İyi bir komşu, teoride mümkün olmayandır

İyi bir komşu, teoride mümkün olmayandır

Mahsum Çiçek

“İyi bir komşu”, her ne kadar “iyi” ve “komşu” basit bir şekilde bir araya gelebilecek iki kelime olarak düşünülse de pratikte birbirine yabancı olan iki kelimedir. “Komşu”, genel anlamda birbirine en yakın (mekansal) yabancılar için kullanılır ve bu yabancılık ancak aynı eve taşınarak ortadan kalkabilir. “İyi” ise öyle hemen tanımlayıp içinden çıkılacak bir kavram değildir ama genel olarak, bir başkası tarafından tavsiye edilen ve insanların kendi başına ulaşamayacakları hedefler için kullanılır. Bienal küratörleri her ne kadar bir araya gelerek birer iyi komşu olduklarını gösterseler de (ki bir araya gelmişseler artık komşu değillerdir) bunu herkes için doğru olduğunu söyleyemeyiz. İnsanlar, en iyi yaşam modelini yaşayamadığı için ancak “iyi” olanı kendine hedef olarak belirleyebilir. Malum, hayatlarımızı daha iyi ya da daha kötü olmasını belirleyen iktidar gibi bir belirlenim söz konusu ve sıkça tanığı olduğumuz, iktidar olanın aynı zamanda “en iyiyi” bildiğini savunması ve bu doğrultuda hareket etmesi; belirlenimi çoğu kişi için bir angaryaya ya da bir baskı aracına dönüştürür. Otorite telkinde bulunur ve onun etrafında şekillenenler de (ki bunlar genellikle komşularından başlar) bu telkinler doğrultusunda reaksiyon gösterir.

İstanbul Bienali küratörlerinin Elmgreen ve Dragset, “iyi bir komşu” başlığını duyduğumda aklıma ilk küratör ve otorite bağlantısı geldi. Bienal başlığı ve kavramsal çerçevesinin kamuya duyurulması ardında sanatçıların böyle bir telkine nasıl karşılık vereceği merak konusu ama sanki şimdiden “daha iyimser bir havanın yayıldığı” söylenebilir. Bienallerin, belirlemeler (kavramsal çerçeve, katılacak sanatçıların isimleri, sponsor olacak olanlar) üzerinden kurulumu, genellikle ortaya çıkan işlerin aşırı anlatımcı ve çokça sosyal mesaj barındırmasına yol açmaktadır. Sanatçılar için bir angaryaya dönüşen belirlenmeler sonucunda ortaya çıkan işler ise çoğu zaman sanat dışı olarak nitelenebilecek etkinliklere dönüşmekte.

Küratör sanatçı ilişkisine yerinde örneklerinden bir tanesi, Şener Özmen’in “Last Kuratör” (1) isimli işi. Özmen, sanatın bir çeşit temsiline dönüşen küratör ve onun etrafında şekillenen öğretiyi “isimlendirerek” aynı zamanda onun sonuna dair göndermede bulunur. Sinemadan alışkın olduğumuz ve “The Last” ile başlayan “The last Samurai”, “The Last Airbender”, “The Last Ninja”  v.b filmler genellikle bir öğretinin son temsilcisini ele almakta ve nihayetinde son temsilcinin ölümü ile de bu öğretinin sona ereceğini bize sunmaktadır. Özmen, bir sanatçı ile küratörün aralarındaki ilişkiyi fotoğraflayarak bu son hakkında bilgi verir. Fotoğraflarda, küratör, tam da Stefan Zweig’in “Acımak” kitabında tasvir ettiği; genç bir adamın yolda çaresizce yalvaran yaşlı bir cine acıması ve onu sırtına alması ile başlayan birliktelikleri gibi, küratör de sanatçının sırtında ve ona sıkı sıkıya sarılıyor. Sanatçı, küratörün ağırlığı altında bir tür metamorfoza uğruyor ve onun yansımasına dönüşüyor. Değişmez kurallarla belirlenen bu birliktelik ancak son küratörün ölümü ile son bulacaktır. Öğretilerin ya da katı kurallarla belirlenen disiplinlerin temsilcilerin yok olması ile çoğu zaman insanlar daha kişisel alanlara yönelmesine vesile olmaktadır.

 

Ben de komşularım üzerinden içinde yaşadığım yerin gerçekliklerini dile getirebilirim. Aslında dile getiremem, Diyarbakır’da yaşıyorum ve Diyarbakır’da yaşanan çoğu şey dile gelmiyor. Dile getirme her ne kadar bir çözümün parçası olsa da çoğu zaman farklı sorunların da kaynağı olmakta. Burada sorunları ve çözümleri bir kenara bırakıyorum ve farklı bir noktadan birey ve toplum arasındaki ilişkiye değinmek istiyorum.  Jean-François Lyotard “Monnerot gümbür gümbür “toplum diye bir şeyin olmadığını” haber veriyor; toplum birey gibi gözle görülür bir gerçeklik olmadığı ölçüde, bu doğrudur” diyor. (2)  Monnerot’un söylediklerinden hareketle, gerçek olanın, kurgusal olan içinde yer alıyormuş gibi gösterilmesi belirlenebilen toplumsal yapıları ortaya çıkarır. Belirlenebilir olanı politik olan ile eş tutarsak, iktidar ve muhalefeti de politikanın sürdürülebilir aygıtları olarak görmek gerekir. Ezilenlerin, çoktandır iktidarın bir parçası olması ve daha fazlası için mücadele etmeleri onu çoktandır iktidarın bir parçasına dönüştürmüştür. Belirlenemeyen olanı da apolitik olan ile eş tutarsak burada var olan mücadelelerin bütün insanlara hitap edememesi ya da herkese hitap edecek bir mücadelenin henüz çıkmamış olması, bazı insanları belirlenemeyen bir karşı duruşa yerleştirir. Bir ideal yokluğu içinde bu bireyler de yaşadığı çevreyi şekillendirmektedir.  Apolitik olanın politik olan karşında tehlikesi de buradan gelmektedir ve hiç hesapta yokken değişimin öznesi olmasıdır.

Kendi halinde yaşayan ve politik bir kimliği olmayan insanlar aynı zamanda değişimin özneleridir. Bu insanlar her ne kadar bir düzen algısına sahip olmalarsa da içinde yaşadıkları çevreyi şekillendirmektedir. Bu kişiler, birilerinin ailesi ve birilerinin komşusudur. Bu komşular muhtemelen iyi birer komşu olmayacaklar ve birilerinin istediği şekilde yaşamayacaklardır. Yaşadıkları hayat sonucunda çokça acı çekecek ya da sevinecektir ama bu başkasının sevinci ya da üzüntüsü olmayacaktır. Karşıtlar birliğinin ötesinde yer alan ve kimin ne dediğini umursamayan bu insanlar belki bir gün bir şeyleri koruma düşüncesine kapılacak ve onlar da pek çok kişi gibi mücadele etmek zorunda kalacaktır.

(1) Şener Özmen, Last kuratör (2003)

(2) jean francois lyotard, fenomenoloji, s. 101