Mehmet Altan*
8 Temmuz 2020 tarihli "Af Gazetecileri Nasıl Kapsar?" başlıklı yazım şöyle bitiyordu:
Genel Af Kanunu sırasında yaşananlar ertesinde Ecevit 18 Eylül 1974 tarihinde istifasını Cumhurbaşkanı Korutürk’e verdi, tarihsel bir uzlaşma olarak görülen ve heyecan uyandıran CHP-MSP Koalisyonu fazla yaşamadan sona ermiş oldu.
Cumhuriyet Halk Partisi'nin Milli Selamet Partisi ile kurduğu koalisyon hükümetinin istifasından sonra Sadi Irmak 17 Kasım 1974 tarihinde partiler üstü hükümeti kurmakla görevlendirildi.
Oluşturduğu hükümet için TBMM'de yapılan güven oylamasında, 450 milletvekilinden yalnızca 18'inin lehinde oy kullanması dolayısıyla güvenoyu alamamasına karşın 31 Mart 1975 tarihine kadar başbakanlık yaptı.
Sadi Irmak hükümetinin güvenoyu alamamasının ardından AP Genel Başkanı Süleyman Demirel’in başkanlığında AP, MSP, MHP ve Cumhuriyetçi Güven Partisi’nden (CGP) oluşan koalisyon hükümeti kuruldu.
Sola karşı hemen bütün sağ partilerin birliğini oluşturan Demirel hükümeti, I. Milliyetçi Cephe Hükümeti olarak anıldı. Böylece Demirel dört yıl aradan sonra yeniden başbakan oldu.
Bugünden geriye dönüp bakınca I. Milliyetçi Cephe Hükümeti’nin kurulması ile cehenneme giden yollara taşların nasıl döşendiği çok daha berrak bir şekilde anlaşılıyor.
Kanlı bir el Türkiye’yi kanlı bulamaca döndürmek istiyor; kamplaşma, cepheleşme, şiddetin siyaset tarafından himaye görmesi de bu kanlı elin ekmeğine yağ sürüyordu.
Ülkede gittikçe çığırından çıkacak olan terör eylemleri uç vermeye, toplumsal gerginlikler artmaya başladı.
Bu çalkantılara, dış ödemeler açığı ve hızlı enflasyondan kaynaklanan yeni bir ekonomik kriz de eşlik ediyordu.
Gazetecilerle 12 Mart dönemi gibi sistematik bir şekilde uğraşan yoktu ama zaten kısa bir süre sonra yazan, çizen, düşünen herkes için ülke can pazarına döndü.
14 Mayıs 1975 tarihinde, Prof. Muammer Aksoy ile Prof. Uğur Alacakaptan'ın evlerine patlayıcı madde atılması lanet bir dönemin işaret fişeği gibiydi…
Hemen bir yıl sonra, o kanlı lanetli el gençleri kışkırtmaya ve üniversiteleri huzursuz etmeye başladı. İş öyle bir noktaya geldi ki 12 Kasım 1976 tarihinde İstanbul Üniversitesi, öğrenci çatışmaları yüzünden süresiz kapatıldı.
Bela büyüyordu.
Nisan 1977’de Ecevit'in seçim otobüsü Niksar'da silahlı saldırıya uğradı. Hemen sonra, 1 Mayıs’ta ise Türkiye sarsıldı.
Taksim'de DİSK'in düzenlediği 1 Mayıs mitingine, damlardan ve üst kat pencerelerden ateş açıldı; 34 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı.
Failler hâlâ meçhul.
Neden hâlâ meçhul?
Çok tecrübeli bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, bir cinayet ve katliamın failleri bulunamıyorsa muhakkak ayak izlerinin devlet içlerinde kaybolduğuna inanırım.
Ülke kavrulmaya başlamıştı.
Siyaset kendi değişmeyen derebeylik savaşları peşindeydi.
Ayrışan, düşmanlaşan toplum, yaşananların herkesin felaketi olduğunu göremeyecek kadar körleşmişti .
AP, 1977 seçimlerinde bir derece güçlenmesine karşın, aldığı 36,9 oy oranıyla, oylarını 8 puan artırarak yüzde 41,4 oy alan CHP’nin ardından ikinci parti olabildi.
Seçim sonrasında kurulan Ecevit hükümeti güvenoyu alamayınca, Ağustos 1977’de MSP ve MHP’nin de katılımıyla oluşan II. Milliyetçi Cephe Hükümeti kuruldu. Demirel yeniden başbakan oldu.
