AKP kurucularından Yeni Şafak yazarı Ayşe Böhürler, Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan'ın TRT Diyanet'te yayınlanan "Neden" programında da hükümetin Ortadoğu politikasını eleştirerek Cumhurbaşkanı Yiğit Bulut'a da gönderme yaptığı "Yeter ya; jölelilerle yalakalık yapa yapa batırdılar memleketi" sözlerine iktidar kanadından gelen ağır eleştirilere tepki gösterdi. "Yusuf Kaplan muhafazakâr kesimin entelektüelleri arasında başta gelir" diyen Böhürler, "Eleştirileriniz olabilir, beğenmeyebiliriz, itirazlarınız olabilir, onlar da yanlış yapmış olabilir. Fikir ayırımı yaşamak ille de yol ayrımı oluşturmak için çukur kazmayı gerektirmez" dedi. Yiğit Bulut'un da "meczup" nitelemesi yaptığı Kaplan'a yönelik eleştiriler için "Bu eleştiri dili bizim dilimiz değil" diyen Böhürler, "Yapmayın beyler, gençler, hanımlar. Geldiğiniz fikrin geleceğini baltalıyor, köküne zarar veriyorsunuz. Tecrübeyi itibarsızlaştırıyorsunuz" ifadesini kullandı.
Türkiye'nin Suriye politikasını eleştiren ve 2013 yılında "Suriye'de üçüncü yol mümkün" başlıklı bir bidiriye imza atan bir başka yazar Cihan Aktaş'ın TVnet'teki programa katılımının engellenmesini de eleştiren Böhürler, "Bugün yeni nesil muhafazakarlar onun benzeri bir ismi çıkartabilir mi hiç bilmiyorum" dedi.
Yeni Şafak yazarı İsmail Kılıçarslan da bugünkü köşe yazısında bu konuya değinerek, Yusuf Kaplan ve Cihan Aktaş'a destek çıktı. Twitter'da 'Aktrol' olarak bilinen kullanıcılar tarafından Kaplan'a "Paralel, memleket düşmanı, Reis karşıtı" gibi suçlamalar yöneltildiğini hatırlatan Kılıçarslan, "Azıcık ahlakınız, nezaketiniz, adalet duygunuz, edebiniz, vicdani kriteriniz varsa birine olan kızgınlığınızın linçe dönüşmesine izin vermez, veremezsiniz" eleştirisi yöneltti. "Cihan Aktaş'ın başına gelenlerse bence daha da kötü, daha da berbat" diyen Kılıçarslan, "İsteği dışında imzacısı olduğu bir bildiri üzerinden ve eşi İranlı diye Aktaş'ı 'Esedçi, şebbiha' falan ilan etmenin akla mantığa sığacak yanı yok. Doğrudur. Belki Suriye meselesinde Cihan Aktaş bizden farklı düşünmektedir. Belki başka bir yolun mümkün olduğunu söylemektedir" görüşünü dile getirdi.
Böhürler'in Yeni Şafak'ta "İtidal" başlığıyla yayımlanan (27 Şubat 2016) yazısı şöyle:
Taşları Yemek Yasak... Yeni nesil bilir mi emin değilim ama bizim kuşakta İslami hareketin içinden gelip de İsmet Özel'in bu kitabını okumayan yoktur. O zamanlar, İslamcı kızlar evlenirken damat namzetlerini “Celladıma Gülümserken” şiirinden sınava çekerlerdi. “Bu şiiri dahi bilmeyen adamın İslami ve toplumsal duyarlılığı yoktur, ondan da iyi koca olmaz” kanaatine sahip olanlar da vardı. Tanığım… Müslümanca düşünmeye başlangıç olarak “Üç Mesele” adeta İslam'a giriş kitabı olarak okunur, okutulurdu. “Evi Nepal'de kalmış/ Slovakyalı salyangozdur ruhum” benzetmesinin kast ettiği şeyleri de tartışmışlığımız vardır.
