Kahramanlık sarkacında Sıla mı Muhterem Nur mu? Bir filmin düşündürdükleri…

Kahramanlık sarkacında Sıla mı Muhterem Nur mu? Bir filmin düşündürdükleri…

Hilal Bebek

Sıla ve Muhterem Nur… Biri, uğradığı şiddete ses çıkardığı için kahraman... Diğeri, eşinin şiddetine rağmen ölümsüz aşkına sahip çıktığı için aynı “kahramanlık” tahtına aday!..

İkisi için de “dağ gibi” kadınlar şeklinde haberler çıkıyor. Hangisi dağ gibi, hangisi gerçekten kahraman, hangisi neden yüceltiliyor, net değil…

Kaotik ve sürekli ikircikli mesajlar saçılan bir mevzu çünkü kadınlık... Kimin niye linç edildiği, kimin niye kahraman olduğu ile ilgili ölçütler de oynak ve çifte standarda tabi.  

Sıla, erkek iktidarına yumruk attı

Çok yakın bir zamanda Sıla’nın şiddet konusundaki hamlesi çok fazla ses getirdi. Sadece ünlü bir kadın şiddete uğradı ve cesurca bunu ifşa edebildi diye değil. Ses getirdi çünkü mesele, uygulanan şiddetten de, bireysel incinmeden de, Sıla’nın kişisel hikâyesinden de çok daha fazlasını kapsıyordu. Göz önündeki başarılı bir kadının bu hamlesi, kendini koruyabilmenin ve birini cezalandırmanın ötesinde bir yere uzanarak kadınlık namına bazı taşları yerinden oynattı.

Sanatçıların en önemli özelliklerinden birinin bu tür kitlesel hamleleri harekete geçirmek olduğunu düşünüyorum. Örneğin, Sıla çıkıp “ben şiddete uğradım” dediğinde kar tanesinden çığa dönüşen bir tepki çemberi,  erkek iktidarını devirdi -hem de gözler önünde devirdi. Burada mesele iki kişiden de çok daha fazlası. Kişiler, hikâyenin sadece ufak bir parçası. Ahmet Kural, erkek iktidarı, şiddet ve hegemonyanın temsili oldu. Sıla, ise nadir olacak bir şekilde bu temsili gözümüzün önünde devirdi.  

Kadına şiddet karşısında harekete geçen “sosyal ve sanal linç” erkeklerin de kadınların da kafasında yuvalanmış erkek iktidarına kocaman bir “yumruk attı”.

Özellikle kadınların bu sahneye ihtiyacı vardı. Zihnimizdeki erkek-kadın sahnelerinin, temsillerin, imgelerinin onarılabilmesi ve güçlenebilmesi için erkek şiddetinin hezimete uğratıldığı onarıcı hikâyelere ihtiyaç var.

Kadınların kafasındaki “zayıf kadın-güçlü erkek” imgelerini sarsacak ve yanlışlayacak yeni hikâyelere ihtiyacımız var.

Nitekim bu türden etkileri (ufak çaplı da olsa) oldu. Çok kısa süre içinde, hayatın içinden bazı örnekler zuhur etti. Şiddet uygulamaya kalkan erkeklere, “seni Ahmet Kural gibi rezil ederim” diyen kadınlar, elini savuracakken başına gelebileceklerden ötürü tereddüt edebilecek erkekler belirdi. Kadınlar-kadınlık güç kazandı, erkek şiddeti ve iktidarı karşısında ruhsal olarak “kaslandı”.

Ve birimizin sonunu farklı yazma cesareti gösterdiği sahne, bir dolu kadının hayatındaki sahneye belki de katkıda bulundu.

Şiddete razı bir ‘Muhterem’ kadın

Diğer yandan, paralel bir dönemde Müslüm Gürses’in hayat hikâyesi sinemada dönmeye başladı. Mağduriyeti, travmaları ve acı yaşamı nedeniyle psikolojik sorunları olan ve karısına şiddet uygulayan iyi bir adamın hikâyesi…

Dahası var: Hayatındaki erkeğin şiddetine dayanarak aşkına sahip çıkan ve sevdasını ölümsüzleştiren “iyi” bir kadının hikâyesi: Muhterem Nur.  

Herkese ayan olan olgular, algıyı şekillendirirler. Şiddete dayanıyor diye yüceltilen kadınlar, aldatılmaya göğüs geren fedakârlar, saçını süpürge eden hanım hanımcıklar…

Tüm bu hikâyeler, neyin iyi neyin kötü, neyin cezaya neyin ödüle layık olacağı ile ilgili kodlarımıza şekil verir. Yere çöp attığında bedel ödeyen adamın hikâyesi, bize çöp atmakla ilgili bir şeyler öğretir. İfşa edilen, imha edilen, linç edilen, ilan edilen şeyler, toplumsal yapı içerisindeki dokuyu şekillendirebilir.  

Bu nedenle kendisine şiddet uygulanmasına rağmen ilişkisini ölümsüzleştiren “Muhterem” bir kadının hikâyesi, diğer kadın hikâyeleri için tehlikeli.

Ölümsüz aşklar, bazen pek de iyi değildir.  Hatta bazı aşklar, ölümlü olması gereken türdendir.

Öldürebildiği ilişkiden sonra ayrışabilir, güçlenir ve kendini doğurur insan. Bağımlılık ve şiddet içeren, kendilik gelişimini engelleyen tüm “kişilik öldürücü” ilişkiler ölmelidir.

Yası tutulmalı, gömülmeli ve böylece doğulabilmelidir.

Bazı “yüce sevdalar”ın ölümsüzlüğü, kendi kabuğunu kıramama, örselenmişliğini onaramama ve kurtuluşu kendi kimliğine sığınarak bulamamanın estetize edilmiş yüzünden başka bir şey değildir.

Muhterem Nur’un annesi, kendisi doğarken ölmüş. Filmde anlatılan hikâyeye göre Muhterem ismini kendisi seçmiş. Çünkü tek arzusu hayatı boyunca bulamadığı saygı ve özeni elde edebilmek, “muhterem” hissedebilmekmiş.

İnsanın en temel ihtiyacı bu olsa gerek: Değerli ve biricik hissetmek.

Ve bu his, maalesef şiddete dayanıp da “kahraman” olarak, kendini bırakıp ötekini “kurtararak” yakalanmaz, yakalanamaz.. 

Bu şekilde olsa olsa eski hikâye ve aynı yaralı benlik devam ettirilir. Hem de “onarıyorum” sanılırken…

Sıla ise “ölümsüz aşkı”na değil kendine sahip çıktı. İlişkiyi öldürdü. Gömecek. Yasını tutacak. Kendini doğuracak.

Üstelik başka kadınların doğumuna ve kadınlığın doğurganlığına katkıda bulunmuş olacak.