Kamu hukuku profesörü Levent Köker: 17 Aralık'ta yargı bağımsızlığının tahribatı meşrulaştırıldı

Kamu hukuku profesörü Levent Köker: 17 Aralık'ta yargı bağımsızlığının tahribatı meşrulaştırıldı

17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet soruşturmalarının 2. yıldönümü nedeniyle bir yazı kaleme alan kamu hukuku profesörü Levent Köker, iktidarın tahakkümcü (otoriter) eğilimlerinin hukuk tahribatı yarattığını ve bu eğilimlerin meşrulaştırıldığını ifade etti. 

Levent Köker'in Zaman gazetesinin bugünkü (17 Aralık 2015) nüshasında yayımlanan yorumu şöyle:

Bugün, 61. Hükümet'te görev almış olan bazı bakanların ve onların birinci derece yakınlarının da içinde yer aldığı, kamuoyunda “rüşvet ve yolsuzluk soruşturması” olarak bilinen soruşturma kapsamında gerçekleşen gözaltına alma operasyonunun ikinci yıldönümü.

Gözaltıların ve soruşturmanın akıbetini kamuoyu yakından bilmektedir. Bu yazının konusu, bu soruşturmanın takipsizlikle, ilgili bakanların da Yüce Divan'da yargılanmaları yolunun TBMM kararıyla kapatılmış olması ile ilgili hadiseler veya soruşturma dosyasının somut içeriği değildir. Burada üzerinde durmak istediğim, bir yandan bu olaya karşı 61. Hükümet'in ve AK Parti TBMM Grubu'nun (kısaca ‘iktidar'ın) verdiği tepkinin açığa çıkardığı “tahakkümcü” (otoriter) eğilimlerin yarattığı hukuk tahribatı ve diğer yandan da pek çok akademik veya akademi-dışı gözlemci ile analistin “tahribat” olarak nitelediği bu eğilimlerin bir “meşrulaştırılış tarzı” üzerinde durmak istiyorum.

17 Aralık'a iktidarın tepkisiyle ortaya çıkan gelişmelerde gözlenen en önemli nokta, AK Parti iktidarının 2002-2011 arasında (yani ilk iki iktidar döneminde) gerçekleştirdiği demokratikleşme reformlarının bazılarını, özellikle de 2010 anayasa değişiklikleri ve bunlarla ilgili yasal düzenlemeleri, “17 Aralık tepkisi” bağlamında süratle geri almasıdır. Bunu bazı örneklerle hatırlayalım.

İlk örnek, 2010 anayasa değişiklikleri ile kapalı bürokratik “vesayetçi” kurum niteliğinden çıkarılarak çoğulcu bir yapıya kavuşturulmaya çalışılan HSYK. 17 Aralık soruşturmasına iktidarın tepkisinin şiddetle yöneldiği hedeflerden biri HSYK olmuş, kânun 2014 başında değiştirilmişti. Burada dikkat çekmek istediğim nokta, bu kânunla kurulda görev yapan genel sekreter, genel sekreter yardımcıları, teftiş kurulu başkanı, başkan yardımcıları, müfettişler, tetkik hakimleri ve idari personelin görevlerinin sona ereceğinin öngörülmüş olmasıdır. Açık ve ağır bir hukuka aykırılık örneği olan bu “bireysel idârî işlem niteliğindeki düzenleme” Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiştir.

İkinci örnek, suç soruşturmasında savcılık yetkilerinin bağımsız kullanımının engellenerek yürütmenin müdahalesine açık hale getirildiği usul değişiklikleri ve yine bu bağlamda olmak üzere bir yargı yetkisi olması gereken suç soruşturması ile ilgili bazı yetkilerin mülkî idare âmirlerine aktarılmasıdır. Sulh ceza mahkemeleri ile ilgili düzenlemeleri hatırlatmama ise hiç gerek yok herhalde.

17 aralık'tan sonra değişen dengeler

Yargı bağımsızlığını büyük çaplı bir tahribata maruz bırakan bu değişikliklere, 17 Aralık'tan altı buçuk ay kadar önce patlak veren Gezi olaylarına yönelik gelişmelerin uzantısı olarak internet ile ilgili düzenlemeler ve kararları da ayrı bir bölüm olarak eklemek gerekmektedir. Liberal-demokratik hukuk devletinin özünü meydana getiren ifade özgürlüğünün içeriğini belirleyen unsurlardan olan ve Anayasa gereği sahip olduğumuz “önceden izin almaksızın silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri hakkı”nın AİHM içtihatlarını açıkça ihlâl eden orantısız kolluk gücü kullanımıyla bastırılmaya çalışıldığını ve bu süreçte yaşam hakkı ihlallerinin dahi yaşandığını biliyoruz. Bunlara, Gezi olayları vesilesiyle iktidarın yoğun tepkisine hedef olan ‘sosyal medya'nın susturulması hedefini de ekleyebiliriz. 17 Aralık'tan sonra, bu anti-demokratik girişimlerin katlanarak arttığını gözlemlemek hiç de zor değildir. Türkiye'nin 2014'ten itibaren özgürlükler skalasındaki yerinin, ifade özgürlüğü bakımından “yoksunluk” olarak tarif edildiğini de biliyoruz. Tutuklu basın mensuplarının sayısı, tutuklama müessesesinin suiistimaline ek olarak, Türkiye'yi “basın özgürlüğü” bakımından “özgür olmayan ülke” derekesine düşürmüş bulunmaktadır. Benzer tablolar hukuk devleti ve özgürlük endeksleriyle çalışan uluslararası mukayeseli araştırmalarda da ortaya konulmaktadır.

