Türkiye Psikiyatri Derneği Genel Başkanı Dr. Şeref Özer, her geçen gün görülme sıklığı artan kanserin, hastalar üzerinde psikolojik etkisinin ağır ruhsal problemlere yol açabileceğini belirterek, "Kanser hastalarının yüzde 47'sinde değişik düzeyde ruhsal bozukluklar görülmektedir. Depresyonun kanser hastalarında görülme oranı yüzde 5-60 arasındadır. Hastaların yüzde 19'unda travma sonrası stres bozukluğu saptanmıştır" dedi. Özer, 4 Şubat Dünya Kanser günü nedeniyle yaptığı açıklamada, kanserin tüm dünyada görülme sıklığının arttığını belirterek, tedavi sürecinin ağır ve uzun sürdüğü için hastaların psikolojik destek almalarının ruh sağlığının korunmasında önemli olduğunu vurguladı. Kanserin, kişinin ruhsal ve sosyal yaşamında olumsuz etkilere yol açabildiğini belirten Özer, genellikle tedavide psikolojik yönün ihmal edildiğini ifade etti. Özer, "Sağlık Bakanlığınca 2007'de yayımlanan Türkiye'de Kanser Kontrolü raporunda bile kanserin psikososyal sonuçları ile ilgili bir tek bölüm bulunmaması bu önemli alanın ne denli ihmal edildiğini göstermektedir" eleştirisinde bulundu. Kanserde, biyolojik tedavinin yanı sıra psiko-onkolojinin hastanın yaşam süresinin uzatılmasında çok önemli olduğunu dile getiren Özer, "Kanser, sadece hastalığa yakalanan kişiyi değil ailesini ve yakınlarını da etkileyen bir durumdur ve mücadele yaklaşımı ona göre geliştirilmelidir" diye konuştu. ‘2030'da 24 milyon kişi kansere yakalanabilir’ Özer, 2007'de Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesince yayımlanan raporda, kanserin dünyada ve Türkiye'de yüzde 22'lik oranla kalp damar hastalıklarından sonra 2. ölüm nedeni olarak belirtildiğini söyledi. 2000'li yılların başında dünyada 6 milyon kanser hastası bulunduğunu, sayının önümüzdeki 20 yıl içinde 12 milyona ulaşmasının öngörüldüğünü ifade eden Özer, "2005'de 2 milyon kişinin kansere yakalandığı, 7 milyon kişinin kanser nedeniyle yaşamını yitirdiği, 25 milyon kişinin de kanserle yaşadığı belirlenmiştir. 2030'da 24 milyon kişinin kansere yakalanacağı, 17 milyon kişinin kanser nedeniyle öleceği, 75 milyon insanın da kanserle yaşayacağı sanılmaktadır. Halen dünyada yılda 11 milyon kişinin kansere yakalandığı, 7 milyon kişinin bu nedenle hayatını kaybettiği bilinmektedir" dedi. ‘Tek başına stres nedeni olabiliyor’ Özer, kanserin yol açtığı strese verilen yanıtın, kişiye, hastalığının özelliklerine ve çevresel etkenlere bağlı değişebildiğini ifade ederek, yaş, cinsiyet, eğitim durumu, kişilik yapısı, kanserin türü-evresi, iş, evlilik, yaşam koşulları ve sosyal güvenlik durumunun, hastalığın kişide yaptığı tahribatın ruhsal bozuklukların ortaya çıkmasında rol oynadığını anlattı. Kanserin tek başına stres etkeni olabildiğini ve kişide ruhsal kriz yaratabildiğini belirten Özer, şunları kaydetti: "Temel süreç dengenin bozulmasıdır. Bozulan fiziksel denge de ruhsal dengenin giderek bozulmasına yol açar. Strese karşı hem zihinsel hem de fizyolojik tepkiler oluşmaya başlar ve bunun yansımaları ruhsal bozukluk oluşana kadar ilerleyebilir. Krizin ilk aşaması tanı konma, ikinci aşaması hastalığın yineleme dönemi ve üçüncü aşamada hastalığı kötüleşmesi ile birlikte yeni tedavi gereksinimlerin ortaya çıktığı zamanda yaşanır. Sık görülen tepkiler, yas, yalnızlık, uyum güçlüğü, depresif olma, bunaltı, öfke, inkâr, bağımlılık, suçluluk, düşmanca davranışlarda arta, yansıtma, saldırganlık içeren direnç durumu, güçsüzlük olmaktadır. Gelecek ile ilgili belirsizlik ve kuşku, hastalığı anlamlandırmada yaşanan güçlükler, kişinin bedeni üzerindeki denetimi kaybedeceği inancı, yetersizlik ve başarısızlık duygusu, kanserli bir hasta olarak damgalanma korkusu ve son olarak da hastalığını yakınlarından çevresinden sürekli gizleme çabası önemli etkilerdir." Özer, ilk aşamada hastalarda şok ve inanmama, inkâr, kaygı, panik ve çaresizlik duygusunun gözlemlendiğini ifade ederek, bunun kızgınlık, depresyon ve kabullenme ile devam ettiğini söyledi. Umut aşılayıcı yaklaşım, hastayı dinleme, anlamaya çalışma ve kendi ifadesine zaman tanıma, bedene yabancılaşma duyguları ile başa çıkmasına yardımcı olmanın çok önemli olduğunu vurgulayan Özer, "Uyum sürecinde birey, yaşamını ve geleceğini yeniden gözden geçirir, isteklerini ve olanaklarını belirler ve bir yaşam planı oluşturur" diye konuştu. Depresyon görülme oranı yüksek Özer, kanser