Maaz İbrahimoğlu*
Özgür Gündem gazetesindeki Nöbetçi Genel Yayın Yönetmenliği kampanyasında yer aldığı için Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü temsilcisi Erol Önderoğlu ve Ahmet Nesin ile beraber tutuklanan Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı sadece bir adli tıp uzmanı değil. Fincancı insanların kanayan yaralarına şifa olabilmek için sınır tanımayan biri. Yeri geldi soluğu Arjantin’de aldı, yeri geldi ölüm tehlikesini göze alarak Bahreyn’e gitti. Haksızlıklara engel olmak ve yapılan suçları yerinde incelemek için elinde çocuk kemikleriyle harabeye dönen Cizre bodrumlarında karşımıza çıkan Fincancı, aynı zamanda Ergenekon Davası’nda da müdahil sıfatıyla yer aldı. Hastalarıyla kurduğu ilişkilerde sadece yaralarına merhem olmadı, Evrensel Gazetesi’nde yazdığı köşe yazılarıyla da insanların derdine ortak oldu.
Öldürülen sendikacı Süleyman Yeter’in davası, Manisalı gençlere işkence davası ve Umut davasıyla ilgili dosyalarda işkenceyi saptayan isim olarak karşımıza çıktı Fincancı. Bunların yanı sıra açlık grevleri, işkence davaları, kadına şiddet, Ergenekon gibi pek çok sorunda dik duruşuyla haksızlıklarla mücadele etti. Mücadelesi hiçbir zaman söylemlerle, bildirilerle, kürsülerle kısıtlı kalmadı. Kıvrak zekası, titiz araştırma kabiliyeti, dirayeti, sabrıyla gece gündüz ayrımını yapmadan, uzak yakın demeden dünyadaki pek çok ülkeye gitti. Hem Türkiye’de hem yurt dışında canını tehlikeye atmaktan hiç çekinmeyen Fincancı, nerede bir taşın kaldırılması gerekiyorsa elini o taşın altına koyarak ezilenlere yoldaş olduğunu daima gösterdi.
Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’nın biyografisini kaleme alan gazeteci yazar Celal Başlangıç ise Fincancı’nın duyarlılığının çok küçük yaşlara dayandığını söylüyor. Başlangıç’ın anlattığına göre Prof. Dr. Fincancı’nın çocukluğu İstanbul’un Kartal İlçesi’nde geçer. Girdiği Kadıköy Maarif Koleji’nde küçük bir öğrenciyken öğretmenleri ile edebiyat, sanat ve politik konularda okumalar yapmaya başlar. 15-16 yaşlarına geldiğinde ülkede sol grupların rüzgarından etkilenir ve Dev-Yol, Kurtuluş, Partizan gibi gruplarla takılmaya başlar. Bu dönemde gerçekleşen 12 Mart Darbesi ve ülkedeki siyasi çalkantılar Fincancı’yı sarsar. Hatta solcu bir arkadaşı Belgrad Ormanı’nda öldürülür. Ondan sonra protestolarda, grevlerde, boykotlarda yer alan Fincancı, ailesinden gizli bir şekilde Marksist literatürü okur ve arkadaşlarıyla bu konularda tartışır. Liseyi bitiren Fincancı ailenin ve çevrenin ısrarlı önerilerinden sonra İstanbul Cerahpaşa Tıp Fakültesi’ne başlar.
