T24- Yazar Alper Görmüş, pazar sabahı (13 Şubat 2011) kaybettiği babasını dün defnetti.
Görmüş'ün babasının vefatı ardından Taraf gazatesindeki Medyaİronik köşesinde yayımlanan (15 Şubat 2011) yazısı şöyle:
Kamyon küçük, hayat kısaymış Annemden 17 yıl sonra babam da öldü, dün onu defnettik.
Ölüm haberini pazar sabahı saat 06:30’da aldım. Telefonu kapadığımda gözümün önüne ilk gelen görüntü, Haseki Hastanesi’nin bahçesi oldu: Altı ya da yedi yaşındaydım, yürüyemeyecek kadar halsizdim ve babamla birlikte, daha doğrusu onun sırtında hastane binasına doğru ilerliyorduk.
Zihnimde ve ruhumda harekete geçen nedir, bilmiyorum, annemin ölümünde de gözümün önüne gelen ilk görüntü yine benim hastalığımla bağlantılıydı... Bu defa 19 yaşındaydım ve Haseki’den bir durak sonrasında, Çapa Tıp Fakültesi’ndeydim... Annemin ölümünün ardından yazdığım yazıda anlatmıştım bunu. Yeri gelmiş, Cem Karaca için kaleme aldığım portrede de hatırlatmıştım:
“Bundan 36 yıl önce, tam olarak 5 Mayıs 1972’de, ihtimaller arasında ‘masada kalmak’ın da, ‘masadan kalkmak ama yataktan hiç kalkmamak’ın da bulunduğu bir belkemiği ameliyatı geçirdim. 19 yaşındaydım. Sekiz saat süren ameliyattan saatler sonra narkozun etkisi altında gözümü ilk açtığımda ilk işim, elimi sol bacağıma götürmek oldu. Çünkü bacağım yokmuş gibi gelmişti bana. Bacağımı yokladım, gerçekten de yerinde değildi! Annemi gördüm belli belirsiz. ‘Anne, bacağımı mı kestiler?’ Sonra onun gülümsediğini gördüm ve tabii ki kendi algılarıma değil, onun gülümsemesine güvendim. O böyle gülebildiğine göre, demek ki bacağım yerli yerindeydi!
“Sonra, muhtemelen birkaç koğuş öteden, en sevdiğim şarkıcının, Cem Karaca’nın o güne kadar mesela Tamirci Çırağı kadar, mesela Resimdeki Gözyaşları kadar iştahla dinlemediğim şarkısının sözleri geldi kulağıma: ‘Bugün sen çok gençsin yavrum / Hayat, ümit, neşe dolu / Mutlu günler vaat ediyor / Sana yıllar ömür boyu…’
“Bugün bana, ‘Üç dakikan var, hayatın bitiyor, hangi şarkıyı dinlemek istersin’ diye sorsalar, hiç düşünmeden bu şarkıyı isterim.”
O yatakta tam dört ay kaldım. Yastıksız, sırtüstü yatar vaziyette tam dört ay... Hasta yatağımda, annemden yıllar önce ayrılmış olan babamın ziyaretlerini hatırlıyorum... Yanımda refakatçi olarak kalmıyor, kalamıyor oluşunun yarattığı derin hüznü fark etmemek mümkün değildi. Çok üzülürdüm o hallerine, fakat “üzülme” demenin, onu teselli etmeye çalışmanın hüznünü daha da arttıracağını düşünür, vazgeçerdim bundan.
Ziyaretlerinden birinde sözü ustalıkla yedi yaşıma getirmiş, üç kardeşi leğende sırayla yıkadığı günleri hatırlatmıştım. Kendimce, onun iyi babalığına gönderme yaparak, yanımda değil diye üzülmemesini sağlamaya çalışmıştım. (İlk ayrıldıklarında biz üç kardeş –ben yedi, ablam sekiz, abim dokuz yaşındaydı- babamın yanında kalmıştık. Babam, şimdi Esenyurt olarak bilinen, o zamanlar 60 hanelik bir köy olan Ekşinoz’un tek öğretmeni ve müdürüydü.)
Bir defasında da Haseki’ye gidiş gelişlerimiz konusunu açmış, hastalığımın olabildiği kadar ayrıntılı bir hikâyesini anlattırmıştım ona; aynı amaçla...
“Kamyon”u da konuşmuştuk... İstanbul’dan bana aldığı, sonraki yıllarda sanki içine girip sürecek kadar büyükmüş gibi hatırladığım o kamyon meğer en kabadayısından el büyüklüğünde bir oyuncakmış!
Kamyon küçük, hayat kısaymış!
Güle güle sevgili babacığım.