'Kadın erkek eşit değildir, söylemi kırılma noktasıydı; erkekler korkusuzca şiddet uyguluyor'

'Kadın erkek eşit değildir, söylemi kırılma noktasıydı; erkekler korkusuzca şiddet uyguluyor'

Bilgi Üniversitesi İnsan Hakları Hukuku Uygulama ve Araştırma Merkezi’nden Gökçe Çiçek Ayata, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın kadın ve erkek eşit değildir" sözlerine ilişkin olarak, "O söylem genel olarak Türkiye’deki kadın hakları açısından ciddi bir kırılma noktasıydı. Fırsatlarda ve yüzyıllardır süregelen ataerkil sistemin ortaya çıkardığı eşitsiz durumla ilgili bir farklılıktan bahsedebilir. Yoksa kadın ve erkeğin farklı yaradılışlara sahip olduğu üzerinden eşitlik söylemini yok etmeye çalışmak, böyle mesajlar vermek, tüm toplumu olumsuz etkiliyor. Erkekler çok daha korkusuzca şiddet uyguluyor" dedi.

Evrensel gazetesinden Serpil İlgün'ün sorularını yanıtlayan Ayata'nın açıklamalarından satırbaşları şöyle:

Yasalar, yönetmelik vs. çıkıyor ama kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddet hız kesmiyor. Neden?

Kadına yönelik şiddetin arttığı zaten devlet söyleminde de yer alan bir tespit. Biliyorsunuz, 2009’da Sadullah Ergin, Fatma Kurtulan’ın verdiği soru önergesine yanıtında 2007-2009 arasında kadın cinayetlerinin yüzde 1400 arttığı yanıtını vermişti. Yine TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’nun şiddet yasasıyla ilgili yaptığı araştırmada da başvuru rakamları artmış durumda.

Öte yandan AKP hükümeti, “kadına yönelik şiddet artıyor tespiti” için şöyle bir açıklama yapıyor, diyor ki, “hayır artmadı, görünür oldu. Medya daha çok işliyor o yüzden artmış gibi görünüyor.” Bunun karşılığı var mı?

Bu görece doğru olmakla beraber şiddetin arttığı bir gerçek. Esas olarak, eşitliğe dair söylemin yok olması, kadın cinayetleri, kadına yönelik şiddet ve ayırımcılığı arttıran bir etkiye sahip. Üstelik sadece artmakla da kalmıyor, şekil değiştiriyor ve giderek de vahşileşiyor.

Nasıl şekil değiştiriyor?

Mesela, tasarlayarak öldürme bence daha yaygınlaşmış durumda. Hükümetin kadın ve erkeğin eşit olmadığı fikrine dayanan cinsiyetçi söylemlerinin sonuçları bunlar.

Erdoğan’ın, “kadın ve erkek eşit değildir” beyanını da yeri gelmişken anımsatalım…

Evet, o söylem genel olarak Türkiye’deki kadın hakları açısından ciddi bir kırılma noktasıydı. Fırsatlarda ve yüzyıllardır süregelen ataerkil sistemin ortaya çıkardığı eşitsiz durumla ilgili bir farklılıktan bahsedebilir. Yoksa kadın ve erkeğin farklı yaradılışlara sahip olduğu üzerinden eşitlik söylemini yok etmeye çalışmak, böyle mesajlar vermek, tüm toplumu olumsuz etkiliyor. Erkekler çok daha korkusuzca şiddet uyguluyor.

Dolayısıyla kilit kavram eşitlik. AKP politikalarını, söylemlerini bu eşitsiz durumun sürdürülmesi üzerine mi kuruyor?

