Kadın hareketi aktivisti ve avukat Hülya Gülbahar kadınların ne ailede, ne devlette, ne de toplumda “reisli” bir yaşam tarzı istemediklerini ve buna karşı itirazlarını yükseltmeye devam ettiklerini söyledi.
Yeni bir anayasa yapımının hükümet tarafından gündemde tutulduğu bu günlerde kadınların önemli bir çoğunluğu için anayasa ve yasalarda eşit yurttaşlar olma fikrinin önemine dikkat çeken Gülbahar, “Kadınlar ailede, toplumda, devlette reisli bir yaşam modeline karşı kendi yöntemleriyle itirazlarını yükseltmeye devam ediyorlar. Kişisel gözlemlerim bugün Türkiye’de kadınların ve kadın örgütlerinin önemli bir bölümünün düşüncesi topluma ve kadınlara demokrasi, özgürlük ve eşitlik getirecek bir anayasa yapılmayacağı yönünde. Dolayısıyla beş yıl öncesinden farklı olarak kadınlar yeni bir anayasa konusunda umutlarını kaybettikleri gibi anayasa hakkında konuşmayı bile tehlikeli bir sürecin değirmenine su taşımak olarak değerlendiriyorlar” dedi.
Eşitlik İzleme Kadın Grubu (EŞİTİZ) kurucu ve sözcülerinden de olan Gülbahar, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’ne Türkiye’deki çatışma koşullarının damgasını vurduğunu belirtti.
Hülya Gülbahar’ın, gazeteci Yonca Poyraz Doğan'ın sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
-Sizce 8 Mart 2016’ya damgasını vuran gelişme nedir?
Türkiye’de en tedirgin eden nokta çatışma koşulları. Bu çatışma koşulları cinsiyetçiliğin hangi boyutlara ulaştığını da gösterdi. İktidar aile ve çocukları koruyoruz derken buna 2016 bütçesinde yeterli pay ayırmadığı gibi çatışmalı toplumsal ortamda kadın ve çocuklara asla korumacı davranmadığını da gösterdi. Kesin rakamlara ulaşamıyoruz ama 1 Kasım sonrası alevlenen çatışma ortamında en az 93 çocuk ve 94 kadın öldürüldü. Öldürülen kadınların çıplak bedenlerinin teşhir edilmesi, İstanbul’da kolluk güçlerinin yargısız kadın infazlarının bazılarında kadınların vajinalarına ateş edildiği iddiası Türkiye’de kadınların muhalif kimliklerinin yanı sıra kadın kimliklerine saldırı politikasının uygulandığını gösteriyor. Kadın aktivistler sürekli gözaltına alınıp yargılanıyor. Cumhurbaşkanına hakaret iddiasıyla haklarında dava açılanların önemli bir bölümü kadınlar. Kendim de şahsen deneyimlediğim gibi bağımsız kadın örgütleri temsilcilerine, meclis komisyonlarında yer verilmiyor, yer verildiği takdirde de erkek şiddetine maruz bırakılmak isteniyor. Kadın karşıtı, kadınların muhalif olmasına ve itiraz etmesine tahammül göstermeme durumu, Ekvator kadın hareketinden kadınlara karşı fiziksel saldırıya kadar vardı.
-Peki, yeni anayasayı tartıştığımız bu günlerde kadınlar bu konuda ne kadar tedirgin?