Ancak II. Milliyetçi Cephe Hükümeti’nin ömrü uzun sürmedi.
Bu hükümet Güneş Motel Olayı diye anılan operasyonla CHP’nin Adalet Partisi’nden seçilmiş 13 milletvekilini bakanlık vaadiyle transfer etmesi üzerine, 31 Aralık 1977’de CHP’nin gensoru önergesiyle düşürüldü.
Kanlı el, olup bitene hiç aldırmadan yoluna devam ediyordu.
24 Mart 1978’de Ankara Cumhuriyet Savcı Yardımcısı Doğan Öz işe gitmek üzere bindiği arabasında altı kurşunla vurularak öldürüldü, hemen ardından 7 Nisan 1978 tarihinde Doç. Server Tanilli silahlı saldırıya uğrayarak ağır yaralandı. Kötürüm kaldı.
Birkaç ay sonra 1 Temmuz’da Doç. Bedrettin Cömert bir arabadan açılan ateşle öldürüldü.
Ağustosun hemen başlarında Mamak'ta yüzlerine kadın çorabı geçirmiş kişiler, bir otobüsü otomatik tabancalarla taradılar; 2 kişi öldü, 20 kişi yaralandı.
Kan içtikçe iştahı açılan melun el, kitlesel çatışmalar kışkırtmaya koyuldu.
7 Eylül 1978’de Gevaş'ın Bahçesaray yaylalarındaki bir çarpışmada 15 kişi diri diri yakıldı, üç kişi silahla öldürüldü, bir köy ateşe verildi.
8 Ekim’de ise Niğde Aksaray'da bir kişinin tutuklanmasını protesto eden sağ eğilimli 1500 kişinin yaptığı yürüyüş sırasında üç resmi araç yakıldı, toplam 51 dükkan, işyeri ve bir parti merkezi tahrip edildi.
Kanlı el, kabarmış iştahı ile hedefe yürürken 1978 yılının başında Ecevit, Güneş Motel Operasyonu ile tek başına iktidar oldu.
AP’den transfer edilen milletvekillerinin çoğuna bakanlık verildi.
İktidarı yitiren Demirel, CHP ağırlıklı hükümetle diyalog kurmayı reddetti.
Yılların korkunçluğu birbiriyle yarışmaya başladı.
1977 gibi 1978 de korkunçtu…
22 Kasım’da Politika gazetesi Yazı İşleri Müdürü Ali İhsan Özgür kaçırılıp uzun işkencelere maruz kaldı. Cesedi, Fenerbahçe’de bir arabanın içinde battaniyeye sarılı olarak bulundu.
Beş gün sonra Karadeniz Teknik Üniversitesi'nde Öğretim Görevlisi Dr. Necdet Bulut pusu kurularak öldürüldü.
8 Aralık’ta Prof. Cavit Tütengil evinden üniversiteye giderken silahlı saldırı sonucu öldürüldü.
Hemen ardından Kahramanmaraş katliamı geldi…
Kanlı el mezhep savaşları üzerinden ülkeyi yaşanamaz hale getirmek istiyordu...
23 ila 27 Aralık günlerindeki o korkunç kanlı kargaşada 104 kişi öldü, 1052 kişi yaralandı.
Kanlı kabus bitmek bilmedi.
Ankara’ya gidiyorduk.
Abdi İpekçi’nin öldürüldüğünden trene binmeden önce haberdar oldum…
Kanlı el tüm toplumu şoke edecek, felç hale getirecek bir isme kıydı…
Basın tarihinin çok önemli isimlerinden ve bizim aile serüvenimizin kadim dostlarından Abdi İpekçi’yi de vurdular.
Tarih 1 Şubat 1979’u gösteriyordu.
20 Kasım’da Prof. Ümit Doğanay evinin önünde vuruldu.
14 Ekim 1979 ara seçimlerinde, CHP büyük oranda oy kaybetti, AP büyük bir farkla seçimleri kazandı ve Demirel, önceki Milliyetçi Cephe hükümetlerinin yarattığı olumsuzluklar nedeniyle hükümetini dışarıdan desteklenen bir azınlık hükümeti olarak kurdu.
Kasım 1979’da MHP ve MSP’nin dışarıdan desteğiyle kurulan 6. Demirel Hükümeti’yle tekrar başbakan oldu ve 12 Eylül 1980 Kenan Evren Darbesi’ne kadar görevini sürdürdü.
