Selin Tamtekin
Londra
Kader Attia kendini önemli bir davaya adamış bir sanatçı. Paris doğumlu, Cezayir asıllı Kader, bir tarihçi ya da antropoloğun araştırmacı titizliğiyle, Batı sömürgeciliğinin arda kalan mirasını ortaya koyan, irdeleyen eserler yaratmakta. Londra Hayward Galerisi’nde The Museum of Emotion (Duygu Müzesi) adıyla açılan yeni sergisi sanatçının yirmi yıllık, üretken kariyerinden fotoğraflar, enstalasyonlar ve videolar içeriyor. Doldurulmuş hayvan postlarını barındıran vitrinlerin ve kaideler üstünde Afrika heykellerinin sergilendiği odayı gezerken insan kendini bir güncel sanat sergisinden daha çok Doğa Tarih Müzesi ile Siyah Medeniyetler müzesinin tuhaf sentezi olan bir yerde dolaşmaya çıkmış gibi hissediyor. Kader’in çalışmaları Batı’daki müzelerin Batılı olmayan kültürlere ait nesneler sergilerken kullandıkları metotları uygulamak koşuluyla sömürgeciliğin bu kültürlere dair algımızı hâlâ etkilemeye devam ettiğini gösteriyor. Sanatçıya göre Batı’nın kendinden olmayanı ötekileştirerek sınıflandırma ve kategorize etme eğilimi aslında daha geniş çaplı bir kontrol sisteminin bir parçası.
Kader Attia’yla sergisinin açılış gününde buluşuyoruz. Öğle yemeği için bir-iki hafta evvelinden randevulaştığımız yer galeriye çok yakın, Londra’da onlarca şubesi olan fırın zinciri Gail’s Bakery. Gürültülü mekândan içeri adımımı attığımda Kader’i hemen fark ediyorum. Onu omuzları çökmüş, içinden hâlâ dumanlar yükselen çorbasını, etrafındaki kalabalığa aldırmaksızın kaşıklarken buluyorum. El sıkıştığımızda biraz yorgun ve kederli görünüyor. Bunun sebebini konuşmamızın sonlarına doğru öğreniyorum. Sanatçı bir önceki akşam çok yakın bir arkadaşının ölüm haberiyle sarsılmış ve sabahı sabah etmiş.
Karşısına oturur oturmaz konu konuyu açıyor ve yakın zamanda ‘sanat dünyasını’ konu alan, sayıları gitgide artan filmler ve romanlardan söz ediyoruz. Her nedense insanlarda büyük merak uyandıran bu camia farklı sanat mecralarında hep olabildiğince yüzeysel ve alaycı bir yaklaşımla yansıtılıyor. İsveçli yönetmen Ruben Östlund’un The Square (Kare, 2017) adlı filminin buna iyi bir örnek olduğunda hemfikir oluyoruz. Bu bağlamda Kader Michel Houellebecq’in Haritalar ve Topraklar (Can Yayınları, 2012) adlı romanına değiniyor.
‘Houellebecq aslında saygı duyduğum bir yazar. Ama bu romanında sanat dünyasını bu kadar basit bir biçimde işlemiş olması, okuduğumda beni çok şaşırtmıştı. İnsanlar sanat dünyasını konu alırken her nedense daha çok sanat dünyasındaki rekor kıran müzayedeleri, aşırı derece kitsch tarzındaki eserleri yansıtma peşinde. Halbuki, sanat dünyası bundan çok daha kompleks bir yapıya sahip. Güç ilişkileri tahmin edildiğinden çok daha karmaşık mesela. Sanıldığının aksine bütün güce sahip olan yalnız zenginler değil. Sanat dünyasında az kazançlı olmalarına karşın son derece nüfus sahibi insanlar da var. Küratörler, sanat kritikleri ve sanatçılar gibi.’
Tüm tevazusuna rağmen Kader Attia’nın kendisi de, bahsettiği ‘bu tarz’ sanatçılardan biri. Kader’in yirmi yıllık kariyerinde dünyanın farklı ülkelerinde açmış olduğu sergilere baktığımızda, büyük bir bölümü müzeler ve kamu galerilerinde, ticari kâr gütmeksizin, sosyal sorumluluk üstlenmiş sanatsal projeler.
‘Bugünlerde sanat çok çeşitli, birbirinden farklı şekillerde icra ediliyor. Houellebecq’in romanında yer verdiği Jeff Koons ve Damien Hirst gibi sanatçıların yarattığı kitsch, parlak zeminli, hiç politik bir içerik taşımayan, dudak uçuklatan fiyatlarla satışa çıkartılan eserleri, sadece ve sadece, sanatın ne amaçla üretilmemesine dair iyi birer örnekler. Halbuki günümüzün dünyası popülizm ve faşizm kıskacında ve güncel sanat da bunu çok iyi bir şekilde yansıtmakta.’