Kadınlar 2010 yılından beri pozitif ayrımcılık konusunda verilen vaatlerin aldatmaca olduğunu gördüler. Pozitif ayrımcılık adına ne siyaset, ne istihdam, ne de diğer alanlarda kadınların gerçekten eşit şekilde yer almasını sağlayacak önlemler almak yerine tam tersine onları çalışma hayatında kiralık geçici işçi statüsüne sokacak uygulamaların olması kadınlarda hayal kırıklığı yarattı. Başta kadınlara pozitif ayrımcılık olarak sunulan kadınlara özel pembe taksi, otobüs, plajlar gibi uygulamalar bugün artan sayıda kadının tepkisine neden olan negatif ayrımcı politikalar olarak görülüyor. Bugün kadınların önemli bir çoğunluğu için anayasa ve yasalarda eşit yurttaşlar olma fikri büyük önem taşıyor. Kadınlar ailede, toplumda, devlette reisli bir yaşam modeline karşı kendi yöntemleriyle itirazlarını yükseltmeye devam ediyorlar. Kişisel gözlemlerim bugün Türkiye’de kadınların ve kadın örgütlerinin önemli bir bölümünün düşüncesi topluma ve kadınlara demokrasi, özgürlük ve eşitlik getirecek bir anayasa yapılmayacağı yönünde. Dolayısıyla beş yıl öncesinden farklı olarak kadınlar yeni bir anayasa konusunda umutlarını kaybettikleri gibi anayasa hakkında konuşmayı bile tehlikeli bir sürecin değirmenine su taşımak olarak değerlendiriyorlar.
-Kadına yönelik şiddet konusu artık her daim gündemimizde. Haberler kadına yönelik şiddet olaylarını detaylarıyla veriyor. Ancak şiddeti önlemeye yönelik olarak ne yapılıyor konusu gündemde değil. Özellikle geçtiğimiz yıllarda medyaya çok yansıyan panik butonu, elektronik kelepçe gibi uygulamalar ne durumda, kaç kişiye uygulanmış?
Kadına yönelik şiddet konusunda bir devlet politikası olarak kurumsal hizmetler verilmiyor. Kadına karşı şiddette politikaların eksiklik ve yetersizliklerini örtmek için teknolojik reklamlar yapılıyor. Özellikle 6284 şiddet yasasının çıktığı 2012’den itibaren bugüne kadar devlet yetkililerinden panik butonu uygulaması dinledik. 2012’den 2016’ya kadar tutulan resmi kayıtlara baktığımızda panik butonu sadece Adana ve Bursa illerinde pilot bölge olarak uygulandı ve bu uygulama Eylül 2015’te sona erdirildi. Adana’da 107, Bursa’da 122 olmak üzere toplam 229 kişiye panik butonu verilmiş – bir kısmı da erkeklere verilmiş. Tüm Türkiye’de sadece 22 cihaz aktifmiş. Dolayısıyla teknolojik reklamlarla büyük gürültüler koparılan panik butonu uygulaması sadece göstermelik olarak kalmış.
-Bu elektronik yöntemlerle can kurtarılabilir mi?
Doğru kurumsal destek ve kolluk müdahalesi sağlanabildiği takdirde panik butonu can kurtarıcı bir araç olabilir. Ama kadına karşı şiddetle mücadelede etkisi son derece sınırlıdır; elektronik kelepçe uygulaması da öyle. Yetkililer, panik butonunun faydasını görmedik diye yeni bir şova başlıyorlar, o da elektronik kelepçe uygulaması. 8 Mart 2015 tarihinde Adalet ve İçişleri Bakanlığı bir pilot uygulama olarak sadece İzmir ve Ankara kentlerinde sadece bir yıl geçerli olmak üzere elektronik kelepçe ile ilgili bir protokol oluşturdu. Aile Bakanlığı verilerine göre 8 Mart 2015’de başlatılan, faillere takılan elektronik kelepçe uygulamasının tek örneği 30 Temmuz 2015 tarihinde bir erkeğe takılan elektronik kelepçe. 8 Mart 2016’da sona erecek bu protokole göre sadece bir kişiye elektronik kelepçe takılmış. Panik butonu mağdura verilip, saldırganın yaklaşma ihtimalinde mağdurun emniyet görevlilerini uyarması üzerine kurulu bir sistem. Elektronik kelepçe ise faile takılıp, failin mağdura yaklaşmasını engelleyecek bir sistem. Kadına karşı şiddette her ikisi de kullanılabilecek yöntemler. Ancak bir yıldır elektronik kelepçe takacağız diye reklam yapılmasının sonucunda görüyoruz ki sonuç bu: Bir kişiye elektronik kelepçe takılmış.
-Başka raporlar ne gösteriyor? Emniyet Genel Müdürlüğü de kolluk mekanizması olarak bu işin içinde. Kadına yönelik şiddeti önlemek için planları var mı?
Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ve Jandarma Genel Komutanlığı’nın kadına yönelik şiddetle mücadelede teknik takiple ilgili olarak bir yıl içinde yaptığı tüm faaliyetler, bakanlıkta bu tür toplantılara katılmak ve kendi içlerinden teknik takip konusunu izleyecek personel isimlerini saptamaktan ibaret. Bu çok acı. Emniyet Genel Müdürlüğü kadına yönelik şiddete karşı şunları planlamış, diyor ki: “Kadına yönelik şiddetle mücadele kapsamında teknik yöntemlerle izleme sistemlerinin kullanılmasına yönelik pilot uygulama işbirliği protokolü çerçevesinde kurumumuzca yapılması gerekenler süreç içinde yapılacaktır.” Bu resmi bir rapor ancak bir rapor olmaktan çok uzak. Yapılması gerekenler soyut, açıklanmıyor ve süreç belirsiz. Bu bilgileri okuduğum metin “Türkiye’de kadına yönelik şiddetle mücadele ulusal eylem planı” Haziran 2014-Haziran 2015 arası değerlendirme raporundan.
-Kadına yönelik şiddet konusunda bir devlet politikası olarak verilmesi gereken kurumsal hizmetler arasında başka neler var? Türkiye’nin bu alanda eksikliklerini gözden geçirebilir miyiz?
İstanbul Sözleşmesi, kadına karşı şiddetle mücadelede üç ayaklı kurumsal mekanizma öngörüyor. Bunlardan bir tanesi kadınların kolayca ulaşabileceği sığınaklar ve kadın danışma merkezleri; ikincisi kadınların yine kolayca ulaşabileceği yakınlıkta cinsel şiddet kriz merkezleri; üçüncüsü de kadınların 7/24 başvurabilecekleri, şiddet olaylarını ihbar edebilecekleri, ihbar edilen olaylara anında yanıt verebilecek Alo Şiddet hattı. Bu üç kurumda da kadınlara hızlı, anlayacakları dilde ve sonuç alıcı destekler verilmesi gerekiyor. Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün (KSGM) Haziran 2014-2015 arası şiddetle mücadele resmi raporundaki verilere göre 2015 yılı Haziran ayı itibarıyla 3378 kapasite ile toplam 131 konuk evi var; bunların 95’i bakanlığa bağlı, 33’ü yerel yönetimlere bağlı. Oysa ki, yerel yönetimler yasasına göre nüfusu 100 bini aşan tüm belediyeler ile tüm büyük şehir belediyeleri sığınak açmak zorunda. İşin kötüsü Haziran 2016’ya kadar olan stratejik planda belediyelerin konukevi açması ya da konukevi açmak isteyen STK’lara ayni ya da maddi destek vermesini sağlamak için yapılacak hiçbir çalışma olmadığı ilan ediliyor. Türkiye’de cinsel şiddet kriz merkezi yok, stratejik planda adı bile anılmıyor. Alo Şiddet hattı da yıllar içinde kadına şiddet hattı olmaktan çıkıp aile, çocuk, kadın, özürlü, sosyal hizmet danışma hattına çevrilerek neredeyse kanaryası kaçanların da başvurabileceği bir hat haline dönüştürülmüştü. Adı da değiştirildi ve “sosyal destek hattı” oldu. Bunlar da bize kadına yönelik şiddetle mücadelede kararlı bir devlet politikasının olmadığını gösteriyor.
-2016 tahmini bütçesi açıklandı. Burada kadına karşı şiddetle mücadelede ayrılan rakamlar ne gösteriyor? Devlet, kadına karşı şiddetle mücadelede kadına destek veriyor mu?
