiyacınız olan karakteri dışarı çıkarırken nasıl bir yol izliyorsunuz?
O karakteri içimden çıkarana kadar bir an yaşarım, sonrasında da senaryoda benim henüz yabancı olduğum, bana ait olmayan sözlerin bana ait olma sürecini çalışırım. İşte o süreç çok zevklidir. Devamını da sete bırakırım. Bu, tiyatroda da böyle, sinemada da böyle. Bu nedenle her ikisi de benim için aynıdır.
Profesyonel’i sekiz yıldır, kapalı gişe oynadığınızı ifade ettiniz. Bunu sağlayan nedir?
Her şeyden önce “samimiyet”. Samimiyet her şeyi kapsıyor. “Profesyonel”i izlemeye gelen kişiler, bir Sırp oyunu değil de, yerli bir oyun izliyormuşçasına oyunun içine giriyor ve böylece oyun, her yaştan insanı büyü gibi içine alıyor. Aynı etkiyi turnelerde de görüyoruz. Hayatında hiç tiyatro oyunu izlememiş bölgelerde bile reaksiyonlar değişmiyor. Buradaki en önemli başarı oyunun yazarınındır. Çünkü kendisiyle yüzleşmeyi çok iyi becerdiğini düşünüyorum. Sonrasında, bu yüzleşmenin içine, oyunun yönetmeni olan Işıl Kasapoğlu ve biz oyuncular da katılıyoruz.
Oyuncu gözüyle, tıpkı “Profesyonel”de olduğu gibi, tiyatro sahnesinde yereli evrensel kılan nedir?
Metin. Oyunda sistem eleştirisi var ama yazar o kadar organik anlatıyor ki herkes oyunda kendinden bir şey buluyor. Oyunda herkesin odaklandığı en önemli mesele, iktidarın el değiştirmesiyle birlikte sistemin içinde boğulan insanların hikayesi. İktidar bir elden öteki ele geçtiğinde yeni dönemin insanları üste çıkıyor arkada kalanlar aşağıda sürünmeye başlıyor. Bizim ülkemiz bu durumu çok iyi bilir. O nedenle bu oyun, yerelden çıkıp evrensel hale geliyor.
Bu oyun sizi insani olarak nasıl etkiledi?
Biz bir yandan oyunu oynarken, her seferinde kendimizi gözden geçiririz. Yani yüzleşme. Ben geriye dönüp baktığımda, bu oyunun içinde kendi babamı, annemi ve kızımı buluyorum. Her seferinde, her oynadığım oyunda, kendimle bir şekilde yüzleşiyorum.
Türkiye’de kültür sanat üretiminin, kurumlardan başlayarak ciddi bir erozyona uğratıldığı gerçeği ortada. Bunun akla gelen ilk somut örneği AKM. Peki bu erozyon, sanat alıcısına nasıl yansıyor?
Bakın ben kuruma, 89’da Diyarbakır’da başladım. Kurumumuzun aksayan, görmezden gelinen ve aşılmasının ancak yeniden yapılanma ile mümkün olan bir durumu o zaman bile vardı. O günden bugüne olumsuz pek çok şey oldu, pek çok hükümetin Kültür Bakanları müdahale etmeye çalıştı. Demek istediğim, bugüne kadar İstanbul’da 1 değil 8 tane AKM yapılmış olsaydı, 1’i kapatıldığında diğerleri ayakta kalırdı ama öyle olmadı çünkü bu kurumlar sorunlarını hep büyüterek devam ettirdi. Bize düşen, memur zihniyetinden çıkıp sanatsal alanında rekabete dayalı bir sistemi oluşturmaktı ama yapmadık ve artık ne yazık ki geç kaldık.
Yani diyorsunuz ki gelinen nokta bir sürecin sonucu…
Bu benim kişisel fikrim elbette, devlet tiyatrolarını da ödenekli tiyatroları da bağlamaz. Ama şunu çok önemsemek gerekiyor, hala 10 liraya, 6 liraya bilet var. Şimdi bunun kıymetini artıracak, somut şeyler neden yapmıyoruz? Bizim salonlara ihtiyacımız olduğu kadar o salonları dolduracak, içini besleyecek, herkese değecek oyunlar da çıkarmamız lazım. Artık olumsuzluklara gömülmeyi bırakıp, kendi içimizdeki memur zihniyetini bir kenara atmanın vakti geldi.
Sizi pek çok kişi Süper Baba’daki rolünüzle tanıyor. Ne var ki Süper Baba’dan bugüne Türkiye çok değişti. Öyle ki, diziler artık toplum mühendisliği için kullanılan en önemli aygıtlar. Siz ne düşünüyorsunuz?
Biz “Kalbim 4 mevsim” diye bir dizi çektiğimizde, Birol Güven’in yorumunu hatırlıyorum: “O kadar güzel ki, seyirci bulamaz” demişti. Zira bir aile dizisiydi. Süper Baba ise, yerli dizinin pek de bilinmediği bir dönemde çekilmişti, ekip çok iyiydi, gerçekten büyük bir çaba vardı. Diziye yeni geçişin temizliği vardı. Şimdi ise sözünü ettiğiniz tarzda diziler birer çöp olduğu gibi, insanların beynini de çöp haline getiriyor.