Barış Akademisyenleri’nin "terör propagandası" suçlamasıyla yargılandığı davalar dünya basınında da geniş yer buldu. Dava konusu olan "Bu suça orak olmayacağız" başlıklı bildirinin uluslararası imzacılarından Profesör Judit Butler, The Guardian gazetesi için bir dayanışma çağrısı kaleme aldı. Butler, barış bildirisinin devlet tarafından çarpıtıldığını vurgulayarak, davaların yakından izlenmesi ve yargılanan akademisyenlere destek verilmesi için çağrıda bulundu.
Duvar'da yer alan habere göre California Üniversitesi, Berkeley’den Profesör Judith Butler ile Londra Üniversitesi’nden Başak Ertür ile ortak imzasını taşıyan makale özetle şöyle:
“Ocak 2016’da Barış İçin Akademisyenler bildirisini imzalayanların davası geçen hafta başladı. Mayıs 2018’e dek toplamda 148 davanın görülmesi, yakın gelecekte de yenilerinin açıklanması bekleniyor. Her bir dava birer kişi hakkında ama iddianame hepsi için aynı. Eğer suçlu bulunurlarsa, her bir imzacı yedi buçuk yıla kadar hapis cezasıyla karşı karşıya kalacak.
‘Bu suça ortak olmayacağız’ başlıklı bildiride, 2 binden fazla imzacı Türkiye devleti ile PKK arasındaki askeri ihtilafa müzakere edilmiş bir çözüm bulunması arayışındaydı. Türkiye’nin Kürt nüfusunun çoğunluğu oluşturduğu kentlerinde ağır çatışmaların yaşandığı bir dönemde, imzacılar Kürt halkına karşı süregelen şiddete karşı çıkıyor, nüfusu ihtiyaç duydukları erzaktan mahrum bırakan daimi sokağa çıkma yasaklarına son verilmesi çağrısı yapıyor ve Türkiye hükümetinin PKK ile geçmişte bizzat kendisinin başlattığı görüşmelere geri dönmesini talep ediyordu. Bildiride uluslararası hukuk ve temel demokratik ilkelerin ihlal edilmesinin örnekleri veriliyor ve hükümet, ‘katliam ve bilinçli sürgün’e yol açmakla suçlanıyordu.
Yaklaşık 500 imzacı akademisyen zaten pozisyonlarını kaybetti ve bir daha iş bulabilme imkânı ufukta görünmüyor; bazılarına seyahat yasağı getirildi ve bazılarının pasaportları, Türkiye veya yurtdışında çalışmalarını engelleyecek şekilde iptal edildi. Peki iddianamelerin içeriği ne? Savcılık akademisyenleri, Terörle Mücadele Yasası 7/2 kapsamında, ‘terör örgütü için propaganda yapmak’la suçluyor. Bildirinin şiddete son verilmesi ve uluslararası hukuka uyulması çağrısı, devlet tarafından PKK için ‘propaganda’ olarak algılanıyor. İddianame esasında, bildiriye dair dikkatli bir okuma sunmuyor. Dolayısıyla da, bildirinin tam halinin alıntısıyla başlaması ve herhangi bir argüman sunmadan da PKK’yı destekleyen bir deklarasyon olduğu sonucuna varması epey tuhaf.
Bu, bildirinin açık anlamının kasten çarpıtılması ve tersine çevrilmesidir. Esasında bildiri barışçıl bir anlaşma çağrısında bulunuyor; dolayısıyla herhangi bir Kürt grubunun şiddet içeren hedef ve eylemlerini onaylamadığı açık. Bununla birlikte, o ‘barış’ sözcüğü ‘terörizm’in şifresi haline geliyor.
İddianamenin bildiriyi çarpıtma adımları şöyle görünüyor: (1) Kürt halkına karşı şiddete son verilmesi çağrısı yaparak imzacılar Kürtlerin tarafını tutuyor; (2) Kürtler terörist olarak görülüyor, dolayısıyla onların yanında olmak terörle ittifak yapmak demek; (3) barışçıl çözüm çağrısı yapmak teröristlere müzakere etmeyi içeriyor; (4) teröristlerle müzakere çağrısı yapmak bir terör örgütü için propaganda içeriyor; dolayısıyla (5) şiddete son verilmesi, barış sağlamak amacıyla müzakerelere girilmesi ve insan haklarını koruyan ulusal ve uluslararası yasalara uyulması çağrısı yapan bir bildiri, Kürt şiddeti için propagandadan başka bir şey değildir.
