Türk solunun önde gelen isimlerinden yazar Oya Baydar, Kahramanmaraş'taki helikopter kazasında yaşamını yitiren BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu için yapılan devlet törenini eleştirdi. Helikopter kazasında gizlenen konuşma:İHA muhabiri: Başkan eks oldu, şurda yatıyor1980 öncesinde solcu gençler katledilirken, Yazıcıoğlu'nun, akan kanda en büyük sorumluluk sahibi olmakla eleştirilen Ülkü Ocakları'nın aktif yöneticisi olduğunu anımsatan Baydar, BBP lideri için gündeme getirilen anıtmezarın "faşist katliamlarda öldürülen gençler için, Madımak'ta diri diri yakılanlar için, faili bilinen cinayetlerde öldürülenler için" yapılmasını önerdi.Oya Baydar'ın Taraf gazetesinde yayımlanan (4 Nisan 2009 Cumartesi) yazısı aynen şöyle: Devletin zirvesi esas duruştaBir oğul yitirmek ne demektir? Oğlunu yitiren analar bilir. Eşini yitirmek ne demektir, nasıl sonsuz bir boşluktur arda kalan? Ya babayı yitirmek? “Sizin hiç babanız öldü mü, benim bir kere öldü, kör oldum” dizeleri anlatır o acıyı. Muhsin Yazıcıoğlu’nun ve beraberindekilerin ölümü bir kere daha bu acıları hatırlattı bana. Bütün yakınlarının acılarını içimde duydum, ölüm karşısında çaresiz kalan insanın acısını yüreğimle paylaştım. Partililerin taşıdıkları “Üşüyoruz Başkan” yazan dövizlerle üşüdüm. Hiç kimse üşümesin, kimse kazalara kurban gitmesin, hiçbir canlı acı çekmesin diye çaresiz dilekler diledim. Ardından yakılan ağıtlar, partililerin, sevenlerinin bağlılık ifadeleri, isyanları; televizyonlardaki, gazetelerdeki övgüler, göklere çıkarmalar... Hepsi, paylaşmasam da anlaşılabilir tepkilerdi. Sonra cenaze törenini izledim ve hatırladım. Hatırlamaz olaydım da, ötekinin acısını içinde duymanın arındıran saflığını kaybetmeseydim; hatırlamaz olaydım da, unuttuklarımın yükü böyle taş gibi oturmasaydı vicdanıma. Ama hatırladım... Cenaze töreninde ordu-devlet, derin devlet, sığ devlet, derin muhalefet, sığ muhalefet, hükümet erkânı; Genelkurmay Başkanı’ndan Cumhurbaşkanı’na, Meclis Başkanı’ndan Başbakan’a, Demirel’den Erbakan’a, Çiller’den Rahşan Ecevit’e, devletin, siyasetin gelmiş geçmiş zirvesi saf tutmuştu. Gladio da oradaydı, en kodaman Susurlukçular, Mehmet Ağar’dan Korkut Eken’e oradaydılar. Ve tabii maşaları, tetikçileri de. Devletin aile fotoğrafının eksikleri de vardı. Denktaş örneğin ve bir de tutuklu olduklarından mazeretleri yüzünden gelememiş Ergenekoncular ve de Ogün Samastlar, Yasin Hayaller... Hepsi, tek vücut, tek yürek oradaydılar. Yoksa bunların hepsi tarikat ehli Nakşibendî de ondan mı toplanmışlar böyle aşkla şevkle diye düşündüm bir an, sonra baktım, hayır, ortak paydaları bu değil. Peki o zaman, “zirve”yi Yazıcıoğlu’nun cenazesinde böyle görülmemiş şekilde biraraya getiren nedir, diye sordum kendi kendime. Meclis Başkanı Köksal Toptan’ın şu sözlerini okumasaydım, cevabımı kendime saklayacak, bu satırları da yazmayacaktım: “Bundan sonra hepimize düşen, Yazıcıoğlu’nun gittiği yolda, savunduğu ilkeler etrafında, milletimizin birliği, beraberliği ve huzuru için mücadele vermektir. Ne büyük insandı ki kazasında, vefatında milletimizi birleştirdi, bütün siyasi düşünceleri birleştirdi” diyordu Toptan. Vicdanım isyan etti. “Bölük dur, Meclis Başkanı sen de dur!” diye haykırdım o zaman. Evet, sizler, Yazıcıoğlu’nun “ilkeleri” etrafında milleti birleşmeye çağıranlar, orada durun! 