Zaten cumhurbaşkanından bakanlara, milletvekillerinden danışmanlara, tümünün söylemlerinde kadına yönelik şiddet ve ayırımcılıkla mücadelenin devletin temel sorunu olmadığını, buna dair bütüncül bir politika üretmeye çok da niyetli olmadığını görüyoruz. Yakın zamanda Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam, “kadına yönelik cinayetlerde artış var mı” sorusuna, “elleri kırılsın” yanıtını verdi. Bu, bir hükümet politikası olamaz. Bu söylem, toplumsal cinsiyete ilişkin kalıp yargıları devam ettiren, kadını belli kalıplar içinde davranması gereken bir grup olarak belirleyen ve o kalıpların dışına çıktığında şiddeti ve ayırımcılığı hak eden bir yere koymuş oluyor. Ayşenur İslam “elleri kırılsın” yanıtında devamla söyle diyor, bence önemli; “insan kabahat işleyebilir, suç da işleyebilir ama hiçbir suçun cezası ölüm değildir, hiç kimse böyle bir karar veremez!”

Ne demiş oluyor?

Şunu demiş oluyor, “kadınlar suç işleyebilirler, bunu cezalandırabilirsiniz ama öldürmeyin!” Söyleminde hukuka, mahkemelere atıf yok. Tamamen toplum içindeki dinamiklerle oynamak üzerine bir söylem.

Ve bu erkekler “cezalandırarak” bu söylemi satın almış oluyor?

Evet. Döverek, bıçaklayarak, yakarak, elektrik vererek uygulamış oluyor.

Kadınların kendi yaşamları üzerinde söz ve karar sahibi olmayı istemeleriyle şiddet arasında ilişki kuruluyor. “Kadınlar itiraz ettikleri için şiddete maruz kalıyorlar” tespiti yaygın bir tespit ama doğru mu? Ne kadar geçerli?

Böyle bir ilişkiden bahsedebilir ama bunu her kesimdeki ve her bölgedeki kadına yaygınlaştırmak mümkün değil. Tüm ülkeyi kapsayan kadın ve erkeğin eşitsiz olduğuna dair bir söylemden ve böyle bir politikadan bahsederken, “kadınlar hak arama bilincine sahipler, itiraz ediyorlar, bunun için şiddet artıyor” demek mümkün değil.

Her gün kadın cinayetleri haberlerine uyandığımız Türkiye’de, “kaç kadın şiddete maruz kalıyor”un bilgisine sahip miyiz?

Hayır. Biliyorsunuz geçtiğimiz günlerde Bakan Ayşenur İslam, bununla ilgili bir soru önergesine, “Adalet bakanlığına sorun” yanıtını verdi.

2014 Türkiye’sinde hükümet, “kaç kadının ve hangi şekillerde şiddete maruz kaldığı” sorusunu neden yanıtlayamıyor?

Bu da politikalarla ilgili elbette. Bu yıl içerisinde böyle bir çalışma yapıldı ancak henüz yayınlanmadı. Çünkü hükümet zaten, imza koyduğu Birleşmiş Milletler Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’ne (CEDAW) göre, kadına yönelik şiddet istatistiklerini düzgün şekilde tutmak zorunda. Zaten periyodik olarak istatistikler ve araştırmalar yapılmak durumunda.

Bakanlık, son 11 yılda yüksek bütçeler ayırarak 27 araştırma yaptırmış. Ancak bunlar şiddetle değil, aileyle ilgili. Örneğin, “Türkiye’de Doğurganlık Oranlarının Düşmesi,  Potansiyel Etkiler ve Proaktif Sosyal Politika Önerileri” araştırması, 2014 yılının en önemli çalışması olmuş...

Hangi araştırmayı yapacağınız politik önceliğinizle ilgili. Hükümet uluslararası yükümlülüklerini öteliyor, görmezden gelmeye çalışıyor.

Bütçeye geleceğiz ama kaç kadının şiddet gördüğünü bilmek ne işe yarar?

Yaptığınız saha araştırmaları şiddetin kim tarafından, yani evet erkekler tarafından ama hangi erkekler tarafından uygulandığı, ne tür dinamiklere dayandığı, ne tür önlemlerin etkili olduğu, kadınların ne tür ihtiyaçları olduğu gibi verileri ortaya koyar. Yine ne tür şiddet türlerinin uygulandığı, fiziksel şiddetin mi, psikolojik şiddetin mi daha yoğun olduğu; kadınların psikolojik veya ekonomik şiddetin ne olduğunu bilip bilmedikleri, ekonomik şiddetin hangi şekillerde ortaya çıktığı gibi bir takım derinlemesine araştırmalar yapılmalı ki, şiddetin var olduğu durum ve nasıl ilerlediği görülebilsin.

