İstiklal Marşı müsameresi

Yazar Ayhan Aktar, cuma akşamı Lütfi Kırdar Salonu'nda gösterilen 'İstiklal Marşımızın Tarihine Yolculuk' adlı gösteriyi sert şekilde eleştirdi. Aktar, yapılanın, müsamere ile ayin arasında bir gösteri olduğunu savundu. 1923'te yapılan istiklal marşı yarışmasına gönderilen 55 besteden arşivde notası bulunan 12 tanesinin gecede seslendirildiğini belirten Aktar, 'orkestra düzenlemesi' adı altında bestelerin tanınmaz hale getirildiğini ve orijinalinin yok edildiğini savundu. İşte Aktar'ın Taraf gazetesindeki yazısı:İstiklal Marşı müsameresi...  Bendeniz klasik Türk müziğini pek severim, özellikle de eski kayıtlara bayılırım. Naçizâne bir taşplak koleksiyonum da vardır. Taşplaklarım içinde en nadide parçalardan birisi Ali Rıfat Çağatay merhumun Acemaşîrân makamında ve Nim Sofyan usulünde bestesi olan İstiklal Marşı’dır (Orfeon Record, 13289). Hânende İbrahim Efendi tarafından plağa okunmuştur. Gelelim, plağın hikâyesine. 1921 yılında TBMM’de yapılan oylama ile Mehmet Akif’in şiiri milli marşımızın güftesi olarak belirlenir ve beste yarışması açılır. Yaklaşık iki yıl sonra, jüri 55 eser arasından Ali Rıfat Bey’in bestesini milli marş olarak seçer. Bu bestenin hem söylenmesi kolay, hem de prozodisi (söz-müzik uyumu) mükemmeldir. Ama Acemaşîrân makamında olduğu için, yeteri kadar ‘Batılı’ ve ‘çağdaş’ olmadığı söylenmektedir. Kolay çalınan, rahat söylenen ve plağı bile yapılmış milli marşımız varken arayışlar devam eder. Nihayet, 1930’da Riyaset-i Cumhur Musıki Heyetinde başkemancı Osman Zeki Üngör’ün bugün de kullanılan bestesi ‘milli marş’ olarak kabul edilir. Bestecinin Çankaya’da Atatürk’ün maiyetinde olması kadar, bugün kullanılan bestenin hayli ağır ve Batılı üslupta bestelenmiş olması tercih sebebi olmuştur. Ama bugün bir milli maça giderseniz, bir ‘İstiklal Marşı curcunası’ yaşarsınız. Kimse bandoya kulak vermez. Numaralı tribün ‘Korkmaaaa sönmez’ derken, açık tribün ‘...lardaaa’ diye devam eder. Derken bir ‘Obe’ patlar, sonra kapalı tribün ‘nimmilletimin’ diye kaptırır. Kısacası, Osman Zeki Bey’in bestesi halkın kulağına o kadar yabancı ve prozodisi o kadar bozuk bir marştır ki, insanın coşkusunu köreltir. Her maça gittiğimde, 12 Eylül hapishanelerinde mahkûmlara ceza olarak neden marş söyletildiğini anlarım. Cuma akşamı Lütfi Kırdar salonunda ‘İstiklal Marşımızın Tarihine Yolculuk’ isimli gösteriye gittim. Keşke gitmez olaydım, çünkü içim karardı. Tekfen Vakfı tarafından finanse edilen gösterinin konusu şu: 1923’deki yarışmaya yollanan 55 besteden 12 tanesinin arşivde notaları bulunmuş. Bu eserler o gece seslendirildi. Böyle bir gösteri öncesi ne düşünürsünüz? Notalar işi bilen bir müzisyene verilecek ve eserler bestelendiği dönemin müzik normları içinde yeniden yorumlanacak sanırsınız, değil mi? Nitekim, İstanbul Belediyesi’nin yaptığı Bestelenen Şiirleri ile Mehmet Akif isimli CD’de Ali Rıfat Çağatay’ın (Acemaşîrân), Ahmet Yektâ Madran’ın (Nihâvend), Muallim