Kadına yönelik şiddetle ilgili kurum olan KSGM’nin 2016 tahmini bütçesi için 9,5 milyon tl öngörülmüş. CHP Tekirdağ milletvekili Candan Yücer’in yaptığı açıklamaya göre 9,5 milyon tl, Cumhurbaşkanlığı külliyesinin yıllık 10 milyon tl olan ısınma masrafından bile düşük. Ayrıca sarayın araç filosunun bir yıllık yakıt masrafı 3,4 milyon tl. Tahmini bütçedeki rakamlara bakarsak, devletin tüm kadın konukevlerinde kalan kadınlar için harçlık olarak ayrılan bütçe büyük şehirlerde yıllık 5500 tl, tüm il ve ilçelerde 3300 tl, yani toplam 8800 tl. Sonuç olarak devlet kadına karşı şiddetle mücadelede kadına destek vermiyor. Kadınları iş hayatına katacak, mikro kredi gibi, hiçbir destek yok. Toplam 370 kadına iş arama becerileri eğitimi verilmiş ama bir yıl boyunca devlete ait sığınakta kalan tek bir kadın bile işe yerleştirilmemiş.
-Devlet bu konuda çalışan STK’lara destek veriyor mu?
Kadın hareketinin hemen her alanında yeni STK’lar oluşturulmaya başlandı. Oysa sivil toplum örgütleri sivil olmalı ve siyasi iktidarlardan bağımsız çalışmalı. Şimdi hükümet destekli sivil toplum kuruluşları var; ben onlara “sivil” devlet kuruluşları diyorum. Bunların hükümet politikalarının kadınlara ve topluma empozesi için çalışmakta olduğunu görüyoruz.
-Peki kadına yönelik şiddetle ilgili rakamsal veriler ne durumda?
Kadına karşı şiddet ve ayrımcılıkla mücadelenin sacayaklarından bir tanesi sağlıklı istatistiklerin toplanmasıdır. İstanbul Sözleşmesi bunu devlete ve tüm kurumlara bir görev olarak yükler. AİHM kararlarında da görüldüğü gibi devlet herhangi bir sorun alanıyla ilgili cinsiyetlendirilmiş ve ayrımcılıklara göre tasnif edilmiş istatistiki verileri toplamıyorsa, o devletin ayrımcılığa karine teşkil etmesi durumu ortaya çıkıyor. Kadın cinayetleri konusunda maalesef 2009 yılı temmuz ayında eski Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in açıklamasından sonra sağlıklı bir istatistik yayınlanmadı. Aile Bakanlığı’nın geçtiğimiz yıl emniyet ve jandarma kayıtlarına göre kadın cinayeti olarak geçtiğini açıkladığı vaka sayısı ile sivil toplum örgütlerinin gazete haberlerinden derleyerek bulduğu kadın cinayetleri sayısı arasında 100’ün üzerinde fark var. Bu bize devlet eliyle kadın cinayetleri sayısının düşük gösterilmeye çalışıldığı politikasının uygulandığını gösteriyor. Geçtiğimiz günlerde HDP milletvekili Ayşe Acar Başaran Adalet Bakanlığı’na kaç kadının şiddete karşı koruma talebinde bulunduğu, bunların ne kadar sürede kabul edildiği, koruma kararı alındığı halde kaç kadının şiddet gördüğü ve öldürüldüğü ve bu cinayet davalarında ne tür indirimler uygulandığına dair verdiği soru önergesine Adalet Bakanlığı’nın verdiği cevap, Türkiye’yi tüm uluslararası mekanizmalarda zor durumda bırakacak nitelikte. Çünkü bakanlık verdiği cevapta “Biz sanık ve suç esasına göre istatistik topluyoruz; madurun yaşı, ekonomik ve medeni durumları gibi ayrıntıları esas almıyoruz, koruma altındaki kadın sayısı, şiddet gören veya öldürülen kadın sayısı ve bunların faillerine verilen ceza ve benzeri konularda olarak bakanlığımızda veri bulunmamaktadır” demekte.
-Türkiye bir devlet olarak kadına yönelik şiddetle, etkili bir şekilde mücadele etmediği için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde mahkum edilmişti. Sonrasında İstanbul Sözleşmesi ile Türkiye önemli bir adım attı ve kadına yönelik şiddetle mücadele edeceğine söz verdi ancak açıkladığınız veriler bu mücadelenin yürütülmediğini gösteriyor.