 

Sığınaklara ‘konukevi’ demek, kadına ‘bayan’ demek gibi bir şey

 

Kadına yönelik şiddet başlığındaki en önemli ayaklarından biri de sığınma evleri. AKP, sığınma evlerini aileyi bölen, parçalayan, boşanmaları arttıran bir uygulama olarak görüyor. Ki zaten “konukevi” olarak adlandırıyor. Önce, 2014 yılında sığınma evleri tablomuz nedir?

Mayıs 2014 itibariyle toplam 129 kadın konukevi var. Bunların 92’si Bakanlığa, 34’ü yerel yönetimlere, 3’ü ise sivil toplum kuruluşlarına ait.

Burada da politik bir tercih söz konusu. Dediğiniz gibi, devlet sığınmaevi yerine konukevi ifadesini kullanılıyor. Oysa kadınlar sığınaklara konuk olarak gitmiyorlar, şiddetten kaçmak, hayatlarını kurtarmak için gidiyorlar. Ve buralardan konuk evi olarak bahsetmek, kadına “bayan” demek gibi, politik bir tercih. Burada çalışanların yeterliliği, kadınlara nasıl yaklaştıkları, bütüncül olarak kadınların güçlendirilmesine yönelik bir politika izlenip izlenmediğine bakmak lazım. Türkiye’deki pratikler, sığınakların hiçbir zaman bu şekilde işlemediğini gösterdi. Sığınma evlerini güçlendirmemek, standartlara uygun hale getirmemek genel politikanın bir yansıması dediğiniz gibi.

Belediyelerin de yükümlülükleri var. Ama sayı 34. Orada durum ne?

Belediyeler birkaç istisna dışında bu yükümlülüklerini yerine getirmedikleri gibi, eski haline göre kanun, sorumlu belediye sayısını azalttı..

Nasıl?

2012’de değişiklik yapıldı ve “Büyükşehir ve nüfusu 100 bin olan belediyeler kadınlar ve çocuklar için konuk evi açmak zorundadır. Diğer belediyeler de mali durumları ve hizmet önceliklerini değerlendirerek kadınlar ve çocuklar için konukevleri açabilirler” dendi. Daha önce “nüfusu 50 bin olan” şeklindeydi biliyorsunuz. Böylelikle zorunlu kılınan belediye sayısı ciddi oranda azalmış oluyor.

 

‘Karakola git’ demekten öteye gidemiyor

 

Bir de Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri (ŞÖNİM) var. Kadın hareketinin, şiddet gören kadınların hayatlarını kolaylaştırmak yerine ikinci mağduriyetle baş başa bırakıyor diye eleştirdiği ŞÖNİM’ler işlevlerini yerine getiriyor mu?

ŞÖNİM’lerle  ilgili ilk yaşanan sıkıntı, tüm Türkiye’de yer almaması. Çünkü kanunda 14 ilde pilot olarak uygulanacağı söyleniyor. Bakanlık iki yıl içerisinde her ilde açılacağını söylüyor. İstanbul gibi bir ilde tek bir ŞÖNİM var. Neredeyse bir ülke büyüklüğündeki İstanbul’da tek bir ŞÖNİM açmış olmanız, kadınlara “ŞÖNİM”den yararlanmayın demekle aynı şey. Kadın o ŞÖNİM’e nasıl ulaşacak? O kadının yol parası var mı? Okuma yazması var mı? Oraya tek bir sefer gitmesiyle işi çözülüyor mu? Bunları düşünmeden yapılan planlamalar aslında göstermelik olmanın ötesine geçmiyor.

Bakanlık, ŞÖNİM’leri  şiddete uğrayan kadınlar için bir kurtuluş veya soruna hızla müdahale eden kurumlar gibi lanse etti. Ancak uygulamada ciddi sorunlar olduğu açık. ŞÖNİM’ler nasıl olursa işlevli olur? Ya da baştan yanlış bir proje miydi?

