Sanatçı Jehan Barbur, "devlet baba'nın çocuklarını sevmediğini" söyleyerek, "Gezi direnişi zamanında gördük ki istenmeyen çocuklarız. Elimizi kaldırsak, ayağımızı bir adım ileri atsak sürekli şaplak yiyoruz. Dayakla terbiye edilmeye çalışılıyoruz, sürekli terbiye edilmeye çalışıyoruz; saygısızmışız gibi" dedi. Cumhuriyet'en Ceren Çıplak'ın sorularını yanıtlayan Jehan Barbur, "Türkiye bir yuvaysa çocuk odasında ne saklı?" sorusuna Barbur, "Ensar Vakfı saklı göründüğü üzere" yanıtını verdi.
Aralarında Tansu Okan, Filinta Önal, Ali Nesin, Fazıl Say, Fırat Tanış ve Barbaros Şansal’ın babalarıyla olan ilişkilerini "Baba Öyküler” adıyla kitaplaştıran Jehan Barbur, "Bir evlat olarak otoritenin içine doğuyorsun ve ilk tanıdığın en büyük iktidarın annen ve baban oluyor. Otoriteyle tanışıyorsun" dedi.
Ceren Çıplak'ın Jehan Barbur'la yaptığı söyleşi şöyle:
Neden “baba öyküler” dinlemek istediniz?
Geçmişe çok önem veren, ondan beslenen ve geçmişe tutunan biriyim. Hepimiz bir şeyler yaşayarak bugüne geliyoruz... Röportaj yaptığım kişilerin de evrildikleri ve devrildikleri birtakım alanlar var ve ben bu alanda babanın önemli bir unsur olduğunu düşünüyorum. Nasıl bir evde büyüdüler, nasıl bir rol model gördüler, bugün durdukları yerde nasıl bir baba hissini büyütüyorlar? Kitapta babalarını anlatan isimlerin çoğu bugün aynı zamanda birer baba, dolayısıyla kendi evlatlarıyla nasıl bir ilişki kuruyorlar? Tüm bunlardı nedenlerim. Dinledikçe ve yazdıkça hangi ortak paydaları gördünüz? Dönem itibarıyla benzer sosyo-ekonomik durumlar; politik duruşlar ve manevi mesafeler. Aslına bakarsanız hâlâ da benzer mesafeler belki de. Ben kendi fikrimi belirtmiyorum kitapta, “bence böyledir” demiyorum, varılması gereken bir yargıyı da sunmuyorum içten içe... Bu kitapta özel ve özerk anılar var, o hisle kendinizi bağdaştırmak var. Başkalarının hayatını izlemek ve ona saygı duymak var. Ben babamı 23 yaşımdayken kaybettim. Babamla olan öykümü hep normalleştirmeye, gelişigüzel kılmaya çalışıyordum kafamda. İnsanlarla konuştukça anladım ki o kadar da gelişigüzel ve her rafa konulacak bir öykü değilmiş benimkisi de; bu sayede daha da çok sahip çıkmış oldum kendi öyküme. Kitapta Ali Nesin, elmayı çok seven babası Aziz Nesin’in yanına oturup birlikte elma yerken “Baba pazar günü elma yemek bir başka oluyor değil mi?” diye sorunca bu hikâyede “Baba beni sev” duygusunu hissettim. Barbaros Şansal’da ise “Babamı sevmek zorunda değilim, hatta babamı reddedebilirim”i görüyorum... Elma yedikleri günün anısı ne kadar ufak ama ne kadar özel değil mi? Ece Temelkuran’ın da konunun sadece sevilmek değil de, yanlış sevilmek olduğunu anlatması beni çok etkiledi. Biz kavramlara sıkıştırılıyoruz, Barbaros Şansal ise o kavramlara tek hamlede kesif bir perde çekiyor. Onu dinlerken bir anda rahatlıyorsun. Barbaros, “Babamı sevmek, ailemi kabul etmek, onların içinde bir hayat yaşamak zorunda değilim” diyor. Bu da bir seçenek. Genel geçer bağlılığı dikte eden o en iyi bildiğimiz kalıptan farklı olarak... Mine Söğüt’ü dinlerken, erken yitirdiği bir babaya duyduğu müthiş hasreti hissediyorsun iliğine kadar. Onu yoran bir hasret, her baba kız gördüğünde ağlıyor mesela, tutamıyor kendini. Bu da başka bir yara.