1 Ağustos 2014’den beri Avrupa Konseyi Kadına Karşı Şiddetle Mücadele Sözleşmesi tüm maddeleri ile yürürlükte. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde, Nahide Opuz kararıyla, Türkiye bir devlet olarak kadına karşı şiddetle etkili bir şekilde mücadele etmediği için mahkum edilmişti. Ve Türkiye’de günde en az 3-5 kadının ölümü tüm dünyada dikkat çeken bir olgu. Türkiye bu nedenle bozulan imajını düzeltebilmek için Avrupa Konseyi şiddet sözleşmesini İstanbul’da imzaya açma yolunda büyük gayret sarf etti ve sözleşme İstanbul’da imzaya açıldığı için artık İstanbul Sözleşmesi olarak anılıyor. Sözleşmenin ana felsefesi, kadına karşı şiddetin toplumdaki tarihsel güç eşitsizliğinden, kadın erkek eşitsizliğinden kaynaklandığını, kadınlarla erkekler arasında eşitlik sağlandığında şiddetin azaltılabileceğini, eşitsizlik arttığı takdirde şiddetin de artacağını söylüyor.
Ne yazık ki Türkiye’de, en tepeden en alt kadrolara kadar resmi devlet politikası kadınlarla erkeklerin eşit olmadığı, yaradılışları gereği toplumda birbirinden farklı işlevlere sahip olduğu, kadınların birinci vazifelerinin annelik ve eşlik görevlerini yerine getirmek olduğu, erkeklerinse toplumsal hayatın bütün alanlarındaki pozisyonlarının pekiştirilerek sürmesi gerektiğini söylüyor. Oysa İstanbul Sözleşmesi, kadın erkek eşitliğinin sağlanabilmesi için tüm geleneksel rollere ilişkin kalıpların eşitlik çerçevesinde değiştirilmesini, ailede, toplumda ve devlet politikalarında tam bir kadın erkek eşitliği politikasının uygulanmasını ve buna engel olabilecek her türlü kültürel kodun, alışkanlıkların, geleneklerin, örf ve adetlerin, dini inanışların ve namus anlayışının değiştirilmesi gerektiğini söylüyor.
-Son günlerde AİHM Türkiye’ye bir ceza daha verdi ve Selma Civek isimli kadını cinayetten koruyamadığı için Türkiye’yi tazminat ödemeye mahkum etti. Bu bize ne gösteriyor?
Türkiye’de kadını şiddete karşı koruma kararlarının ne kadar kağıt üzerinde ve etkisiz olduğunu gösteriyor. Aynı zamanda İstanbul Sözleşmesi’nin de ihlal edildiği alanı işaret etmiş oluyor. İstanbul sözleşmesi, failin serbest bırakıldığı durumlarda kadına haber verilmesi gerektiğini söylüyor. Selma Civek, failin serbest bırakıldığının kadına haber verilmediği durumda kadının fail tarafından öldürüldüğü, bildiğimiz üçüncü vaka. Failin serbest bırakıldığı, Selma Civek’e haber verilseydi belki de bu cinayet önlenecekti.
-AİHM’in kadın hakları konusunda başka hangi kararlarından bahsedebilirsiniz?
Evli kadının, kocasının soyadını taşıma mecburiyeti ile ilgili kararlar var. AİHM bu konuyla ilgili olarak ilk kararlarında Türkiye’yi tazminata mahkum etmiyor sadece özel hayatın gizliliğini ihlal etmekten suçlu buluyordu ama artık Türkiye’yi kadınlara tazminat vermeye de mahkum ediyor. Bu kadınlar açısından olumlu. Ancak Türkiye’nin giderek artan sayıda tazminata mahkum olacağını gösteriyor.
-Türkiye’de kadınlar neden hala evlilik öncesi soyadını kullanamıyor?
