Türkiye'de yetişen en önemli cilt uzmanlarından Prof. Agop Kotoğyan, 79 yaşında hayatını kaybetti. "Kolsuz Agop" olarak da bilinen Prof. Kotoğyan, ilkokuldan mezun olduktan sonra gümüş atölyesinde çalışırken kolunu pres makinesine kaptırıp kaybetmişti.
Yozgat’ın Akdağ Madeni İlçesinin Terzili Köyünde 1911 yılında dünyaya gelen Agop’un babası Kirkor Kotoğyan 1915 yılında, yani Anadolu’daki o büyük kaos döneminde henüz dört yaşındayken babasını kaybeder. Köyünü basan çeteler köydeki tüm erkekleri öldürünce küçük Kirkor’u annesi, madendeki mağaralara saklayarak kurtarabilir. Sonra da bir yakınlarının yanına sığınırlar. Olaylar yatışıp saldırılar durunca yanmış, yıkılmış köylerine dönerler.
Kirkor Bey, 25 yaşındayken Yozgatlı Makruhi Hanım’la evlenir. Aile 1938’de İstanbul’a gelir ve Samatya’ya yerleşir. Bir yıl sonra da ilk çocukları Agop, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin Cerrahpaşa’daki hastanesinde dünyaya gelir. Küçük Agop’un dünyaya gözlerini açtığı, ilk görüntüleri, ilk sesleri duyduğu bu hastane ile ömür boyu sürecek kader birliği de böylece başlar. Babası Kirkor Bey, inşaatlarda kalfa olarak çalışır, annesi de Samatya yakınlarında bir fabrikada işçilik yapar.
Küçük Agop, daha ilkokuldayken işe başlar. Okuldan mezun olduğu yıl çalıştığı gümüş atölyesinde, çok sıcak bir yaz günü, gümüş kalıpları plaka haline getirmek için kullanılan presin silindiri iş önlüğünün kolunu kapar. Sonra da elinin tamamı omuzuna kadar presin altında un ufak olur. Hastaneye götürüldüğünde doktorlar, ‘Bu çocuk yaşamaz’ derler. Ameliyat olur, günlerce komada kalır ve bir gün gözlerini açıp hayata yeniden merhaba der. Kaderin cilvesi, hayata yeniden tutunduğu yer yine Cerrahpaşa Hastanesi’dir.
O yaz sonunda kendini tamamen toparlar ama çevresindekilerin ona acıyarak bakması kalbini çok kırar. Bu yüzden kayıt yaptırdığı halde okula gitmeyeceğini söyler babasına. Okula gitmez ama aldığı ders kitaplarını her gün muntazaman okuyarak kendince bir eğitim yapar. Okulsuz geçen bu yıl boyunca hep düşünür, o küçük ve artık tek kollu bedeniyle bir meslek sahibi olamayacağına karar verir. ‘Okumalıyım, her ne pahasına olursa olsun okumalıyım’ der ve dönem başlayınca Kumkapı Bezciyan Ortaokulunda eğitime geri döner.
Bütün okul hayatı boyunca, yazları ve hafta sonları çalışmaya devam eder. Tahtakale’de işportacılık yapar, konfeksiyon atölyelerinde ilik makinelerinde çalışır. Eve katkı olsun diye çalışırken çok sevdiği kız kardeşleri Hripsima ve Maryam’a da küçük hediyeler almayı ihmal etmez. Ortaokulda başarılı olur ama esas başarıyı lise yıllarında gösterir. Her yıl okul birincisi olarak takdirlerle döner evine. Genç Agop basketbolu çok sever ama tek kollu olduğu için oynayamaz. ‘Ben de sahada top koştururum’ diyerek lisede futbola başlar. ‘Oynayamazsın’ diyenlere aldırmaz ve o devrin ünlü takımı Samatya Gençler Kulübü’nün kadrosuna girmeyi başarır.
1957’de Tıp Fakültesi’ni kazanınca doğduğu, yeniden hayata döndüğü Cerrahpaşa Hastanesinde bulur kendini. Kapısından içeri girdiği ilk gün ‘Bir zamanlar bu hastane beni kurtardı, şimdi nöbet sırası bende’ diye düşünür. Bu dönemde lise öğrencilerine özel dersler vererek okul parasını kazanmaya devam eder. Ayrıca, Cerrahpaşa’nın futbol takımında oynamayı da ihmal etmez. 1963’te okul birincisi olarak doktorluk diplomasını alır.
Bir yıl Çapa’nın Deri ve Frengi Hastalıkları Kliniği’nde çalışır. 1964’te Cerrahpaşa’daki Dermatoloji Kürsüsünde asistan olarak göreve başlar ve 1967’de uzman olur. Başasistan olarak çalışırken üniversite tarafından Ekim 1969’da Almanya’ya gönderilir ve dört ayda Almancayı öğrenir. Hamburg Saar Üniversitesinde alanıyla ilgili çeşitli araştırmalar yaparak çalışır.
1952’de geçirdiği kazadan önce çoğu kişi gibi sağ elini kullanan Doktor Kotoğyan kolunu kaybedince sol eliyle iş görebilmek için çok çalışır. En büyük zorluğu da üniversitedeyken çeker. Tek eliyle tüplerden şırıngaya ilaç çekmeyi, bu ilacı hastaya enjekte etmeyi öğrenmek için geceleri hastanede nöbete kalır, evde portakallara su şırınga eder. Dikiş atmayı öğrenmek içinse, evde ne kadar sökük ve yırtık varsa diker. İki yıl içinde tüm bu işleri kimseden yardım almadan tek başına yapıyor hale gelir.