ŞÖNİM’lerin çıkış fikri yurtdışındaki birtakım örnekler. İstanbul Sözleşmesi’nde, örneğin cinsel şiddet/tecavüz kriz merkezleri kurulmasına yönelik bir düzenleme de söz konusu. ŞÖNİM’lerin kuruluşu onunla da bağlantılı. Ama tabii ki birebir aynı şeyler değil.

Cinsel şiddet merkezlerinin kurulması yer alıyor mu kanunda? Hayır, kanuna girmedi cinsel şiddet kriz merkezleri. İstanbul sözleşmesi 1 Ağustos’ta yürürlüğe girmiş olmasına rağmen bununla ilgili herhangi bir adım da atılmadı.

“Çıkış fikri yurtdışındaki örneklerdi” dediniz. Oralarda nasıl işliyor bu tür kurumlar?

Yurtdışındaki uygulamalarda, kadın bu tür kuruma gittiğinde polisi de orada bulabiliyor, basit tıbbı müdahale de görebiliyor, evden terliği ile ya da pijamalarıyla gittiyse üstüne kıyafet de bulabiliyor. Yine psikolog bulabiliyor. Yine çocuklarını bırakabileceği çocuk odası veya kreş de var. Kadın eğer yasal birtakım yollara başvurmak istiyorsa buna ilişkin ilk başvuruları yapmasını sağlayacak bir yapı var. Yani, ŞÖNİM’lerin çıkış fikri, kadının tüm ihtiyaçlarının bir tek çatı altında ve 7 gün 24 saat karşılayabilmesiydi. Ama böyle işlemiyor. Öncelikle personeli ve sayısı yetersiz zaten.

Bizde nasıl yürüyor peki?

Aslında yürüdüğü söylenemez. ŞÖNİM’lerin şu an yürümemesi, irade eksikliğiyle bağlantılı kapasitesinin yetersizliği, amacına uygun hale getirilmemesiyle ilgili. 6284 sayılı yasanın koordinasyonun tümünün ŞÖNİMLER tarafından gerçekleştirilmesi lazım. Kadının sığınağa yerleştirilmesi gerekiyorsa, bunun değerlendirilmesi de, sosyal inceleme raporlarının düzenlemesi de, istatistiklerin tutulması da, ŞÖNİM’in kurulduğu bölgedeki ilgili birimler arasındaki işbirliğinin sağlanması da, tümü ŞÖNİMLER üzerinde. ŞÖNİMLER bunu yapamadığı için şu an için işlevi, başvuran kadını, sığınak ihtiyacı varsa sığınağa yerleştirmek veya “karakola git” demenin ötesine pek geçemiyor.

 

'Birlikte mücadele etmeyi öğrenmemiz lazım'

 

Kadın hareketinin savunma pozisyonunda kaldığı, var olan hakları koruma pozisyonuna sıkıştığına ilişkin bir tespit var. Sizin gözleminiz ne?

İster istemez var olanı koruma hattına çekilmiş durumdayız. Çünkü eşitlikle ilgili söylem bozulduğu an, zaten çok ciddi bir saldırıyla karşı karşıyasınız. Eşitlik söyleminden vazgeçildiği an, var olan haklarımızı bile kullanamaz hale geliyorsunuz. Eksik olan, genişletilmesi gereken bir takım hak ve özgürlüklerden bahsedemez hale geliyorsunuz. İster istemez bir savunma pozisyonuna çekilmek durumunda kalıyoruz. Tüm Türkiye’de böyle bir hal olduğunu düşünüyorum. Sadece kadın hareketi açısından değil. Özellikle Ergenekon ile başlayan ve farklı şekillerde devam ede gelen büyük davaların, büyük operasyonların altında biraz Türkiye ezildi aslında. Hâlâ hukuka sırtımızı dayamak istiyoruz ama artık anayasanın bile askıya alındığı bir dönemden geçiyoruz.

Muhafazakar kadınların bütün bu politikalar karşısında sessiz kalmalarını nasıl yorumlarsınız?