İstanbul Üniversitesi’nde 7 solcu öğrencinin Ülkücüler tarafından katledildiği 16 Mart Katliamı’nın yaşandığı dönemde üniversite 2. sınıfında okuyan Fincancı için bu olay hayatının en büyük travmalarından biri olur. Bir süre sonra kendisini 1 Mayıs mahallesinde bulur. Genç bir doktor olan Fincancı, burada ilk kez Kürtçe konuşanlarla ve Kürt sorunuyla karşılaşır. Ancak bir süre sonra 12 Eylül Darbesi gerçekleşir. O dönemde okulu bitiren Fincancı, doktor olarak mecburi hizmet için Gaziantep’te kendini bulur. Kocasıyla ayrı yaşamak zorunda kalır. Üstelik çocuğu da vardır. Bir yandan da Antep’teki zorluklarla mücadele etmeye çalışır. Adli Tıp’ta kadro açılınca Fincancı başvurur ve kabul edilir. İşkencenin Adli Tıp oyunlarıyla nasıl örtbas edildiğini ilk kez burada görür.
Fincancı, Adli Tıp Kurumu’nda cenazelere yapılan işkencelerin örtbas edildiğini belirledikten sonra bu konuda uzmanlaşmaya karar verir. Adli Tıp Kurumu’nun verdiği otopsi raporlarında yer alan ‘kafasını vurmuştur, düşerken kafası çarpmıştır’ gibi ifadelerin ne anlama geldiğini, devlet görevlilerinin rolünün nasıl örtbas edildiğini gözlemleme fırsatı bulur.
Bu alanda kolları sıvayan Fincancı, neredeyse adli tıp uzmanlarının bildiği her şeyi öğrenir. Alandaki bütün çalışmaları okuyan Fincancı, uzun çaba ve deneyimler sonucunda sadece Türkiye’de değil dünyaya adli tıp alanında çok önemli katkılar yapan biri haline gelir. Bir yandan profesörlüğe kadar yükselirken öbür yandan da başı devlet kurumlarıyla daima beladadır. Ancak pes etmez! Bakan, vali, polis, rektör başta olmak üzere kimsenin suçlarının örtülmesine göz yummaz.
Bu mücadelesi onu “derin” isimlerle karşı karşıya getirir. İşkence bulgularını tespit eden raporlarından dolayı 28 Şubat döneminin İstanbul Valisi Erol Çakır, Adalet Bakanlığı’na Fincancı’nın görevden alınması için yazı gönderir. Ancak “gizli” ibaresini taşıyan yazı “tesadüfen” savcılığa gönderilince gerçekler ortaya çıkar. Validen ayrı olarak polis de Fincancı ile uğraşır. Çünkü Fincancı, dönemin Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü eski Müdürü Adil Serdar Saçan’ın yaptığı işkenceleri ortaya çıkaran isimdir.
Derin devletle mücadelesi hiç bitmez. Ergenekon tarafından telefonlarının dinlenildiği, kişisel bilgilerinin dosyalandığı gerekçeleriyle Ergenekon Davası’na müdahillik başvurusu yapar. Bu başvurusu kabul edilir. Böylece Ergenekon Davası’nın tek müdahili olur. Eş zamanlı olarak Doğu Perinçek’in başkanı olduğu İşçi Partisi’nin yayın organları tarafından hedef haline getirilir. Günümüzde Ergenekon davası ‘kumpas’ denilerek çökertilse de Fincancı, “yine olsa yine müdahil olurum” der. Fincancı İstanbul Üniversitesi’nde 28 Şubat döneminin kudretli rektörü Kemal Alemdaroğlu ile sorun yaşar.
Devletin işkenceyi sümen altı etme çabalarını deşifre ettikçe kendisine “vatan haini” damgası yapıştırma çabası hiç bitmez. Adli Tıp Anabilim Dalı Başkanlığı’ndan bu nedenle defalarca görevden alınır ve yargı mücadelesinin içine girip haklılığını kanıtlar.
Şebnem Korur Fincancı Türkiye’nin yıllardır kanayan yarası Kürt Sorunu’na duyarlı insanların başında geliyor. Gençliğinde İbrahim Kaypakkaya’ya yakın gruplarla ilişkisi olduğu için Kürt meselesini ilk buralardan duydu. Sömürge, işgal, bağımsızlık gibi kavramlarla Kürt sorununu yıllarca dinledi. Ancak Kürtlerle ilk teması 1 Mayıs Mahallesi’nde oldu. Burada Kürtlerin farklı dil, kültür ve mezheplerini ilk kez ‘içeriden’ görüyordu. Akabinde doktorluğun ilk yıllarında Antep’e gitmesi oldu. Kürtlerin içinde bulunduğu yoksulluk ve baskıları gözlemledi.