Bu dönemi ve bizim “ruh” halimizi, Cihan Aktaş'ın hikayelerinin yanı sıra “Bacıdan Bayana” isimli kitabı çok iyi anlatır. “Şair. Arkanı dönme… Neyin varsa sen de fırlat…” diyen bir şairi ezberleyerek büyüyen bizim kuşak, şimdikinden çok farklı koşullarda büyüdü. Düşünce dünyamızı şekillendiren unsurlar da çok farklıydı. Bu nedenle şimdiki kuşakla aramızdaki anlama ve anlatma sorunlarını (her görüş mensubu için) çok normal karşılıyorum. Değişimin hızı, kuşak farkını da hızlandırdı. Bizim kuşak okur, okuduğunu tartışır, birbirine anlatır, anlar ve bundan yeni fikirler oluşturmaya gayret ederdi. Birlik, bütüncül bakış, onarmak, tahammül, sabır gibi kilit kelimeler hayatımızda etkiliydi. Belki de bu nedenle şimdiki gibi yüzeysel okumalarla büyüyen ya da her şeyi sadece bulunduğu andan, yerden, duygudan bakarak yorumlayan, Aristo mantığıyla siyah-beyaz düşüncenin dışına çıkamayan bir nesille problem yaşamamızın nedenlerini, süreçleri itibarıyla anlasam da doğru bulmuyorum. Bir fikrin ve devamında hareketin yolculuğunda pek çok bileşen vardır. Bu yolculukta zaman, zemin, kişiler, koşullar, tepkiler, çile, muhabbet, bunların hepsi karınca kararınca yapıyı oluşturan tuğlaları üst üste koyar. Bu süreçlerde; bilgileri-verileri fikre; fikirleri eyleme dönüştüren insanların varlığı çok önemlidir. Bu, somut sorunların tanımlanmasından, duyguların ifadesine, edebiyata, sanata kadar pek çok alanı kapsar. Neyi nasıl ifade etmeliyiz? Bir sorunu nasıl dillendirmeliyiz? Kavramsallaştırma nasıl olmalı?.. Yazarlar, düşünürler, şairler bize birçok konuda yol gösterir. Olan biten, fikir adamlarının ve çilekeşlerin öncülüğünde etkili kelimelere dökülür. Eylem gücümüzü de o kelimeler oluşturur. İslami hareketi de siyaseti de güçlendiren damarlarından birisi “başörtüsü meselesi”dir. Bu meselenin toplumda bir karşılık bulması, bilinç oluşturma, farkındalık geliştirme, kavramsallaştırmaya dair çabalar yukarıda sözünü ettiğim dönemin kadın yazarları tarafından yapılır. Bu meselenin abc'si de aynı dönemin kitaplarında yazılıdır. Dönemin dini kitapları “İslam'da vardır ama devlet…” der, bırakırdı. 1994 yılında Kanal 7'ye “başörtüsü belgeseli” senaryosunu yazarken en büyük kaynağımız Cihan Aktaş'ın kitaplarıydı. “Kılık Kıyafet İktidar” isimli kitabı bugün bile kapsamı ve içeriğiyle bu meselenin beş temel eserinden birisidir. Yurt içi ve yurt dışından birçok araştırmacı konuya hala bu kitaptan faydalanarak başlar. Kim bilir kaç teze kaynakça oluşturmuştur. Sadece o da değil sayısı elliyi bulan kitabıyla yalnızca eser değil iz de bırakmış bir yazardır Cihan Aktaş. İslami kesimin meselelerini edebiyatın içine dahil etmiş ve pek çok konuyu öyküleştirerek iz bırakmıştır. Bugün yeni nesil muhafazakarlar onun benzeri bir ismi çıkartabilir mi hiç bilmiyorum. Yusuf Kaplan yine aynı şekilde, yazıları ve konuşmalarıyla fikir üreten öncü bir isimdir. Muhafazakar kesimin entelektüelleri arasında başta gelir. Aynı zamanda mevcut siyasi hareketin düşünce ufkunu açan, katkı