Muhafazakar kadınların içinde bulundukları yapı içerisinde ses çıkarmaları kendi açılarından ciddi tehditler oluşturabiliyor. Bu konudaki en büyük kırılmalardan birini kürtaj tartışmalarında yaşadık. Ama aynı zamanda genel olarak tüm Türkiye açısından ve ister istemez kadın mücadelesine de yansıyan mücadelede şöyle bir sıkıntı olduğunu düşünüyorum; Demokrasi, hak söylemi, insan onuru, ayırımcılık gibi kavramların çok fazla içinin boşaltıldığı, esnetilmeye başlandığı; bu kavramların nasıl ele alınacağı yönündeki standartların giderek muğlaklaştığı bir dönemden geçiyoruz. Bu dönem de sadece kadın hareketi açısından değil, bütün muhalefet açısından da birtakım ayrışmalara yol açıyor. Farklı alanlardaki kadınların sadece kadın hareketi olarak değil, hak temelli çalışan bütün yapılarla ortak hareket etmeyi öğrenmesi lazım. Bunu Türkiye açısından çok önemli buluyorum. Çünkü temel hak ve özgürlüklerle ilgili ciddi bir görmezden gelme ve saldırı söz konusu. Ve sadece kadın hakları acısından değil, yoksullar açısından da aynı şey geçerli, işçi hakları acısından da, engelli hakları açısından da, çocuk hakları açısından da birlikte mücadele etmenin veya kadın hakları içerisindeki farklı akımların, yapıların da birlikte mücadele etmeyi öğrenmesi lazım. Bunu hâlâ becerebildiğimizi düşünmüyorum. Bu konuda eksiklerimiz var.

 

“Şiddet normaldir” söylemi yerini, “burdan bir şey çıkmaz”a bıraktı

 

6284 sayılı yasaya bakılırsa, şiddet gören kadınların bir polis merkezine, jandarmaya, savcılığa veya doğrudan aile mahkemesine başvurması yeterli olacak koruma altına alınmaları için. Ancak yıl içinde bu aşamaların hala kolay geçilemediğine ilişkin epeyce örnekler yaşandı. Geçen sürede, işin bu en önemli ayağında birtakım iyileşmeler söz konusu mu?

Mor Çatı ile yaptığımız araştırmada şöyle bir eğilim var gibi; eskiden “şiddet normaldir” söylemi özellikle kollukta, yani polis ve jandarmada daha kolay dile getirilirken, şimdi, “zaten buradan bir şey çıkmaz. Çalışıyorsun, bunu nasıl takip edeceksin? 50 sefer gidip gelmen gerekecek? İşyerinden izin alman mümkün mü” gibi söylemlerin biraz daha yaygınlaştığını görüyoruz.

 

'Yani değişiklik var ama caydırmaya yönelik bir değişiklik!'

 

Evet. Sonuç olarak aynı etkiye neden oluyor. Bu da bize kanunların çıkmasının tek başına yeterli olmadığını gösteriyor. 6284 Sayılı Kanunda, kadının şiddet gördüğü takdirde alınabilecek tedbirler arasında kadına belli bir süre boyunca mekan değişikliğinde bulunmasına dair öneri de söz konusu. Ama polis görevini yapmamak için, kadının ailesi diyelim jandarma bölgesinde ise, jandarma bölgesine yönlendirdiğini duyuyoruz. Jandarma da polis bölgesine yönlendiriyor. O yüzden  kanunun uygulanıp uygulanmadığı ve nasıl uygulandığı çok önemli. Kamu görevlileri, kolluk, kanunu düzgün uygulasa bile etkilerini ölçmek gerek. Ama Türkiye’de bu konuda da ciddi eksiklik var. Hangi tür şiddet olaylarında kanun daha etkili, ne tür tedbirler daha etkili, yeni ne tür tedbirler eklenebilir? Başka meslekleri işin içine dahil etmek, daha faydalı sonuçlara neden olur mu? Bizde kanun yapım süreçlerinde, tüm bileşenleri dinlemek gibi bir eğilim yok. Şeffaf değil zaten kanun yapım süreçleri. 