1980 öncesini hatırlayamayacak yaşta değilsiniz hiçbiriniz. Muhsin Yazıcıoğlu Türkiye’nin en korkunç cinayetlerinin işlendiği, sağ-sol çatışması adı ve görünümü altında en kanlı katliamların gerçekleştirildiği ve adım adım 12 Eylül darbesinin hazırlandığı yılların, akan kanda en büyük suç payına sahip Ülkü Ocakları’nın Başkanı’dır. Abdullah Çatlı’nın en yakın dava arkadaşı, 1978-1979’un kanlı Ülkücü eylemlerinin yönetim ve emir merkezinin en üstündedir. Susurluk’ta ölen “Büyük Reis” Abdullah Çatlı’nın cenazesinde, Drej Ali ile birlikte mezara çiçek koyarken “O bir Kılıçtı (Gladio)” diye Çatlı’nın kendisi ve ideolojisi için en önemli vasfının altını çizerek katillere övgü düzendir. Hadi diyelim ki bu bir ülküdaşa vefa duygusudur, biraz daha geriye gidelim o zaman. Belki sizler unuttunuz efendiler, ama biz canımızı zor kurtardığımız ve en yakın arkadaşlarımızın, kardeşlerimizin bizim kadar şanslı olmayıp hayatlarını kaybettikleri o günleri unutmadık. Yüzlercesi değil binlercesi arasından sadece birkaç kanlı olay: 16 Mart 1978 İstanbul Üniversitesi katliamı, 10 Ağustos Balgat katliamı ve en korkuncu: 9 Ekim 1978, Ankara Bahçelievler’de 7 TİP’li gencin öldürülmesi... Bu katliamın baş aktörlerinden, sonraki yıllarda Mehmet Ağar’ın koruyup kolladığı, hapishanelerden kaçırttığı, kaçakken nikâh şahitliğini yaptığı baş adamlarından Haluk Kırcı’nın kendi ifadesinden birkaç satır: “Hepsini yere yatırdık. Ne yapacağımıza karar vermek için Abdullah’a (Çatlı) birini gönderdik. Eter ve pamuk vermiş, hepsini tek tek bayıltıp öldürelim, demiş. Dışarı çıkıp Abdullah’la konuştum. Evde öldürmek zor olacak, ikişer ikişer götürüp öldürelim, dedim. İki kişiyi büyük reisin arabasına bindirip Eskişehir yoluna götürdük.....böyle zor olacağını anlayınca Abdullah, ‘tek tek boğalım bunları’ dedi, bir tanesini zorla boğdum..... Diğer dördünü bu şekilde öldürmek zor olacaktı... Sedirin üzerinde bulunan dört kişiye yakın mesafeden ateş ederek mermileri boşalttım, sonra silahı götürüp Abdullah’a verdim....” O sırada Büyük Reis Çatlı, Ülkü Ocakları İkinci Başkanı; Genel Başkan ise, kankası Muhsin Yazıcıoğlu. Sonra 12 Eylül. Ülkü Ocakları davasında ve çeşitli davalarda Yazıcıoğlu baş sanık, ama ceza almadan kurtulanlardan biri. Hapishanede düşünmüş, vicdanına danışmış, o yılların cinnetinin ve kanının muhasebesini yapıp yanlışı görmüş, nedamet getirmiş midir? Belki de öyledir. Ama sonraki siyasi hayatında bunu alenen yaptığını duymadık. Yeniden parti kuran, parti başkanı olan bir siyasi figür, üstüne sıçramış kanı milletin gözünün önünde yıkamazsa, nedametin anlamı yoktur. Çatlılara övgüler düzmeyi sürdüren de, Susurluk hükümlüsü Korkut Eken tahliye olurken karşılama törenini omuzlayan da onun kadrolarıdır. Dahası; son yılların, Türklük ve islamlık motifleriyle işlenen Rahip Santoro cinayeti, Hrant Dink cinayeti ve benzerlerinde kullanılan tetikçilerle örgütsel bağlarını reddetse de, fotoğraflar ve veriler bu yarım ağız reddi inandırıcı kılamamıştır. Kürt, meselesinde, Ermeni meselesinde kendisinin ve örgütünün tavrı apaçık ortadadır. Cenazeyi izleyip, hepimizi onun yolunda birliğe çağıranları işitince, orada saf tutanların ortak paydasını kavradım: Yazıcıoğlu onların “devlet”ten anladıklarının tümünü temsil ediyordu. Hani şu “kurşun yiyenin de kurşun sıkanın da şerefli” sayıldığı devletin ve statükonun çıkarları için kanın ve cinayetin mubah olduğu zihniyet. Ordu ile AKP’nin, 28 Şubat’ı gerçekleştirenlerle 28 Şubat mağdurlarının, tümünün birleşip yekpare bütün oldukları o devletin bekası (aslında siz kendi çıkarlarının bekası diye okuyun) noktası... Unuttuk sanmıştınız belki, milleti onun yolunda birliğe çağırırken. Biz iyi insanlarız, belki de unutmuştuk gerçekten. İyi ki orada, öyle devlet devlet saf tutup hatırlattınız. Yazıcıoğlu için bir anıt mezardan da söz ediyordu Meclis Başkanı. Evet, bir anıt mezar gerek başkentin kalbine, ama Yazıcıoğlu için değil; faşist katliamlarda öldürülen gençler için, Madımak’ta diri diri yakılanlar için, 1980’lere doğru katledilen 5 bin insan ve 1980’den sonra faili meçhul, faili belli cinayetlerde ölen onbinler için, kazılan çukurlarda kemikleri bulunan kurbanlar için bir anıt mezar yükseltmeliyiz. Asla kanı kanla yuğmayalım, ama kanın bir bedelinin olduğunu, hiç değilse bir nedamet gerektirdiğini bir daha unutmayalım diye.