Ülkenin freni boşalmıştı…
Basın bu belalı ve kanlı ortamın her türlü hedefindeydi…
12 Mart 1980’de, Politika gazetesi Genel Yayın Müdürü Aydın Engin tutuklandı. 18 Mart’ta Sadun Aren gözaltına alındı. 26 Mart’ta Muzaffer Erdost tutuklandı. 12 Eylül faşizmi ertesinde Sol Yayınlar’ın kurucusu Muzaffer Erdost kardeşi İlhan Erdost ile birlikte yeniden göz altına alınacak ve kardeşi gözleri önünde döve döve işkence ile öldürülecekti. Bu askeri gözaltındaki açık cinayet sonrası Muzaffer Erdost ölünceye kadar imzasını Muzaffer İlhan Erdost olarak attı.
Bunları hep yaşadık, bu ülkenin "iyisi, kötüsü" var mı, bazen tereddüde düşüyorum.
4 Nisan’da Orta Doğu gazetesi baş yazarı İsmail Gerçeköz yaylım ateş sonucu öldürüldü.
1980 yılı, cinayetleri hızlandırıp günlük hale getirdi. Altı ayda 1069 kişi öldü.
11 Nisan’da Ümit Kaftancıoğlu evinden işe gitmek üzere dışarı çıktığında çapraz ateşle öldürüldü.
Dört gün sonra Trabzon'da gazeteci Muzaffer Feyzioğlu silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti.
Karikatürist Ali Ulvi ile eşi Alev İpekçi’nin Dragos’daki yazlık evlerine davetliydik. İsmail Cem İpekçi de oradaydı.
19 Temmuz’du.
Babamın ta eski Ulus gazetesinden beri yakın hukuku olan, başbakanlığında ise büyük eziyet gördüğü Nihat Erim’in suikasta kurban gittiğini Dragos’a vardığımızda öğrendik.
Üç gün geçmedi, Türkiye Maden-İş Sendikası Başkanı Kemal Türkler uğradığı silahlı saldırı sonucu vurularak öldürüldü.
Kanlı elin acelesi vardı.
1 Ağustos günün dehşet bilançosuna göre 14 kentte 24 kişi katledildi.
Kanlı el beş yıl süren bir kreşendo planlamıştı.
Ülkenin kanlı bir mezbahaya dönmesine göz yumulmuyor, bu planlanıyordu.
Huzursuz ve güvensiz kanlı bir kaos eşliğinde 12 Eylül'e gelindi…
İstenen olmuş kanlı el sahiplerinin daha sonraki beyanlarına göre ülke "kana doymuştu".
Kanlı el hedefine ulaştı ve darbeyi haklı gösterecek bir ortam yarattı.
Ertesi gün terör durdu.
Şimdi o yaşanan kanlı kâbusun neyi amaçladığı çok daha iyi anlaşılıp, çok daha net görünüyor.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra NATO Başkomutanı General Rogers’ın 1 ay içinde Ankara'yı 4 kez ziyaret etti.
Kenan Evren ile General Rogers arasındaki "asker sözüne" dayalı anlaşma gereği Yunanistan’ın NATO’nun askerî kanadına dönüşü sağlandı.
Evren’in "tek başına" onayıyla darbeden beş hafta sonra NATO’ya döner. Aradaki sorunları lehe çözecek olan en büyük ve değerli koz da yüce divanlık bir suç işlenerek yitirildi. Parlamenter demokrasinin yok edildiği, karar mekanizmalarının eridiği, tek adam teslimiyetçiliğinin ağır faturalarından biri yaşandı.
Olan soğukkanlı bir şekilde kıyılan insanlarımıza oldu.
Kanlı el insanlara kıya kıya ilkeyi öyle yaşanmaz bir hale getirdi ki 12 Eylül rejimini kurtarıcı gibi sundu. 12 Eylül rejimi zulmederek ve topluma büyük acılar yaşatarak kendi düzenini kurdu.
Gariptir ki, atılan nutuklardaki onca "demokrasi" laflarıyla aradan 40 yıl geçmiş olmasına rağmen Anayasası ve 600 yasasıyla 12 Eylül hukuku, "sivil" siyaseti pek rahatsız etmedi.
Sürüp gitti ve yeni faşizmlere yataklık etti.
Bu yazı ilk olarak P24'te yayımlanmıştır.