"İtaat kavramını kutsallaştıran Müslümanların pek çoğu cahiliye düzenine göre yönetilme sevdasındalar"

"İtaat kavramını kutsallaştıran Müslümanların pek çoğu cahiliye düzenine göre yönetilme sevdasındalar"

Eski AKP Bursa Milletvekili ve Karar yazarı Mehmet Ocaktan, "Mutlakiyetçi yönetimin meşruiyet kaynağı din olamaz" diyerek, "Tarihimize baktığımızda, İslam ve demokrasinin bir araya getirilmesine şiddetle karşı çıkan fıkıh ulemasının önemli bir bölümünün ‘despot’ yönetim düşüncesine arka çıktıklarını rahatlıkla görebiliriz" ifadesini kullandı. 

"Tarihimize baktığımızda, İslam ve demokrasinin bir araya getirilmesine şiddetle karşı çıkan fıkıh ulemasının önemli bir bölümünün ‘despot’ yönetim düşüncesine arka çıktıklarını rahatlıkla görebiliriz" diyen Ocaktan'ın Karar'da yayımlanan yazısı şöyle: 

İslam’ın ilk yıllarında ahlaki ilkeler ve erdemler üzerinden kurulan gönüllü birliktelik mantığı, giderek toplumun güç, iktidar ve otorite tarafından teslim alınarak farklı bir mecrada ilerlediği ve mutlakiyetçi yönetimlerin din üzerinden meşruiyet aradığı tarihimizin bir gerçeğidir. Ve en dramatik olanı da, halifelik kavramının tek kişiye hasredilerek siyasi misyon üzerinden kutsallaştırılmasıdır.

Esas itibariyle insanlar tek tek Allah’ın yeryüzündeki halifesiyken, bu güç tek halifeye indirgenince, doğal olarak Allah adına konuşma yetkisi de halifeye geçmiştir. Bunun sonucu olarak halifenin aklı, vahyin yerine geçerek “koşulsuz otorite” tesis edilmiş ve Müslümanlar “koşulsuz itaat” kavramına teslim olmuştur.

Maalesef aklını halifelere devreden toplum, onların yönetici olmaya yeterli olup olmadıklarına bakma ve onları sorgulama-denetleme hakkını da kaybetmiştir. Mesela, Ehli Sünnet alimlerinden İbn Hacer Askelani, İslam’ın ilk yıllarında çıkan siyasi çalkantıları Ehl-i Sünnet’in hakim bakış açısıyla yorumlamakta ve zalim de olsalar iktidardakilere itaat edilmesi gerektiğini söylemektedir. (Yrd. Doç. Dr. Mehmet Bilen, Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi)

Tarihsel süreç içinde Ehli Sünnet alimlerinin de katkısıyla ‘akıl’ ve toplumsal denetim devre dışı bırakıldığı için, İslam toplumlarındaki yönetim biçimi de saltanata evrilmiştir. Muhammed Abit el-Cabiri’nin bu konudaki yorumu şöyledir: “Sünni siyasi ideolojinin ‘sabit’ kalan yönü ‘saltanat ideolojisi’dir. Kelamcıların ve fıkıhçıların yaptıkları onca tartışma ve değerlendirmeler en nihayetinde gelip statükonun meşrulaştırılmasına varmıştır. Gücü baskın olana itaat etmek gerekir.”(Arap Aklının Oluşumu, s. 362)

Kabul etmek gerekiyor ki, kurulan saltanat rejimleri aklı ve iradeyi teslim aldıkları için, mevcut şartların Müslüman toplumlara dayatılması sonucunda yönetimlerin baskıcı ve diktatöryal rejimlere dönüşmesi kaçınılmaz olmuştur. Ne yazık ki gücü elinde bulunduran bu saltanat yapıları, Müslüman toplulukların akıllarını ve iradelerini ellerinden alarak onları ahlaki anlamda fukaralaştırmışlardır. Esas dramatik olan ise, bütün bunları Allah adına yapmalarıdır.

Açıkça ifade etmek gerekirse, Sünni İslam uleması ayet ve hadisleri yorumlayarak Ulu’l-Emr’e itaati esas alıp muhalefet etmeyi yasak olarak kabul etmişlerdir. Dolayısıyla hiçbir denetlemeye tabi olmayan devlet başkanları istediği kanunları çıkarıp uygulamaya koyabilmekte ve insanları itaate mecbur kılmakta sonsuz bir güce sahiptir. Hiç kimse halifenin verdiği kararların dışına çıkamaz, çünkü halifenin verdiği kararlar bütün Müslümanlar için Allah’ın hükmü niteliğindedir.

İslam toplumlarının bugün bile hala demokratik bir yapıya kavuşamamalarının temelinde, yasama, yürütme ve yargının tek elde, yani halifede toplanmasının önemli bir payı olduğuna dikkat çeken Ahmet el-Katip şöyle diyor: “Raşid halifelerden Osmanlı devletinin sonuna kadar yaşanmış olan tarihi tecrübedeki uygulamada görünüyor ki halifenin yetkilerinin sınırsız hale getirilmesinin arkasında iki saik yer almaktaydı: Kuvvetler birliği ve kararların tek elden verilmesi. Sünni siyasi düşünce ilk dönemdeki mutlak güç sahibi halifelerin deneyimlerinden ‘icma’ ilkesi için sağlam bir temel edinmişler ve bu temelden hareketle halifelere yasama-yürütme-yargı alanlarının tümünde sınırsız yetki vermeyi meşrulaştırmışlardır.” (Demokratik Hilafete Doğru, s. 236) İslam toplumlarının tarihsel tecrübesini dikkate alarak itiraf etmek gerekirse, maalesef Müslümanlar hukukun üstünlüğüne dayalı, adil ve yaşanabilir bir sistem inşa edememişlerdir. Hal böyleyken, günümüzde demokrasiyi dışlayan İslam siyaset düşüncesinin demokratik anlamda bir gelecek tasavvurunun olduğunu söylemek mümkün değildir.

Açık yüreklilikle oturup despotik yönetimlerle demokrasiyi yan yana koyup soralım; hangisi İslam’a daha yakın, ya da adaleti sağlayacak bir sistemdir? Tarihimize baktığımızda, İslam ve demokrasinin bir araya getirilmesine şiddetle karşı çıkan fıkıh ulemasının önemli bir bölümünün ‘despot’ yönetim düşüncesine arka çıktıklarını rahatlıkla görebiliriz. Şunu açıkça ifade etmek gerekir ki, ‘itaat’kavramını adeta kutsallaştıran Müslümanların pek çoğu aslında cahiliye düzenine göre yönetilme sevdasındadırlar.