1972’de Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne geri döndükten bir yıl sonra doçentlik sınavını başarıyla verir. 1979’da ise, ‘Akne Vulgaris Vakalarında İmmunolojik Araştırmalar’ başlıklı teziyle profesör kadrosuna atanır. Almancadan sonra yine kendi çabasıyla, Fransızca ve İngilizce öğrenir. Dünyanın birçok ülkesinde dersler, konferanslar vererek ün kazanır. Uluslararası tıp dergilerinde 300’ü aşkın makalesi yayınlanır, cilt hastalıkları üzerine iki kitap yazar. 1975’te Suzan Hanım’la evlenir. Üniversiteden emekli olduğu 21 Kasım 2004 günü yaptığı konuşmada ‘İki kişiye teşekkür etmiyorum: Biri beni bu yolun başına kadar getiren anam, diğeri beni şu kürsüye kadar çıkaran eşim Suzan. Teşekkür etmiyorum değil, aslında edemiyorum. Çünkü onlara her şeyimi borçluyum’ diyerek minnet duygularını ifade eder.
Almanya, Fransa, Kanada, Amerika... gibi birçok ülkenin üniversitesinden teklif alır Dr. Agop : ‘Burada kal, kürsünün başına geç’ derler ona. O ise bunların hepsini elinin tersiyle geri çevirir. ‘Ermeni olduğun için dedeni, fukara olduğun için kolunu kaybettiğin o ülkede ne işin var’ derler, gülüp geçer bunlara ve şöyle düşünür: ‘Evet doğrudur, ülkemde çok acı çektim. Sefaletin dibinde yaşadım. Doğrudur, dedemi, çocukluğumu, kolumu kaybettim. Ama yolumu kaybetmedim. Bu ülkede yaşayan milyonlarca insandan hiçbir zaman farklı olmadığımı düşündüm. Bu topraklarda yaşayan tüm insanları kardeşim olarak benimsedim. Bir ülkeyi sevmek demek, bu topraklarda geçirdiğin güzel ve iyi günleri sevmek demek değildir. İyi günde ve kötü günde burada olmak, vatanın yanında kalmak demektir yurt sevgisi. Boş başak dik, dolu başak ise eğiktir, derler. Ben hep eğik gezdim şu dünyada. Kibirden nefret ettim. Boş başaklar gibi diklenmedim, caka satmadım, her şeyi biliyorum demedim. Burnumun dikine gitmedim, bilginin ve bilimin ipine sarıldım. İşimi şansa bırakmadım. Çünkü, çok çalıştım ve boşluk bırakmadım.’
Prof. Dr. Kotoğyan’ın emekli olduğu gün annesi Makruhi Hanım (87) rahatsız olduğu için törene katılamaz. Kız kardeşi ünlü matematik hocası Hripsime Kotoğyan, kürsüye çıkar ve annelerinin gönderdiği mektubu okur: ‘Ciğerim Agop. Baban da okuma yazma bilmez idi, ben de. Sen, okudun. Sen hep okudun ve çok çalıştın can parçam. Biz fukaraydık, senin yaptığın şu çok zor yolculukta yanına yetecek kadar azık koyamadık. Bak, burada da açıklıyorum, herkes duysun: Oğlum, sana yeterince yardım edemedik ve ben hep üzüldüm buna. Pek belli etmezdi ama baban da buna çok üzülmüştü. Ama, sen bizim yüzümüzü hiç kara çıkarmadım. Her zorluğun üstesinden geldin. Garip kuşun yuvasını yapan Allah, uçmak istediğini anlayınca sana kanat taktı. Ciğerim Agop, çok çalıştın, çok yoruldun. Sana biraz istirahat et diyeceğim ama biliyorum ki beni dinlemeyeceksin. Şimdi, biraz hastayım ama sen biliyorsun ki yanındayım. Bilesin ki anacığın seninle iftihar ediyor. Baban da şimdi yukarıdan sana bakıyor ve gülüyordur. Ciğerim benim, senin o kara gözlerinden öpüyorum.’
Doktor Agop Kotoğyan 32 yılını öğretim üyesi olarak geçirdiği, 41 yıl üç ay süren üniversitedeki görevinden 2004 yılının Kasım ayında emekli olur. Emekli olurkenki duygularını da şöyle dile getirir: “İnsanın hissettiklerini anlatabilmesi oldukça güç. Ayrılık günü gelip çattığında hiç tanımadığınız bir boşluk hissine kapılıyorsunuz. İlk olarak geçmişin yoğunluğu içerisinde hiç gerçekleşmemiş olan bir şey gerçekleşiyor: Annesinin kuzusu Agop, gümüşçüde çalışan Agop, futbolcu, asistan, Almanya’da görev yapan, doçentlik sınavındaki Agop, ilk dersini veren, profesör olan Agop kafa kafaya verip ‘Şimdi ne olacak’ diyorlar. Neden sonra aynı toplantıya emekli Agop gelip de ‘Hey geçmişin kimlikleri; utanmasanız Agop öldü diyeceksiniz. Şimdi, en büyüğünüz olarak ben, işte buradayım’ diyene kadar...”