sunan isimlerden birisidir. Bu ve benzeri daha çok kişiye ilişkin eleştirileriniz olabilir, beğenmeyebiliriz, itirazlarınız olabilir, onlar da yanlış yapmış olabilir. Fikir ayırımı yaşamak ille de yol ayrımı oluşturmak için çukur kazmayı gerektirmez. İtiraz etmek, eleştirmek, fikrinizi savunmak elbette hakkınız. Ama kullandığınız dil ve üslup bunu aşıyor. Bu dil geçmişte örneğini gördüğümüz, tecrübe ettiğimiz bir yaklaşımın dilidir. Bizim dilimiz değil. Gördüğüm kadarıyla gelmesi istenen farklı bir dönemin -belki biz bu dönemi göremeyeceğiz- hazırlıklarına şuursuzca katkı sunanlar var. Böyle bir dil ve üslup bu topraklarda hakiki manasını bulacağına inandığımız İslami düşünceye zarar verir. Biz geçmiş dönemlerde bir avuç kadardık. Şimdi sayılarımızın artmış olması durumu değiştirmiyor. Yeni dünya düzeninde daha büyük bir blok üzerimize geliyor. Böylesine bir güç bloğunun karşısında bile sorumluluk sahibi bir avuç insanız. “Dünya nöbeti” tutmaya herkesi ikna etmek kolay değil. Yapmayın beyler, gençler, hanımlar. Geldiğiniz fikrin geleceğini baltalıyor, köküne zarar veriyorsunuz. Tecrübeyi itibarsızlaştırıyorsunuz. Biz büyüklerimize, fikir insanlarına saygıyı hiç elden bırakmadık, hala da bırakmıyoruz. Size de tavsiyem bunu yapmanız. Türkiye'nin geleceğinde siz olacaksınız. Uyarım bu sebepten!
İsmail Kılıçarslan'ın Yeni Şafak'ta "Yusuf hocayı asalım, Cihan ablayı kurşuna dizelim" başlığıyla yayımlanan (27 Şubat 2016) yazısı şöyle:
Bütün günah Yusuf Kaplan'da, Cihan Aktaş'ta, Atasoy Müftüoğlu'nda… Biz asla hata yapmayız' yazmıştı Ali Görkem Userin. Cümleyi 'sahi' sanacaklar için söylemeliyim ki elbette nefis bir ironi idi yaptığı. Ortaçağ Avrupa'sının o karanlık dolu günlerinde bir şehre veba ya da başka bir salgın hastalık uğradığında yapılan ilk iş ateşte yakılacak yahut linç edilecek cadılar bulmak olurmuş. Şaşaalı infazların ardından bütün şehrin günahlardan arındırıldığına, dolayısıyla hiçbir mikrobun o şehirde yaşayan insanların hayatını artık tehdit etmeyeceğine inanılırmış. Elbette şehir salgın hastalıktan kırılırmış ancak Katolik rahiplerin buna da cevabı hazırmış: 'Bütün cadıları bulup cezalandırmadığımız için Tanrı bize öfkeli. O yüzden alıyor canımızı.' Üstelik Ortaçağ Avrupa'sında birinin cadı ilan edilmesi o denli kolaymış ki. Grip geçsin diye ıhlamur mu kaynatıyorsun, cadısın. Birine lanet mi ettin, cadısın. Erkek kılığını andıran bir kıyafet mi giydin, cadısın. Gözünün üzerinde kaşın mı var, cadısın. Açıkça söylemek isterim ki son zamanlarda pis bir modaya dönüşen 'sosyal medya linçleri' bana hep Ortaçağ Avrupa'sını ve engizisyon mahkemelerini hatırlıyor. Olaylar şöyle gelişiyor: Kendilerini hakikatin tek sahibi, gerçeğin yılmaz savunucusu ilan eden engizisyon papazları ellerinde bir ajanda ile cadı avına çıkıyorlar. Kendilerinden farklı düşünen kim varsa derhal ötekileştirerek başlıyorlar linçe. (Tam bu noktada ifade etmek isterim. Şahsımı linç etmek isteyen engizisyon papazları varsa Gezi'nin ilk günlerinde