Kürt Hareketi’nin içinden gelen biri olmamasına rağmen Kürt meselesi’nde insan hakları temelinde yaklaştı. Kürtlerin statü taleplerinin Kürtlerin kararı olduğunu belirtti. Kürtlere yüzyıllardır rejimin eziyet ettiğini, faili meçhullerin sistematik bir plan dahilinde olduğunu ifade etti. Kürt kadınlarının öldürülmesini, tecavüze uğramasını ve bunlarla mücadeleyi daima gündeminde tuttu. Mevcut iktidarla ilk kapışması ise HDP’ye yapılan baskılar karşısında sesini yükselten aydınların başında gelmesiyle oldu.
Cizre’de sürdürülen çatışmaların durması için gösterdiği çabalar ve adli tıp uzmanı kimliğiyle bölgede yaptığı incelemeler ise iktidar açısından bardağı taşırdı. Fincancı, sokağa çıkma yasağının kalkmasıyla Cizre’de ilk soluğu alan kişilerden biri oldu. “Katliam Bodrumu” olarak anılan binaların alt katlarında yaptığı araştırmalarda çocuk kemiklerini buldu ve raporlayarak yayınlanmasına vesile oldu. İktidarın açık hedefi haline gelen Fincancı, doğru bildiği yolda geri adım atmadı. Son olarak Özgür Gündem Gazetesi’yle dayanışma için yapılan nöbetçi genel yayın yönetmeni kampanyasına destek verdi ve gazetenin yayın yönetmenliği koltuğuna bir günlüğüne oturdu. İşte bu aranan fırsatı verdi ve Fincancı ifadeye çağrıldı. Ardından tutuklanarak Bakırköy Cezaevi’ne konuldu. Şebnem Korur Fincancı, cezaevinden yazdığı bir yazısında, “Tutuklanmak bir onurdur, burada olmak iyi bir şey yaptığımızın göstergesidir” diyerek herkesi haksızlıklar karşısında dayanışmaya çağırdı. Cezaevini kendisi için bir öğrenme fırsatına çevirdi derhal. Yıllarca cezaevi işkencelerini tespit eden birisi olarak, içeriden yazdığı mektuplarda, hücre ve tecrit deneyimlerini paylaştı. Gardiyanlara devletin yaptığı kötü muameleye parmak basmak bile ona nasip oldu.
Şebnem Korur Fincancı’nın kadın hakları için verdiği mücadele ise başlı başına bir konu. İşkenceye uğrayan kadınlar için gerek maddi anlamda gerekse manevi anlamda daima destek oldu. Erkeklerin ve erkek egemen sistemin kadınlara hiçbir hak vermediğini, kadınların kendi alın teriyle bu hakları elde ettiklerini sürekli tekrarladı. Fincancı’ya göre Atatürk kadınlara seçme ve seçilme hakkını vermedi. Bu hakkı kadınlar kendi iradeleriyle kazandı. Hatta bir yazısında, “Kimse kadınlara seçme seçilme hakkı bağışlamış değildir. Tersine, hakkın kazanılmasına engel olmak üzere ellerinden geleni yapmışlardır. Bu engellerin başında soruşturma ve yargılamalarla sindirme de vardır” diyordu. Çünkü ona göre Atatürk’ten çok evvel yani 1913 yılında Nezihe Muhiddin gibi mücadeleci kadınların emekleri sayesinde bu seçme ve seçilme hakkını kadınlar kazandı. Bu çıkış feministlerin bile ezberlerini bozdu.