Sizin babanızla ilişkiniz nasıldı? Biraz karışıktı aslında. Boşanmıştı annem babam. Babamla aramızda 57 yaş vardı, dolayısıyla biraz büyükbaba gibi görünürdü en başlarda bana. Önce “ben babamdan utanıyorum”, sonra “babam beni seviyor mu” ve sonlara doğru da “babam beni acayip seviyormuş” soru ve çıkarımlarıyla geçti ilk gençliğim. *Utanma yaştan dolayı mı? Evet. İlkokulda bazen babam beni okula bırakıyordu. Çocuklar alay ediyorlardı “Kim bu deden mi” diye. O çocuk aklınla utanıyorsun. Başkalarının babaları geliyor filinta gibi çok şık. Babam 60 küsur yaşında, göbekli, beyaz saçlı... Şu anda yaşasa ben babama âşık olurdum eminim. Bence çok karizmatik bir adammış. Toplumsal genellemeyle ve çocuk aklımla yaşamışım bu uzak hisleri.
Barbaros Şansal, kitapta “Karanlıkta ve susarak sevişen bir toplum üretir olduk” diyor. Biz susarak sevişen bir toplum muyuz? Ya da sevişen bir toplum muyuz? Bedenimiz susuyor mu? Sorsan, belki de evli çiftler sevişmiyorlardır bile. Biz cinsellik konuşmuyoruz, dokunmayı konuşmuyoruz. Eşekle sevişen, kadınların ırzına geçen, kadını katleden bir erk toplum içerisinde yaşıyoruz. Artık hepimizin tacize tecavüze uğramış bir tanıdığı var! Neden bu kadar sapkınlık, açlık, hırsızlık var. Bastırılmış bir cinselliğin de sebebi değil mi? Ayıp, günah olarak bakılıyor. Cinsel suskunluğumuz ve her anlamda bastırılmışlığımız var. Cinsellik üremenin yanı sıra bir ifade biçimidir. Yeme-içme kadar doğal olan bir şeyden dahi artık bahsedemiyoruz. * Hangi pozisyondayız? Mesela paparazzi programlarında denk geliyoruz, şu şununla evlendi, bir ay sonra boşandı diye. Başımızda muktedir bir hükümet var. O hükümetin de bize baskı uygulayan “doğrusu budur” dediği bir düşünce, inanç ve yönetim yapısı var. Dolayısıyla bu devlet çatısı altında sanat icra eden birtakım isimler de sırf legal olarak sevişebilmek için evleniyor gibi görünüp bir ay sonra boşanıyorlar. Çünkü evlenmeden cinsel hayat yaşamak ayıp, bir günah gibi gösteriliyor. Bir ay evli kalıp herkes boşanıyor. Bu önemli bir örnek. Bu isimler aile kurmak için evlenen insanlar değilmiş gibi geliyor bana. Kadınıyla, erkeğiyle “biz iyi bir çekirdek aileyiz” modeli yaratabilmek, “Bakın biz evli olmadan sevişmiyoruz” diyebilmek için evlenip bir ay sonra boşanıyorlar. Ben böyle okuyorum bu haberleri. Ya da tamamen uyduruyorum. Peki sokak? Sokakta ya satın alınan ya da zorla alınan bir cinsellik kavramı yok mu? Kadın olarak gerekirse çok seksi bir kıyafet giyip sokakta yürüme hakkına sahipken bu kışkırtma ve suç olarak görülüyor. Kadının da kendini teşhir etme hakkı var. Göbeğini açarsın, topuklu giyersin. Kime ne? Nasıl bir adam hoş ve güzel giyinip kendini teşhir edebiliyorsa bir kadın da kendini teşhir edebilir. Böyle giyindin, o zaman sen bunu hak ediyorsun diye bir şey olabilir mi? Nasıl ailelerden çıkıyor böyle düşünebilen çocuklar?
