Çeviri: Derin Koçer*
Afganistan'ın başkenti Kabil'de meydana gelen ve IŞİD’in üstlendiği çifte patlamalarda en az 31 kişi hayatını kaybetti, onlarca kişi de yaralandı. Saldırılarda, AFP Afganistan Bürosu’nun şef foto muhabiri Shah Marai’nin de bulunduğu 9 gazeteci de hayatını kaybetti. Marai, 2016’da AFP için ‘Umut Öldüğünde’ başlıklı bir yazı yayımlamış, güvensiz ve umutsuz hissettiğini anlatmıştı.
ABD işgali sonrasındada Afganistan'da 'daha iyi bir hayat' için umut oluştuğunu belirten ancak aradan geçen 15 yılda bu umudun kaybolduğunu ve hayatın 'geçmişten bile zor' olduğunu belirterek ‘’Zaman, kaygı zamanı’’ diyen AFP muhabiri Marai'nin 2 yıl önce kaleme aldığı yazı şöyleydi:
"Amerikan işgalinden sonrası umudun zamanıydı. Altın yıllar. Taliban yönetiminin karanlığının ardından Afganistan, sonunda daha iyi bir hayata doğru giden bir yolun üzerindeydi. Ancak bugün, on beş yıl sonra, bu umut kayboldu ve hayat, geçmişten bile zor sanki.
1998’de, Taliban yönetimi altında AFP’de fotoğrafçı olarak çalışmaya başladım.
Gazetecilerden nefret ediyorlardı. Bu yüzden ben de hep ihtiyatlı davrandım. Dışarı çıkarken geleneksel şalvarımı her zaman giydim ve elime doladığım eşarbın altına sakladığım küçük kameramla fotoğraf çektim. Taliban’ın kısıtlamaları çalışmayı epeyi zorlaştırıyordu. Örneğin, insan ya da hayvan fark etmeksizin, hiçbir canlının fotoğrafının çekilmesine izin yoktu.
Bir gün bir fırının önündeki sıranın fotoğraflarını çekiyordum. O zamanlar halk için hayat zordu. İnsanlar işsizdi, fiyatlar tavandı. Birkaç Taliban militanı bana yaklaştı.
‘’Ne yapıyorsun?’’ diye çıkıştılar. ‘’Hiç,’’ dedim. ‘’Ekmeğin fotoğraflarını çekiyorum!’’
Şansıma henüz dijital kameraların çağı değildi. Çektiğim fotoğrafları kontrol edip doğruyu söyleyip söylemediğimi kontrol edemiyorlardı.
Dikkati üzerime çekmemek için fotoğraflarımın altına çoğu zaman ismimi yazmaz, ‘serbest gazeteci’ diye imzalardım.
O zamanlar burada AFP’nin bir bürosu yoktu. Yalnızca bugün de büromuzun olduğu Wazir Akbar Khan’da bir evimiz vardı. Özel temsilciler sırayla buraya gelirdi ve biz de düzenli aralıklarla Güney Müttefiklerinin elindeki Shomali Plain’e giderdik. BBC’nin dışında yalnızca üç haber ajansı, AFP, AP ve Reuters şehirdeydi. 2000 yılında da bütün yabancılar şehirden kovuldular ve ben AFP’nin bürosunu açık tutmak için tek başıma kaldım. Bir uydu telefonuyla İslamabad’daki büroyu arar, güncel bilgileri aktarırdım.
11 Eylül saldırılarını BBC’den izlerken Afganistan’a karşı yaptırımların uygulanacağı bir saniyeliğine bile aklımdan geçmemişti. Birkaç gün sonra İslamabad bürosu beni uyardı: ‘’Amerikalıların saldırıya geçeceğine dair söylentiler var.’’
Taliban’ın başkent ilan ettiği, Pakistan sınırındaki Kandahar’a bombalar bir aydan kısa bir süre içinde, 7 Ekim’de düşmeye başladı. Kabil’in üzerinden geçen uçakların sesini duyduğumda İslamabad’a telefonla geçeceğim haberlerin ortasındaydım. İlk bombalar havalimanının yakınına düştü. O gece uyumadım ama dışarı da çıkamadım.
Ertesi sabah arabamla havalimanına doğru yola çıktım. Yakınına geldiğimde birkaç siyah giyimli Taliban militanıyla karşılaştım. Biri yanıma yaklaştı ve ‘’Bak, bugün iyi günümdeyim, seni öldürmeyeceğim ama derhal çek git!’’ dedi.
Geri döndüm ve arabamı ofise bıraktım. Şehir terk edilmişti. Sıradan bir insanmış gibi bisikletimle yeniden yola çıktım. Elime doladığım eşarbın altına kameramı gizledim. O gün yalnızca altı fotoğraf çektim ve iki tanesini yolladım.