 

'Çocuk, yaşlı, engelli bakımını kadına yıkarak çözemezsiniz'

 

Gelelim tüm bu konuştuğumuz aksaklıkların en azından bir bölümünün çözülmesinde gerekli olan bütçeye. Aile Bakanlığı’nın bütçesi 2015 yılında yüzde 19 arttırılmış ancak bütçenin 87’si personel ücretlerine, engelli, yaşlı bakım hizmetlerine ayrılıyor. 2015 bütçesinde, Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün (KSGM) payı 1.5 milyon liraya yakın azaltılmış olması dikkat çekici. KSGM’nin kapatılma eğilimi olduğunu biliyoruz. Bütçeden ayrılan payın azaltılması kapatılma niyetini güçlendirmiş mi oluyor?

 

KSGM, kadın sorunlarıyla ilgili, Türkiye’deki ilk kamusal yapılanma. KSGM, kadın erkek eşitliğinin tüm devlet politikalarına yerleştirilmesinden ve şiddetle mücadeleden sorumlu olan asıl birim. Bütçesinin azaltılıyor olması dediğiniz gibi, “kapatılacak” söylemlerinin çok da yersiz olmadığını açık şekilde ortaya koyuyor. Çünkü bütçenin azaltılması biliyoruz ki, süreç içinde işlevsiz hale getirilmesi, personel sayısının azaltılması, hizmet verdiği alanların daraltılması gibi sonuçlara yol açacaktır. 

Bakanlığın bütçesine gelince; başta bakanlığın bu şekilde teşkilatlanması zaten yanlış. Her gün 5 kadının öldürüldüğü bir ülkede olması gereken kadın bakanlığının devam etmesiydi. Kadını aileye hapsetme üzerinden bir politika yürütülüyor ve bunun içinde kadınlar engelli, çocuk, hasta ve yaşlılarla birlikte kadınların da aynı çatı altında eritilmeye çalışılıyor olmasıyla ilgili bir şey. Bunların hepsi farklı hizmetler ve siz sosyal bir devletseniz bu hizmetleri tabii ki sunmak zorundasınız. Kadına ilişkin çözülmesi gereken sorunları bu potanın içinde eriterek, bu hizmetleri kadına yıkarak çözemezsiniz. Bu bakış açısı da tabii ki taraf olunan uluslararası sözleşmelerin ve iç mevzuattaki düzenlemelerin uygulanmasında bir sıkıntı yaratıyor. Çünkü uygulanmadığında yapılan bir şey yok.

 

'Psikolojik şiddetin tespit edilmesi zor'

 

2014’ün ilk altı ayında Mor Çatı’ya başvuran kadınların yüzde 43’ü psikolojik şiddete maruz kaldığını belirtmiş. Yine başvuranların dörtte biri fiziksel şiddette uğradığını söylerken, ekonomik şiddetin de yaygın olduğu tespit edilmiş. Psikolojik şiddetin oranının artması bize ne söylüyor?

Öncelikle bunu Türkiye geneline yaymanın mümkün olmadığının altını çizmemiz gerek. Erkekler, fiziksel şiddet nedeniyle cezalandırılma olasılıklarının daha yüksek olduğunu düşündükleri için psikolojik şiddeti daha fazla kullanmaya başlamış olabilir ama bunu söylemek için daha fazla araştırma yapılması lazım. Bunun için verilerin düzenli, güvenilir şekilde toplanması gerek, bu da devletin görevi.

Kadın cinayetlerindeki artış, ekonomik, psikolojik, cinsel, sözsel şiddet biçimlerini tartışmayı geri plana itiyor. Mor çatının bu araştırması, şiddet biçimleri konusundaki algının da değişmeye başladığını gösterir mi? Yoksa bu çok iyimser bir çıkarım mı olur?

En azından Mor Çatı’ya başvuran kadınlar arasında bir bilinçlenme olduğunu, psikolojik şiddetin ne olduğuna dair fikir sahibi olan kadınların sayısının arttığını söyleyebiliriz tabii.  Psikolojik şiddeti uygulayan erkekler, psikolojik şiddeti çok farklı şekillerde kullanıyorlar. Psikolojik şiddetin tespit edilmesi, kadın tarafından fark edilmesi de çok zor.