Nasıl bir “devlet baba”mız var? ‘Devlet baba’ bizi seviyor mu? Yanlış babalar tarafından yanlış mı seviliyoruz? Hiç sevilmiyoruz ki... Çocuklarını hiç sevmeyen bir babanın çocuklarıyız. Gezi direnişi zamanında gördük ki istenmeyen çocuklarız. Elimizi kaldırsak, ayağımızı bir adım ileri atsak sürekli şaplak yiyoruz. Dayakla terbiye edilmeye çalışılıyoruz, sürekli terbiye edilmeye çalışıyoruz; saygısızmışız gibi... Bireysel yaşam ve ifade hakkımız için ayaklanmışız. İçgüdümüzle beşeri bir hayata yüzümüzü çevirmişiz ama ne yaparsak yapalım sevilmeyen çocuklarız. Sevilmeyen, beğenilmeyen ve mümkünse derhal kürtajla alınmak istenen rahimdeki son nefesini veren ceninler halindeyiz. Bu kitap aslında aile iktidarını da gösteriyor değil mi? İçine doğduğumuz bir iktidardan bahsediyoruz doğru. Aile, ilk iktidarın... Senin içine doğduğun ve seçemediğin ilk iktidar. Anne-baba da çocuklarını seçemiyor. Tek seçebildiğin şey eşin, çocuğunu yapacağın kişi yani kurduğun hükümeti seçiyorsun aslında. Bir evlat olarak otoritenin içine doğuyorsun ve ilk tanıdığın en büyük iktidarın annen ve baban oluyor. Otoriteyle tanışıyorsun. Aile kavramını kaşıdığınızda ne görüyorsunuz? Mesela anneliği ayrı tutarak onu olduğu kişi için sevmek, bir birey olarak saygı duyup sevmek önemli. Ya da annenin sevmediğin taraflarını da anlamaya çalışmak gerekiyor. Sırf annen olduğu için her şeyini kabul etmek, eleştirememek... Kendi içinde eleştirebilmek, gerekiyorsa da kopmak gerekiyor ebeveyninden. Sanıyorum çoğumuz kendi aile ilişkilerimizden dolayı bir yanımızla hastalıklıyız. Bağımlılıklarımız, güvensizliklerimiz, sorumluluk alamayışımız ciddi anlamda anne ve babayla olan hastalıklı ilişkilerimizden de kaynaklanıyor. Sırf kendileri için doğurmuş ebeveynler var. Kendine doğurmak, kendine büyütmek ve kendine sevmek yani bu bencilliğin, egoizmin içinde çırpınıp duruyoruz. O yüzden aileyi ben ürkütücü ama aynı zamanda önemli bir yanıyla güven duyduğum bir yer olarak da görüyorum. Bu güven ve ürkütücü alan arasında çok ince bir çizgi var. Türkiye bir aile mi? Aile olmalı mıyız? Bir arada yaşamayı öğrenmeliyiz bence. Ailede sınıfsal bir ayrımcılık oluşuyor; anne, baba ve çocuk. Teyze, enişte, dayı... Neyse... Türkiye bir aile değil. Olmamalı da. Bir arada yaşayabilen farklı kültürden, dinden, dilden insanların bir arada yaşadığı toplumlar birliği olabilse keşke. Aile kavgalarımız hiç bitmiyor.
Türkiye bir yuvaysa çocuk odasında ne saklı?
Ensar Vakfı saklı göründüğü üzere... Salonunda? Türkiye’nin salonu taziyeye gelmiş bir insanlar güruhu... Çatı katında? Ölümlere sebep olan insanların öldürdükleri cesetlerle dolu. Öldürülmüş insanlarla dolu. Peki, bu evden korkuyor musunuz? Bir yönetmen arkadaşım “Artık ölülerin arasında yaşıyoruz” diye yazmıştı. Her evden çıktığımızda bir korku var... Öldürülmüş ölülerin arasında yaşıyoruz. Evi tanımlarken böyle hissediyorum. Sevemiyorum o evi. Devam edelim. Bodrumda ne saklı? Kendime küçük bir ardiye ayırırım. Orada kendi gezegenimi, kendi küçük dünyamı kuruyorum ki her ürktüğümde her daraldığımda o bodrum katına girebileyim. O bodrumu kendi küçük gezegenimde yaşamaya, kendimi ifade etmeye devam edebileyim diye kendime ayırıyorum, çünkü o evde yaşıyorum, kaçamıyorum da. Bodrumda kendi dünyamı saklıyorum. Yatak odasında? Yatak odalarında artık yataklar ayrı. Seviyorlar mı gerçekten birbirlerini? Kitapta “yanlış sevmek” deniyor ya acaba yanlış sevişmek de bir travma yaratır mı? Önce birey olunmalı. Niye evlilik manyağı bütün kadınlar, nedir bu baskı, bir eve hanım olma arzusu. Daha bir birey olmadan... Cinsel kimliğini özgürce yaşayınca “kötü kadın” oluyor, o yüzden bir an evvel bir evin içine kapatılmak isteniyor. Kimse kimseye birey olmayı öğretmiyor.