Fincancı, Osmanlı döneminde kadın hakları için mücadele eden Fatma Aliye, şair Nigar Hanım, Makbule Leman gibi kadınları çok önemsiyordu. Yine bunlara ek olarak da Halide Edip Adıvar ve “Cumhuriyetçi feminizmin en önemli kişiliği Nezihe Muhiddin”in de çalışmalarına eğildi.
Fincancı, yurt dışında da kadın hakları için mücadele etti. Geçtiğimiz günlerde Almanya’da gittiği bir mahkemede, yargı sisteminin kadınları nasıl zor duruma düşürdüğünü ve onlara nasıl faşizan baskılar yaptığını anlattı. Almanya’ya giden Fincancı, orada Avrupa Türkiyeli İşçiler Konfederasyonu ve Yeni Kadın üyesi 10 kişinin tutuklandığı mahkemeyi izledi ve yazdı.
Kabataş Yalanı’nın çıktığı ilk günlerde olayı bilimsel kimliğiyle araştırmaya koyuldu. Siyasi tartışmalar sürerken ve kimse dikkat etmezken olayla ilgili 10 maddelik rapor yayımlayan Fincancı, Kabataş olayının yalan olduğunu ama kadın üzerinden bu tartışmanın gitmesinden hoşnut olmadığını dile getirdi. Hatta Kabataş’taki kadınla görüşmek istediğini ve ona yardım etmek istediklerini söyledi.
Uluslararası İşkence Rehabilitasyon Merkezi adına gittiği Bahreyn’de, turist kılığına bürünüp pek çok tehlikeyi göze alarak ülkeye girdi. Orada giydiği hicab ile aileden bir kadın gibi davranarak, denizde cesedi bulunan ve polise göre boğularak ölen gencin vücudundan doku örneklerini aldı. Örnekleri Türkiye’ye getirdikten sonra yaptığı otopside gencin, ailesinin de iddia ettiği gibi, gözaltında işkenceyle öldürüldüğünü tespit etti.
Yine cezaevlerinde bulunan pek çok hasta mahkum için Adalet Bakanlığı ve Adli Tıp Kurumu raporuna ihtiyaç olduğunu dile getirdi. Adli Tıp Kurumu’nun baştan aşağı yenilenmesi gerektiğini defalarca söyledi ve yazdı. Adli Tıp Uzmanları Derneği’nin ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın kuruluşunda yer aldı.
1996’da Birleşmiş Milletler Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi adına, Bosna’daki toplu mezarlardan çıkarılan cesetlerin otopsi çalışmalarında yer aldı. 2000’de, İnsan Hakları İçin Hekimler’in Güney Afrika’daki uluslararası çalışmasında, 2002’de Dünya Sağlık Örgütü’nün Kadına Yönelik Cinsel Şiddet Araştırması ve El Kitabı çalışmalarında yer aldı.
İşkence ve Diğer Zalimane İnsanlık Dışı Aşağılayıcı Muamele veya Cezaların Etkili Biçimde Soruşturulması ve Belgelendirilmesi İçin El Kılavuzu yani diğer adıyla İstanbul Protokolü’nün çalışmalarında yer alan Fincancı, bu çalışmasıyla bu alanda adeta çığır açtı. Bu çalışma işkencenin ve sonuçlarının belgelenmesi hakkındaki ilk uluslararası kılavuz olarak 1999’da Birleşmiş Milletler’in resmî bir belgesi oldu.
Fincancı, işkenceye karşı verdiği mücadeleyle 2014 yılında altıncı kez dağıtılan Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nün de sahibi oldu.