Sonra, bir sabah Taliban gitmişti. İnce havanın içinde kaybolmuştu. Görmeliydiniz. İnsanlar sokakları doldurmuştu. Sanki insanlar, gölgenin içinden hayatın aydınlığına çıkıyordu yeniden.
Meslektaşlar sürüler halinde gelmeye başladılar. AFP, Moskova bürosundan bir muhabir ile fotoğrafçıyı hemen yolladı. Bir anda bir düzine insan doldu. Kabil, ‘Gazeteciler Şehri’ olmuştu. Ofis hiçbir zaman boş kalmıyordu.
Kalacak yer, araba ya da tamirci bulmalarında ya da bir yere ulaşmalarının en kolay yolunu bulmakta… Herkese yardım ettim. En yakın arkadaşım Kabil’in ilk ‘Sultan Misafirhanesi’ni açarken bana da ortak olarak katılmam için teklifte bulundu. Katılmalıymışım, kendisi çok zengin oldu.
Taliban yönetiminin yalnızlaştırdığı Kabil’de bunca yabancıyı görmek inanılmazdı. Dünyanın her köşesinden geliyorlardı. Çocukları caddelerde önlerinden koşuyordu. Genç bir adamı hatırlıyorum… Elinde bir dolar vardı ve durmadan aynı cümleyi tekrar ediyordu: ‘’Bu ilk dokunduğum dolar!’’
Büyük umudun zamanıydı. Altın yıllar. Şehirde kavga yoktu. Caddeler İngiltere’den, Fransa’dan, Almanya’dan, Kanada’dan, İtalya’dan ve Türkiye’den gelen askeri birliklerlerle doluydu. Askerler şehirde yürüyerek devriye gezer, insanlara selam verir, gülümserlerdi. İstediğim kadar fotoğraflarını çekebilirdim.
İstediğiniz yere gidebilirdiniz: Güney, kuzey, doğu, batı… Her yer güvenliydi.
Ve 2004’te Taliban geri geldi. Önce Kuzeydoğu’da, Ghazni şehrinde. Sonra, 2005 ve 2006’da bir virüs gibi yayılmaya başladılar. Kabil’de yabancıların bulundukları yerlere yönelik saldırılar başladı. Parti bitmişti.
İnsanlar, elinde kamera olanlara karşı artık sempatik davranmıyor. Çoğunlukla saldırganlaşıyorlar
Bugün Taliban yine her yerde ve biz, çoğunlukla Kabil’de hapisiz. Bombalı saldırılardan korunmak için tasarlanan asfalt bloklar şehrin her yerine filizlenmiş vaziyette. İnsanlar, elinde kamera olanlara karşı artık sempatik davranmıyor. Çoğunlukla saldırganlaşıyorlar. Kimse kimseye güvenmiyor. Özellikle yabancı bir haber ajansı için çalışanlara hiç güvenmiyor, ‘’Ajan mısın?’ diye soruyorlar.
Amerikan müdahalesinden on beş yıl sonra, Afganlar kendilerini yine parasız, işsiz ve Taliban kapılarını çalarken buldular. Batılı askeri birliklerin 2014’te geri çekilmesiyle birçok yabancı da ülkeden gitti, kalanlar -buraya harcanan milyarlarca dolar gibi- unutuldular.
Amerikalıların geldikleri o günleri özlüyorum. Tabii ki 2001’den beri şehir epeyi değişti. Yeni binalar dikildi; büyük bulvarlar, ince sokakların yerini aldı. Darulaman Sarayı dışında savaşın kalıntıları yok oldu. Dükkanlar dolu ve aradığınız hemen her şeyi bulabilirsiniz.
Fakat artık umut yok. Güvensizlik yüzünden hayat, Taliban zamanından bile daha zor artık. Çocuklarımı yürüyüşe çıkartmaya tenezzül bile etmiyorum. Beş çocuğum var ve zamanlarının çoğunu eve mahkum geçiriyorlar. Her sabah işe giderken ya da her akşam eve dönerken aklımda yalnızca bubi tuzaklı olabilecek arabalar ya da kalabalığın içinden çıkabilecek bombalı intihar saldırganları var. Risk alamıyorum, bu yüzden de dışarı çıkmıyoruz. Meslektaşım ve dostum Sardar’ın; karısı, kızı ve oğluyla, tatildeyken bir otelde öldürüldüklerini ve yalnızca küçük oğlunun -bir şekilde- sağ çıktığını tüm detaylarıyla hatırlıyorum.
Daha önce hayatı, böylesine geleceğe dair hiçbir umut kalmamış bir şekilde hissetmedim ve çıkış yolu göremiyorum. Zaman, kaygı zamanı..."
*Yazının, Anne Chaon'un yazdığı ve Yana Dlugy tarafından çevrilen İngilizce orijinalini buradan okuyabilirsiniz.