Kader ilk, Paris’te yasadışı göçmen olarak ikamet eden ve seks işçiliğinden geçimlerini sağlayan transgender Cezayirlilerin gündelik hayatlarından kareler içeren bir fotoğraf serisiyle dikkat çekti. Landing Strip (İniş Pisti, 2000-02) isimli, ilk başta tüm Paris galerileri tarafından reddedilince, sanatçının kendi dairesinde sergilemek zorunda kaldığı bu fotoğraflar serisi bugün Hayward galerisinin iki duvarını boydan boya kaplamakta.
‘Benim için transgender hayat stilini mutlu, başarılı, hakları için protesto ederken yansıtabilmek çok önemliydi çünkü onlarla vakit geçirdiğimde buna tanık oldum. Ayrıca, bu tarz ile onları alışagelmiş, acılardan yılmış ve uyuşturucu bataklığına saplanmış halde göstermekten kaçınarak, eşcinseller hakkında artık klişeleşmiş temsillere bir biçimiyle meydan okumak istedim,’ diye belirtiyor Kader.
Konu Türkiye’den açıldığında Kader, ‘Türkiye bende hep merak uyandırmıştır. Eğer Arap dünyasında, Kahire’de, Müslüman Kardeşler Örgütü dinle politika ve sanat arasındaki ilişkiyi ele geçirmeselerdi ne olabileceği konusunda canlı bir örnek olarak. 1923’te Mustafa Kemal Atatürk Laik Türkiye Cumhuriyetini kurduğunda bunu Batı’nın müdahalesi olarak değerlendiren Kahire’deki Sünni ulemalar beş sene sonra buna tepki olarak Müslüman Kardeşler Örgütünü kuruyorlar. 20.nci yüzyılda bu bölgedeki tarihi gelişmeler her zaman çok ilgimi çekmiştir. Ayrıca Türk toplumunun ve Arap ülkelerinin transgender insanlarla olan ilişkisi bende hep ilgi uyandırmıştır. Türkiye’deki transgender aktivistlerle bağlantı içindeyim. Hatta Zeki Müren ve Bülent Ersoy gibi sanatçıların varlığından da haberdarım.’
Her ne kadar Bülent Ersoy bir noktaya kadar toplum tarafından kabul edilmiş olsa da ülkemizde transgenderların sistematik olarak dışlandıklarını ve şiddet gördüklerini belirtiyorum.
‘Bence Türk toplumu artık Bülent Ersoy’u transgender olarak görmüyor,’ diyerek bu çelişkili durumu yorumluyor.
LGBT hakları üzerine sohbetimiz, Kader’in uzmanlık alanı olan Batı’nın sömürgeleştirdiği ülkeler üzerindeki etkisi ile devam ediyor.
‘Batı her zaman homoseksüellere karşı hoşgörülü değildi. Michel Foucault’nun da belirttiği gibi, homofobiya Batı’da 19.uncu yüzyılda yükselişe geçti. Bence İslam ülkeleri sömürgeleştirilmeden önce homofobik değillerdi. 19. yüzyıl, sömürgeleştirilen ülkeler açısından çok kritik bir dönem oldu. Şehitlik, homofibiya gibi olgular kilise tarafından bu ülkelere getirildi,’ diye belirtiyor Kader.
Nitekim, New Stateman’daki* bir makalenin başlığı şöyle diyor, LGBT haklarını kutlarken Britanya’nın homofobiya’yı ithal etmesindeki rolünü göz arda edemeyiz. Bu habere göre günümüzde İngiliz Milletler Topluluğuna ait 52 ülkeden 36’sında hâlâ kadın veya erkek eşcinselliği suç teşkil etmekte. Bu ülkelerin çoğunda (Maritius ve Bangladeş gibi) hâlâ sömürgelik döneminden kalma, eşcinselliği kriminalize eden, Britanya tarafından dayatılan kanunlar yürürlükte. Günümüzde eşcinselliğe karşı tahammülsüzlüğü ile anılan Karayipler ve Orta Doğu gibi coğrafyaların Britanya sömürgeciliğinden evvel cinsellik konusunda oldukça rahat bir tutuma sahip oldukları belirtiliyor. Aynı habere göre, bugünkü Pakistan’ın bulunduğu topraklarda bir zamanlar seks konusunda çok liberal bir yaklaşım egemenmiş. Öyle ki erkeklerde efeminelik taktire şayan bir olguymuş.
Sergide Fields of Emotion (Duygu Sahası, 2018-19) adlı sanatçıya ait yeni bir fotoğraf serisi de mevcut. Bu seride Saddam Hussein, Adolf Hitler, Fidel Castro gibi politikacılarla birlikte Miles Davis, Ella Fitzgerald ve Maria Callas gibi müzisyenlerin, siyah- beyaz sadelikteki fotoğrafları bir duvarı kaplamakta.