Bu konuda Türkiye’de Anayasa Mahkemesi bireysel başvurular sonucu net bir karar verdi ve başta Anayasa’nın 90. Maddesi gereğince yürürlükteki CEDAW’a (Birleşmiş Miletler Kadınlara Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi) atıf yaptı ve ailenin soyadı dahil olmak üzere eşler, evlilik içinde eşit hak ve yükümlülüklere sahiptir dedi. Buna rağmen Türkiye’de evlilik öncesi soyadını kullanmak isteyen kadınların gidip tek tek dava açmaları, devlete harç ödemeleri, avukat tutmaları, gerekiyor. Ayrıca valiliklerin birimleri olan nüfus müdürlükleri bu davaya katılıyorlar ve davanın reddedilmesi için mücadele ediyorlar; kadınlar davayı kazanırsa temyiz edip dosyayı Yargıtay’a gönderiyorlar. Nüfus müdürlüklerinin itirazlarında “aile ve kamu düzeni” gibi kavramlarla açıklamalar sunup kadının kocasının soyadını kullanmak mecburiyetinden olduğunu belirtiyorlar. Bir başvuru sonucu Yargıtay 2. Hukuk Dairesi, evli kadın evlilik öncesi soyadını kullanmaya devam edebilir yönünde karar vermişti ve bu kamuoyuna “müjde, kadınlar evlilik öncesi soyadını kullanabilecek” gibi sunuldu. Ancak hükümet ve Adalet Bakanlığı yıllardır bu konuda inat ettiği için gereken düzenlemeyi yapmıyor. Hükümetin bu konuda bir inatlaşma içine girip sorunu çözmemesi kadına karşı devlet eliyle uygulanan şiddetin bir başka göstergesi. Bu sorunun bir de başka bir boyutu var. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayan erkeklerle evli olan kadınlar, TC tarafından tanınan evlilik öncesi soyadları ile kimlik alabiliyorlar. Belli ki bu bir İçişleri Bakanlığı genelgesi ile çözülmüş ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayan erkeklerle evli olan kadınlara bu hak verilmiş. Ama aynı hakkın TC vatandaşı erkeklerle evli kadınlara tanınmaması, kadınlar arasında açık bir ayrımcılık yapmak demektir. Herhangi bir yasa değişikliğine ihtiyaç duyulmaksızın basit bir içişleri genelgesi sorunu çözebilir ve böylece hem yargının üzerindeki iş yükü hafifler hem de kadınların sinir bozucu yargı süreçlerine tabi tutulmaları önlenmiş olur. Ama bu çağrıyı yıllardır yapmamıza rağmen İçişler Bakanlığı böyle bir genelge yayınlamaktan imtina ediyor. Hükümet 8 Mart’ta kadınlar için bir şey yapmak istiyorsa nüfus müdürlüklerine bir genelge göndererek evli kadınların soyadı sorununu çözebilirler.
-Toplumda kadın erkek eşitliğine nasıl bakıldığına dair çalışmalar var mı?
Adil Gür’ün Hürriyet gazetesi için yaptığı bir araştırma var. Buna göre kadınlar, bağımsız kadın hareketine güveniyorlar, yarıdan çoğu kadın örgütlerinde yer almak istiyor, yüzde 36,9’u feminist olduğunu ifade ediyor. Kadınlar hayatın her alanında erkeklerle eşit fırsatlara sahip olmalıdır diyen kadınların oranı yüzde 83,5. Kadınların kafasının karışık olduğu alanlar da var: Kadınların yarıya yakını, kadın dışarıda da çalışsa ev işlerinden sorumludur diyor. Dolayısıyla aile içinde iş yükünün paylaşılması konusuna kadınların yaklaşık yarısı ikna olmuş değil. Bu veriler oldukça çarpıcı çünkü dünyanın hiçbir yerinde sivil toplum örgütlerinin kendi ilgi alanlarında olan insanların bu kadar güvenini kazanmış olduğunu sanmıyorum. Kadınların yüzde 86’sının, her türlü iktidar mekanizmasından dışlanan, meydanlarda hakaret edilip hedef gösterilmeye çalışılan kadın örgütlerine bu kadar güvenmesi çarpıcı. Bu demektir ki, siyasi görüşü ne olursa olsun kadınlar eşitlik talebinde kararlılar ve bu konuda çalışan kadın örgütlerine güveniyorlar. Maalesef 2009 yeni anayasa girişimlerinde kadın erkek eşitliği ilkesinin anayasadan çıkartılmak istenmesinin ilan edilmesinden sonra kadınların bu konudaki tedirginlikleri daha da arttı.