İsmail Hakkı’nın (Rast) ve Eyyubi Mustafa Sunar’ın (Rast) İstiklal Marşı besteleri bestelendiği gibi, alaturka olarak yorumlanmıştı. Cuma akşamı ise, önce karşımıza 54 kişilik Tekfen Filarmoni Orkestrası ile TRT İstanbul Gençlik Korosu çıktı. Ayrıca her beste bir ‘değerli’ bestecimizin eline verilmiş, ‘orkestra düzenlemesi’ adı altında besteler tanınmayacak hale gelmişti. Önceden dinlediğim ‘rast’ makamındaki eser, olmuş size bir İtalyan capriccio’su veya bir Schubert lied’i. Prozodi ise tam felaket, profesyonel tenor ve sopranoların bile ne dediği anlaşılmıyor. Ayrıca, her marş arasında iki tiyatrocu müsamere havasında milli mücadeleyi anlatıyorlar. Örneğin, İnönü savaşı sırasında Mustafa Kemal Paşa’nın İsmet Paşa’ya çektiği “düşmanı değil, milletin makûs talihini yendiniz” sözünün geçtiği telgraf okunuyor, salon alkıştan yıkılıyor. Her marş arasında besteciler tanıtılırken, bestelerin alaturka makam özellikleri (makamı ‘rast’ ve usulü ‘nim sofyan’ vb.) hiç belirtilmiyor. Niyet belli! Salondakiler, değişik İstiklal Marşı bestelerinin sanki o gece sunulduğu gibi –çoksesli koro, soprano ve tenor düşünülerek- bestelendiklerini zannetsinler. Müsamerenin sonunda, milli marşımız bugünkü biçimiyle çalındığında ise davetliler ‘Aman, verilmiş sadakamız varmış. Ya tenorların bile söylemekte zorlandıkları bestelerden birini her maçta söylemek zorunda kalsaydık!’ diye rahatlayacaklar. Yani önce eşeği kaybedeceğiz, sonra bulup sevineceğiz. Hesap bu! Müsamere ile âyin arasında kalan bu gösteri bittiğinde ne Tekfen’in harcadığı paralara; ne de düzgün bir iş yapılabilecek iken kaçan fırsata üzüldüm. Sadece, hepsi rahmetli olmuş bestecilere çok acıdım. Züccaciye dükkânına girmiş fil gibi davranılarak, bu insanların 1921’de yaptıkları besteler ‘kötü-ötesi’ düzenlemelerle çalınmıştı. Bir de işin CD’si hazırlanacak ve bu rezalet ölümsüzlük kazanacaktı. Eğer mirasçılarından izin alınarak bu iş yapıldı ise, yazıklar olsun bu izni veren torunlara... Ama eğer proje için yasal izin alınmadı ise, bu pervâsızlık cezasız kalmamalıdır. KALAN Müzik yöneticisi sevgili Hasan Saltık ile görüştüm: Telif hakkının bestecinin ölümünden 70 yıl sonrasına kadar mirasçılarında olduğunu söyledi. Bestecilerin ölüm tarihlerine baktığımızda ise, sadece İsmail Hakkı Aksoy, İsmail Zühtü Ateş ve Ali Rıfat Çağatay’ın ölümlerinin üzerinden 70 yıl geçmiş. Demek ki diğerleri dava açabilir! Fakat, bu iş sırf dava ile olmaz, holding parasına tamah edip ‘kötü-ötesi’ düzenlemeleri yapan ‘çağdaş’ arkadaşlara bir ders vermeliyiz. Bence, her birinin bir ‘çağdaş müzik’ bestesini seçip, alaturka sazlar için yeniden ‘düzenlemesi’ yapılmalı ve ‘Üsküdar Musıki Cemiyeti’ne de konser verdirmeli. Üsküdarlı müzisyenlerin provalarda baygınlık geçireceklerini biliyorum, ama değmez mi? Açılacak davaların ve projenin finansmanını düşünerek hemen sayısal loto oynadım, bu hafta 5 milyar çıkmadı. Ama haftaya yine oynayacağım, bu sefer Allah Kerim!