İddianame böylece, bildirinin devlet şiddeti ile ilgili ithamını tersine çeviriyor. ‘Medyayı kullanarak Türkiye Cumhuriyeti’ne, hükümetine, yargısına, ordusuna ve güvenlik güçlerine karşı karalama kampanyaları örgütleyerek’ yasaları ihlal ettiği düşünülenler, imzacılar. ‘Silahlı PKK terör örgütü’ için propaganda kampanyası yürüterek ‘örgütün baskı, şiddet ve tehdit yöntemlerini meşrulaştıran veya teşvik eden’ kişiler de imzacılar. Bir anda, şiddet yerine barış çağrısı yapan, katliamlara insanlığa karşı suç olarak karşı çıkanların kendileri, şiddet içeren bir gündeme sahip olmakla suçlanıveriyor.
Bildirinin içeriğindeki savları uluslararası alanda yaygınlaştırmak için medyanın kullanılması, iddianamenin parçalarından biri haline geliyor. İddianame, bu gerçeklerin Uluslararası Af Örgütü ve İnsan Hakları İzleme Örgütü tarafından kanıtlanmış olmasına rağmen, hiçbir katliam olmadığını ve vahim bir gıda kıtlığına yol açan sokağa çıkma yasakları ilan edilmediğini savunuyor.
Dolayısıyla, bildiri iddianame tarafından ‘yalan haber’ olarak çarpıtılıyor. Bu ayna oyununda, iddianame devlet şiddetini Kürt bölgelerinin ‘sakinleri’ için gerekli güvenlik olarak yeniden adlandırıyor, bildirinin tam da o ‘sakin’lerin hayatlarını korumak için uluslararası hukuk çağrısı yapmasını karalayıcı propaganda olarak reddediyor.
Bildirinin destekçileri, Türkiye Cumhuriyeti devleti, hükümeti, yargı, ordu ve emniyet güçleri hakkında yanlış, temelsiz ve kötücül haberler yaymakla suçlanıyor. Barış imzacılarını medya yoluyla ‘savaş’ açmakla suçluyorlar fakat şimdi onların savaşı, kitlesel medyanın da tüketeceği bir göstermelik mahkemeler olarak şekilleniyor.
Tuhaf bir biçimde, insan haklarının tesis edildiğinden emin olmak için ve barış görüşmelerine katılmaları için uluslararası gözlemci çağrısında bulunulması, iddianamede Türk devletinin egemenliğine bir ‘saldırı’ olarak yorumlanıyor. Bu düşünce tarzı, bildirinin uluslararası gözlemci çağrısında bulunmasını ‘mandacı mentalite’nin ürünü olarak fırçalayan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından başlatıldı. Bu, uluslararası insan hakları normlarının gerçekten de müdahaleci amaçlar için kullanıldığı, çoğunlukla da felaket sonuçlar getirdiği bir dünyada son derece provokatif olan yanlış bir yorum.
Dahası, Türkiye’nin Avrupa için uzun süredir ortaya koyduğu istek ve Avrupa tarafından reddedilmesi, AB’ye katılım yönündeki uzatmalı süreci de uluslararası güçlere karşı yaygın bir öfkeye yol açmış durumda.
Fakat bildirinin ‘uluslararası’nı anma biçimi ‘müdahaleci’ değil: Bildiri uluslararası insan hakları normlarının, devlet şiddetine karşı bir payanda gerektiren insan onuru mücadeleleri için zaman zaman sunduğu ütopik potansiyel için çağrıda bulunuyor.
Türkiye’deki meslektaşlarımızın ceza davalarında yargılandığı şu dönemde uluslararası dayanışma bir kez daha hayati önemde. İhraç edilen öğretim üyeleri mali olarak desteklenebilir, ulusal ve uluslararası düzeydeki profesyonel kuruluşlara ve yüksek öğrenim kurumlarına meslektaşlarımızın dayanışma çağrısına onay ve destek vermeleri için çağrıda bulunulabilir. Bu, hedefli boykot veya başka tip bir kampanya aracılığıyla yapılabilir.
Duruşmaları yakından izlemek ve risklere rağmen, hukukçular birliklerine, insan hakları ve eğitim kurumlarına önümüzdeki aylarda davaları izlemeleri için heyet gönderme çağrısı yapmak şart.
Bu davaların nasıl ilerlediği ve muhalif görüşleri ile barış arzularını ifade ettikleri için devlet misillemesine maruz kalan meslektaşlarımızı savunmak için ne yapabileceğimiz konusunda raporlar yazmaları önemli.”