Hem Türkiye’de hem yurtdışında adli tıp alanında pek çok konferans verdi. Yine burada lisans ve yüksek lisasn düzeyinde üniversitelerde ders verdi. Son yıllarda neredeyse kendine hiç vakit ayırmadı. Bir Ankara’ya gitti bir İstanbul’a geldi, bir yurt dışına gitti bir Cizre’ye gitti. Cizre’de yaşanılanların Bosna’dan yaşanılanlar kadar trajik olduğunu belirtti. Devlete ve PKK’ya çatışmayı kesmeleri için hazırlanan bildiriye imza attı. Şiddetin her türlüsüne karşı oldu. Devlet şiddeti, örgüt şiddeti, erkeğin kadına uyguladığı şiddet başta olmak üzere bütün şiddet çeşitlerine karşı durdu. İnsanların diyalogla ve dayanışmayla güzel bir dünya kurabileceğine inandı ve mücadelesini bu minval üzerine kurdu.
Fincancı, Adli Tıp’ın bu kadar politik bir alan olduğunu tahmin etmiyordu. Ancak içine girdikçe bunu görecekti. O Adli Tıp’ın iktidarların emrinde olan bir yapıda olmasını istemiyordu. Objektif ve bilimsel çalışan bir Adli Tıp istiyordu. Fincancı, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Sizler adli tıp raporlarınızı nerenize koyacaksınız?” sözüne cevap verirken şunları söylüyordu: “Adli tıp uzmanlık eğitimine başladığımda bu kadar hayatın içinde, bu denli politik eylemliliğe temas eden bir alanın içine girdiğimi aklımın ucundan geçirmemiştim... Büyüdükçe öğrendiklerim, bu topraklarda yazılmış ilk adli tıp kitabının yazarı ve Ermeni soykırımının mimarlarından, Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurucularından Bahattin Şakir ile tanışmama, başlarda dehşete düşmeme yol açtı. Neyse ki dehşet uzun sürmedi. Adli Tıp uygulamalarının insanlık değerlerini korumak için geliştirilebileceğini de öğrendim adım adım.
Biz bu musibetin benzerlerinden bin nasihat çıkartalı çok olmuştu. İlk adli tıp kitabının yazarının katliam mimarı olduğu bir ülkede büyümüş, kafasını duvarlara çarpa çarpa kendisini öldüren yoldaşlarımızın yasını tutmuştuk yıllarca. Şimdi bu ülkenin Başbakanı ‘Sizler adli tıp raporlarını nerenize koyacaksınız?’ diye soruyor. Daha önce neremize koyuyorsak oramıza, Sayın Başbakan! Üstelik sizin bunu iyi bilmeniz gerekir. Bu tür raporlarla karşılaşmanız ne ilktir, ne de son olacak… Yeri geldiğinde bu raporların mağduru, yeri geldiğinde muktediri olmak sizler için mümkün olsa da bizim gibi insan hakları mücadelesine yıllarını vermişler için raporları koyduğumuz yer her zaman belli olmuştur. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde Türkiye aleyhine kararların başında gelir adli tıp raporlarındaki yetersizlik. Proje yaptınız, 3500’e yakın hekimi eğittik, değişti mi derseniz değişmedi elbette! Zira siz o eğitimi alan meslektaşlarımızı memleketin dört bir yanına aile hekimi ettiniz, hâkimlerinizle savcılarınızı ise İstanbul Protokolü’nü hayatında hiç duymamış insanlara eğittirdiniz, bizi yanlarına dahi yaklaştırmadınız”
“Şebnem ile 80’li yıllardan beri varolan bütün demokrasi ve özgürlük savaşında, bir sürü alanda bir araya geldik. Düzgün, mert ve yiğit bir insandır Şebnem. Terör örgütü propagandasıyla en son suçlanacak insanlardan biridir. Hatta terör uygulayan yapıların, mekanizmaların, devletlerin suçlarını ortaya çıkartan biridir. Bu zamana kadar tüm baskılara karşı, İstanbul Üniversitesi’nden başlayıp uluslararası bütün baskılara karşı da yiğitçe direnmiş ve olduğu yerden hiç ödün vermemiş bir insandır.”