Şimdi, gelelim öbür meseleye. 2002-2011 arasında, demokratikleşme (ve AB) yönünde önemli adımlar atmış olan bir siyasi parti, kayda değer bir değişiklik geçirmediği halde, ne olmuştur da, kendi imzasını taşıyan onca reformu uygulamada ilerletmek yerine elinin tersiyle itme noktasına gelmiştir? Dahası, örneğin Ergun Özbudun'un “otoriterliğe sürükleniş” dediği bu süreç içinde aynı parti, girdiği tüm seçimlerden –ayrıca tartışılması gereken 7 Haziran hariç- hep birinci ve tek başına iktidar olarak çıkabilmiştir?

Şunu önce tespit edebilir miyiz: AK Parti kendisini hiçbir zaman “liberal” eğilimlerle tanımlayan bir siyasi parti olmadı. Kendini tanımlama biçimi içinde bir ara “muhafazakâr-demokrat” nitelemesi revaçtaydı, belki de bir zamanlar canlı olan AB sürecinde, Avrupa'nın yerleşik siyasetinin önemli bileşenlerinden olan “Hıristiyan-demokrat”lara bir nazire olarak bu adlandırma ortaya atılmıştı. Bu adlandırma süreç içinde unutuldu. Demokratlık, çağdaş özgürlükçü anlamından soyutlanarak “çoğunlukçu”, “millî iradeci”, “sandıkçı” bir muhtevayla kullanılır olurken, muhafazakârlığın da aslında “siyâsal İslâm”a daha yakın duran bir ifade olduğu ortaya çıktı. Hareketin liderinin “Bizim tek derdimiz var; İslam, İslam, İslam” deyişi sanırım bu bakımdan iyi bir özettir.

Bu çerçeve içine oturtulduğunda, böyle bir siyasî hareketin liberal-demokratik değerlerle ve bu değerler temeline oturtulan ama farklı biçimler alabilen siyasî kurumları yerleştirmeye matuf reformlardan vazgeçebilmelerinin kolaylığı da anlaşılabilmektedir.

AKP'nin seçim başarısı ve sosyolojik meseleler

Bir siyasî parti ve özellikle de kalıcı lideri ve bazı sürtüşmelere rağmen, çok da büyük fireler vermemiş çekirdek kadrosu için geçerli olduğunu söyleyebileceğimiz bu durum, bu siyasî partiyi destekleyen seçmen kitleleri için de geçerli midir? Zira seçmen kitleleri, AK Parti'yi reformcuyken yükseltmiş, reformları tersine çevirmesine ve “otoriterliğe sürükleniş” içinde olmasına rağmen de desteklemeye devam etmiştir.

Bu durumu izah etmeye yönelik özellikle iktidar destekçisi kesimlerde kullanılan yaygın tabirlerden biri “sosyoloji”. Yani AK Parti'nin ve tabiî “sandık başarısı”nın bir “sosyolojisi var”. Kastedilen galiba AK Parti'nin toplumsal tabanı. Bu bağlamda yapılan “sosyoloji temelli açıklamalar”dan özellikle 17 Aralık bağlamında en kayda değer olanı şöyle özetlenebilir: AK Parti seçmeni “yolsuzluk” olduğunun farkında ama bu nedenle oy vermekten vazgeçmiyor çünkü AK Parti'nin iktidarı yitirmesinin etkilerinin lehte değil aleyhte gelişmeler doğuracağını düşünüyor. “Bu sosyoloji”, anlayabildiğim kadarıyla tabanın büyük bir kısmını oluşturan “muhafazakâr kesim” için geçerli. Bir de, ünlü gezi ve yemek tanıtım programcısı Bourdain'in konuştuğu “İstanbullu bar sahibi tipi” var: “İyi para kazandım, kazanmaya da devam ediyorum, AK Parti'ye oy veriyorum!”

“Sosyoloji”ye şimdi yeni unsurlar da eklenmek isteniyor gibi. “Kürt meselesi yoktur”la başlayan ve vahim bir şiddet sarmalına toplumca girdiğimiz bu günlere hızla erişen son gelişmeler, “AK Parti sosyolojisi”nin “radikal Türk milliyetçiliği”ni de tümüyle kapsamına alma istidadı içine girdiğini gösteriyor.

Bu kadar ağır bir “sosyoloji”ye bakınca, bir 17 Aralık gününde, insan hak ve hürriyetlerine saygı esasına dayanan demokratik hukuk devleti ilkelerini ve kurumlarını hatırlatan sözler etmenin de çok bir karşılığı olmuyor. İktidarı destekleyen bir yazarımızın çok yeni tarihli bir televizyon programında meâlen şöyle dediğini hatırlıyorum: “Herkesin bildiği basmakalıp normatif ilkeleri tekrarlayarak siyaset yaptığını sanmak!” Evet, insan hak ve hürriyetlerine saygı ile başlayıp yargı bağımsızlığı, demokratik siyasî katılım, vs. diye devam edip, işte “hiç kimse kaynağını Anayasa'dan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz” veya “OHAL ilan edilmezse sokağa çıkma yasağı da ilan edilemez” gibi basmakalıp normatif ilkeler, AK Parti'nin “ağır sosyolojisi” karşısında geçerli olmuyor. Galiba sosyolojinin ne anlama geldiğini öğrenmemizi de gerektiren ciddi bir “sosyoloji meselemiz” var.