Psikolojik şiddeti daha anlaşılır kılmak için soralım; psikolojik şiddet parantezine neler giriyor? 

Devamlı aşağılama, hakaret etme, hizmetçi muamelesi yapma, korkularını kullanma, küsme, çocukları uzaklaştırma, güveninizi kırma, kıskançlık, gözdağı verme gibi pek çok örnek verilebilir. 

Peki kolluğa “ben psikolojik şiddete” uğruyorum diye başvurduğumda, neyle karşılaşıyorum? Ne kadar ciddiye alınıyorum?

6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’a dayanarak tedbir talebinde bulunulabilir. Kanunda sayılı bazı tedbirler var. Toplumun en fazla bildiği evden uzaklaştırma tedbiri ancak hakim bu tedbirlerle sınırlanmış değil başka tedbirler de söz konusu olabiliyor. Bunun dışında olayın gerçekleşme şekline göre ceza kanunundaki tehdit, şantaj, hakaret gibi bir takım maddelere dayanılarak da şikayette bulunulabilinir. İstanbul sözleşmesi’nde psikolojik şiddetin ceza kanunlarında özel olarak tanımlanması gerektiği söyleniyor mesela. 

Yapıldı mı peki?

Bizim ceza kanunumuzda böyle özel bir düzenleme yok. Türkiye biliyorsunuz İstanbul Sözleşme’sine çekincesiz taraf olmuş durumda. Israrlı takibin de cezalandırılması yönünde bir düzenleme var sözleşmede. Ancak bu da yok ceza kanununda. 

Kadınların ellerinde koruma kararları olduğu halde,hatta adliye önlerinde koruma polisiyle birlikte öldürüldüğü tablosu, psikolojik ya da ekonomik şiddetle ilgili hak arama şevkini/cesaretini kırıyor mudur, ne dersiniz? 

Olabilir tabii. Ama kadın mücadelesi içindeki örgütlerin bunu kırmaya yönelik mücadele etmesi, iyi örnekleri daha fazla duyurmak, bu asıl olarak devletin görevi olmakla birlikte, belki kadınları cesaretlendirmek anlamında etkili olacaktır. Van’da yakın zamanda verilen bir karar var örneğin. Şiddet gördüğü için defalarca polise başvurmasına rağmen öldürülen AT ile ilgili bir karar. İçişleri Bakanlığı AT’yi koruyamadığı için tazminata mahkum edildi. Daha Danıştay’da olsa da, bu önemli bir karar.

 

‘Haberin dilinin iyileşmesi yeterli değil. Bazı gazete ve haber sitelerinde neredeyse soft porno var’

 

Medya da, özellikle büyük sermaye grupları kadına yönelik şiddete ilişkin çeşitli farkındalık projeleri yürütüyor vs. ama medyanın dili ne kadar değişti? Zira, şiddet haberleri verildiğinde misal, “barışmayı reddedince öldürdü” başlığında, erkek şiddetini haklı çıkaran/meşrulaştıran dil hala çok baskın. Katılır mısınız?

Medyanın bir bölümünde dil kısmen iyileşmiş durumda. Çünkü bir şekilde kadın mücadelesiyle bir bağ kurmaya çalışıyorlar. Karşılıklı bir deneyim paylaşımı sonucunda bir iyileşmeden bahsedilebilir ama bir bölümü hala çok cinsiyetçi. Kadınların görüntülerini buzlamaktan tutun da, farklı pek çok uygulama var. Kadınları hak arama yollarından korkutacak bir dil kullanılabiliyor. Mesela “Boşanmak isterseniz öldürülürsünüz” şeklinde anlaşılacak. Şiddet meşrulaştırılıyor. Bunun dışında gazetelerin ya da web sitelerinin (üstelik haber siteleri bunlar) pek çoğuna bakıyorsunuz kadın bedeni fütursuzca satış malzemesi olarak kullanılıyor neredeyse soft porno var. Dolayısıyla haberin dilinin iyileşmesi tek başına yeterli değil, bütüncüllük çok önemli.