‘İnsanın doğası her zaman içinde boşalmaya hazır, dürtüsel bir zayıflık besler. Aristoteles der ki, tiyatro, bir topluluğun buhranlarından kurtulabilmesi için bir araçtır. O yüzden tiyatrosuz olan topluluklar delirme noktasına gelir. Ben her zaman politikaya fazla tutkuyla yaklaşmaya şüpheyle bakmışımdır. Erdoğan’ın darbe teşebbüsü sırasında Facetime aracılığıyla vatandaşına verdiği demeç tümüyle Duygu Sahası adlı çalışmamla bağdaşmakta. Karizmatik, akıllı politikacılar insanların duygularını depreştirmeyi çok iyi biliyorlar. Bunu başka kim yapabiliyor? Sanatçılar. Bu yüzden bugünün sanatçıları olarak bize büyük bir sorumluluk düşüyor. Çünkü duygu sahamızın faşizm ve popülizm tarafından ele geçirilmiş olduğu bir dönemden geçiyoruz. Trump’ın en kuvvetli aracı Twitter. Birisine bir hakaret yazdığında o hakaret anında yüz milyonlarca insana ulaşıyor. Duygu alanımızın politikacılar tarafından rehin alınmasının en büyük etkenlerden biri ise dijital teknoloji.’
Kader 2016’da Paris’te La Colonie isimli sanat merkezini kurdu. Merkezde kitap tanıtımları, sohbetler ve sempozyumlar düzenleniyor.
‘Bence çok çalışmamız gerekiyor birliktelik olgumuzu – bedensel birlikteliğimizi – yeniden inşa edebilmemiz için. La Colonie’de de bunu yapmayı amaçlıyoruz zaten. Günümüzde açık forum mefhumuz tümüyle kaybolmuş durumda çünkü sosyal medya aracılığıyla iletişim ve diyalog halinde olduğumuz yanılgısındayız. Facebook ve Twitter insanları anlık davranışlara iten araçlar. Bir konu hakkında en ufacık bilgi sahibi olmayan biri tartışma yaratacak bir yorumda bulunuyor ve herkes onu alkışlıyor. La Colonie’deki düzenlenen sohbetleri ve sempozyumları kastederek ekliyor, ‘İnsan bir fikri iki yüz kişinin önünde tartışmaya açtığında, her şey çok ama çok daha farklı.’
Onarma Kader’in çalışmalarında hem metaforik hem de somut olarak sık işlediği ana temalardan biri. The Repair from Occident to Extra-Occidental Cultures (Batıdan Batı-Ötesi Kültürlerde Onarma, 2012) adlı, sergide geniş bir odayı boydan boya kaplayan ve bir müze deposunu andıran enstalasyonda ilk göze çarpan parçalar demir raflarda belirli aralıklarla yerleştirilmiş olan tahtadan yontulmuş büyük büstler. Bazıları Birinci Dünya Savaşında yaralanmış, o dönemin henüz gelişmekte olan estetik yöntemleriyle ameliyat edilmiş askerleri resmetmekte, bazıları ise yüz-zedelemenin kültürel geleneğin bir parçası olduğu Afrika’daki bazı kabile üyelerini. Modern toplumlarda amaç, kırık objeleri onarırken ya da insanların yaralarını tedavi ederken onarma/ameliyat sırasında hasar izlerinin hepten yok edilmesi. Geleneksel toplumlarda ise kırıkları, çatlakları, yaraları, kesikleri hâlâ görünür kılacak yöntemlerle iyileştirme yapılmakta. Kader’e göre, günümüzün dünyası, sömürgeciliğin bıraktığı miras gibi, içinde geçmişe ait bir yığın toplumsal yaralar ve travmalar barındırmakta. Onları yok etmek imkânsız. Bu yaraları ve travmaları toplumsal aidiyetimizin, tarihimizin önemli bir parçası olarak kabul etmemiz ve içselleştirmemiz lâzım.
Sergide, geleneksel toplumların benimsediği yöntemlerle onarımdan geçmiş hazır-yapım objeler kaideler üzerinde sergilenmekte. Sohbetin sonuna yaklaşırken sanatçıya, objelerin yolculuğunun ilgi alanına girip girmediği sorusunu yöneltiyorum.
‘Sergilediğim objelerin, [Afrika] heykellerinin hiçbiri orijinal değil, hepsi taklit çünkü gerçekleri çok pahalı. Onarma projelerimde kırık objeler bulup kendim tamir ediyorum. Bu objeler için yeniden yaratım süreci kesinlikle onarım sırasında başlıyor. Ve çok güzel bir ifade kullandın, objelerin yolculuğundan söz ederken. Biz sanıyoruz ki hayatımız boyunca birtakım objeler biriktiriyoruz, halbuki aslında objeler bizi biriktiriyor. İnsanın dünyadaki fiziksel mevcudiyetini hissedebilmesi önemli bir şey tabii ki, ama aynı zamanda hiçbir şeyin daimi olmadığının farkında olmak lâzım. Biraz önce sana bahsettiğim gibi, çok yakın bir arkadaşımızı kaybettik… Hepimiz buraya sadece bir an için geliyoruz ve bu kısa anın güzelliğinin keyfini çıkarmalıyız, çünkü tek hakikat bu. Biz sadece buradan geçiyoruz, objeler ise kalıcı.’
Kader Attia sergisi 6 Mayıs’a kadar Londra Hayward Galerisinde.
Kader Attia hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenler bu linke göz atabilirler: https://www.youtube.com/watch?v=4K5EkD3oCUg