hastalarında ruhsal bozuklukların yaygınlığının yüksek, yarattığı sonuçların ihmal edilemeyecek önemde olduğunu vurgulayarak, şunları söyledi: "Araştırmalarda kanser hastalarının yüzde 47'sinde değişik düzeyde ruhsal bozuklukların ortaya çıktığı görülmüştür. Bu hastalıkların başında uyum bozuklukları ve depresyon gelmektedir. Kanser hastalarında anksiyete (bunaltı, kaygı) çok yaygındır. Depresyonun kanser hastalarında görülme oranı yüzde 5-60 arasındadır. Mide bağırsak sistemi ve beyin tümörlerinde daha sık ortaya çıkmaktadır ve kanserin ileri evrelerinde daha çok görülmektedir. Aşırı bağımlılık, öfke, sosyal çekilme gibi durumlar kanserli hastalarda depresyonun belirtileri olabilir. Örneğin, göz ilişkisinden ve yakınlarıyla birlikte olmaktan kaçınma, çaresizlik, umutsuzluk, aşırı ağrı yakınmaları, tedaviye uyumsuzluk gibi belirtilerdir." Kanserli hastalarda yüzde 50 oranında uyku bozuklukları görüldüğünü anlatan Özer, " İntihar oranları da yüksektir. Bir araştırmada, intihar girişimi oranı yüzde 17.2 bulunurken, olguların yüzde 46'sı intihar düşünceleri ve planlarından söz etmektedir. Özellikle metastazı olan hastalarda ölüm ve intihar düşüncelerinin yaygınlığı artmaktadır" diye konuştu. Özer, kanser hastalarında "travma sonrası stres bozukluğu (TSSB)"nun da görüldüğünü belirterek, "Bunun yaygınlığı yüzde 1.9-35 arasında değişmektedir. Ülkemizde yapılan bir çalışmada, kanser hastalarının yüzde 19'unda travma sonrası stres bozukluğu saptanmıştır. TSSB yaygınlığı, kadınlarda yüzde 24.5, erkeklerde yüzde 12.8'dir" dedi. Kansere verilen ruhsal tepkilerin kültürel yönü Türkiye'de kanser hastalarının daha çok "kaçınma ya da kaderci kabulleniş" tutumu sergilediklerini dile getiren Özer, "Hastalar daha fazla inkâr etme eğilimi göstermekte, hastaların yaklaşık yüzde 20'si söylenecekleri duymamak için doktorlarıyla konuşmamakta, bilgi alma sorumluluklarını yakınlarına yüklemekte, önemli bir hasta grubu ise tanılarını bildikleri halde yakınlarıyla konuşmamakta, hastaların yarıdan fazlasında da hasta yakınları, hastaların moralleri bozulacağı endişesiyle tanının hastalara söylenmesini istememektedirler" diye konuştu. Yapılan bir çalışmada, hekimlerin hastalığı konuşmayı hastanın entelektüel düzeyine göre belirlediklerinin ve yüzde 40 oranında tanıyı söylemediklerinin saptandığını anlatan Özer, "Bir başka çalışma da hastaların yüzde 67.9'u, hemşirelerin yüzde 70'i doktorların ise yüzde 80'nin tanının söylenmesi gerektiğini belirtmişlerdir" dedi. Özer, hastaların tedavi sürecine etkin biçimde katılmalarının sağlanması için onların görüşlerinin ve beklentilerinin önemsenmesi, hastaların duygu ve düşüncelerine kulak verilmesi, yüreklendirilmesi, empati gösterilmesi ve geri bildirim verilmesinin çok önemli olduğuna işaret ederek, tedavi planı yapılırken hastanın önceden hazırlanması, bilgilendirilmesi, tedaviye ilişkin ayrıntıların ve olası sonuçların önceden aktarılması, alınacak önlemler konusunda eğitilmesi, ortaya çıkabilecek ruhsal sorunlar ile ilgili gereken bilginin verilmesi gerektiğini dile getirdi. Psikoterapi ile benlik saygısı kazandırılıyor Ruhsal bozuklukların tedavisinde ilaç ve biyolojik tedavilerin yanı sıra, krize müdahale yaklaşımları ve çeşitli psikoterapiler kullanıldığını anlatan Özer, tedavilerin hastanın iş aile ve yaşam güçlüklerine odaklanan, sorun odaklı, çok zaman almayan, hastayı aile ve çevresiyle tedavi sürecine katan yaklaşımlar olması gerektiğini ifade etti. Psikoterapilerde, hastanın benlik saygısının yeniden kazandırılması, yaşam dengesini yeniden kurması, sınırlılıklarını kabullenmesi, güçlü yönlerini fark etmesi, kendine özgü başa çıkma becerilerini geliştirmesinin amaçlandığını belirten Özer, özellikle tedavi aşamalarında ruhsal desteğin rolünün büyük olduğunu vurguladı. Özer, alternatif tedavi seçeneklerinin de olumsuz bir etkisi olmadığı sürece uygulanabileceğini belirterek, "Hastanın bu umut arayışlarının onu daha diri tutacağı, bağışıklık sistemini olumlu yönde etkileyerek tedaviye katkı sağlayacağı düşünülmektedir" diye konuştu. Sosyal desteğin, bağışıklık sistemi üzerinde olumlu etkide bulunarak kanserin gidişini iyi yönde etkilediğini, yaşam süresini uzattığını gösterdiğini de ifade eden Özer, özellikle hastalığın erken dönemlerinde verilen duygusal desteğin çok önemli olduğunu sözlerine ekledi. (AA)