yazdıklarımı gündeme getirebilirler. Yahut mesele henüz 'dershane kavgası' gibi dururken Gülen ve cemaat hakkında yazdığım mesajları öne çıkarabilirler. Hele çözüm süreci devam ederken yazdıklarım onlar için biçilmiş kaftan olacaktır. Eh, bu da bir nevi arama motorunda alan daraltması hizmeti. Teşekküre değmez. Linççi arkadaşlara başarılar dilerim.) Hayır. Ellerinde taşlarla, alevlerle dolaşan bu arkadaşlara 'yahu sizi kim hakikatin tek sahibi kıldı, bu hakkı kendinizde nereden buluyorsunuz?' sorularını yöneltemiyoruz. Zira bu arkadaşlar güçlerini 'çok yüksek yerlerden alıyorlarmış' gibi yapmayı da, kendileri olmasa memleketin sahipsiz kalacağı fikrini etkili şekilde yaymayı da çok iyi başarıyorlar. Belki biliyorsunuzdur. Sosyal medyada cadı avının son kurbanları Yusuf Kaplan ve Cihan Aktaş oldu. Yusuf Kaplan'ı televizyondaki bir konuşması üzerinden, Cihan Aktaş'ı da 3 sene önce yayınlanan ve 'aslında imza atmaya rızasının olmadığı' bir bildiri üzerinden infaz etmeye çalıştılar. Yusuf Kaplan'ın her tarafı kesilerek kuşa çevrilen ve medyaya öyle servis edilen konuşmasına katılır ya da katılmazsınız. Ki ben de o konuşmada pek çok yerin açıklanmaya ihtiyacı olduğunu düşünenlerdenim misal. O konuşmayı kıyasıya eleştirebilir, Kaplan'ın fikirlerinin yanlışlığını şevkle savunabilirsiniz. Ancak bunu, Yusuf Kaplan'a küfür ederek, hakaretler yağdırarak, ona 'paralel, memleket düşmanı, Reis karşıtı' gibi yaftalar takarak yapamazsınız. Azıcık ahlakınız, nezaketiniz, adalet duygunuz, edebiniz, vicdani kriteriniz varsa birine olan kızgınlığınızın linçe dönüşmesine izin vermez, veremezsiniz. Cihan Aktaş'ın başına gelenlerse bence daha da kötü, daha da berbat. İsteği dışında imzacısı olduğu bir bildiri üzerinden ve eşi İranlı diye Aktaş'ı 'Esedçi, şebbiha' falan ilan etmenin akla mantığa sığacak yanı yok. Doğrudur. Belki Suriye meselesinde Cihan Aktaş bizden farklı düşünmektedir. Belki başka bir yolun mümkün olduğunu söylemektedir. Ancak bu onu ne şebbiha yapar ne de Esedçi. Vaktiyle İran rejimini yerden yere vuran yazılarını hatırladığımız Aktaş'ın, kendi tanımıyla 'bir üçüncü dünya diktatörü'nün yanında saf tuttuğunu söylemek insafa sığmaz. Hele hele sosyal medyada gördüğüm kimi çirkin küfürler ve capsler vardı ki onlar değil insafa, insanlığa dahi sığmaz. Burada bir noktaya daha dikkatinizi çekeyim izninizle. Sosyal medyanın cadı avcıları çok kolay organize olup çok kolay linç yapabiliyorken 'iyiler dayanışması' çeşitli nedenlerle bir türlü gerçekleşemiyor. Kendi adıma söylemeliyim ki Yusuf Kaplan'a ya da Cihan Aktaş'a, başlarına bunlar gelirken destek olmamak büyük bir vefasızlık olurdu. Oysa bu iki ismin de üzerimde emeği vardır. Dahası, bugün bu desteği vermezsem yarın başıma bir şey geldiğinde kimseyi vefasızlıkla suçlamaya hakkım olmayacak. Ne diyordu Sagan: 'Yeğenim. Sakin ol ve elindeki cadı avı malzemelerini yavaşça yere bırak. Bir eleştirin varsa yap. Bir itirazın varsa dillendir. Ama terbiyesizlik yapma. Bu sana yakışacak son şeydir.'