28 Şubat davasında ilk kez savunma yapan dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, dinin siyasete alet edildiğini ve dönemin başbakanı Necmettin Erbakan'ın siyasi kışkıtma yaptığını ileri sürdü. 28 Şubat sürecini, siyasi gerginliğin başlattığını ve kışkırtmanın siyasi boyutta olduğunu savunan Karadayı gerginliğin nedenlerini şöyle sıraladı:
"Erbakan'ın kürsüye çıkıp ‘Şeriat gelecek kanlı mı olacak kansız mı olacak’ demesi, Başbakan'ın lüks araçlarla takkeli, sarıklı, şalvarlı tarikat mensuplarına verdiği iftar yemeği, Erbakan’ın ülkemizin itibarını düşüren yurt dışı gezileri, cihat çağrıları, toplu namaz gösterileri, ‘Şeriat isteriz yaşasın Hizbullah’ sözleri, Susurluk kazasının ortaya çıkardığı karışıklıklar, Güneydoğu’da çıkmaya başlayan örgütler, örgüt cinayetleri, domuz bağıyla öldürülen, evlerin bodrumlarında bulunan insan cesetleri, milletvekillerinin cumhuriyet karşısı söylemleri vs."
"Bu dava merhum Erbakan hayattayken neden açılmadı da 16-17 yıl beklendi?" diye soran Karadayı, dönemin başbakanı Necmettin Erbakan hayattayken dava açılsaydı, Erbakan'ın taşıyacağı vicdani sorumluluk gereği asla silahlı kuvvetlerin karşısında olmayacağını iddia etti.
İsmail Hakkı Karadayı, Batı Çalışma Grubu (BÇG) oluşturulurken kendisine bilgi verilip verilmediğini tam hatırlamadığını, fakat bu konu hakkında konuştuğu Necmettin Erbakan'ın, "Bizden de yardım alabilirsiniz" dediğini söyledi. Sincan'da tankların yürütülmesinden haberinin olmadığını da söyleyen Karadayı, ''Bir gün sonra haberim oldu, arkadaşlarıma sorduğumda tankların tatbikata gitmek için buradan geçtiğini söylediler'' ifadesini kullandı.
Emekli Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı'nın savunması şöyle:
“Olayların altyapısını ortaya koymadan önce tüm detayları arz etmek isterim. Bu olayları iyi anlamak için 28 Şubat’ı anlamak gerekir. 28 Şubat süreci bir darbe süreci asla değildir. Ülke genelinde ciddi bir gerginlik dönemi yaşanmıştır. Bunun temelinde ne vardır, neden bu süreç oluşmuştur çok iyi değerlendirmek, sebep sonuç ilişkisine bakmak gerekir. Olay iyi incelenmez ise hatalarla dolu olacak, gerçek ortaya çıkmayacaktır. Anayasamızın belirttiği gibi Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, laik, sosyal bir hukuk devletidir.
Toplumun yasası bu esaslara dayanır. Bu ilkelerin özellikle siyaset ve yönetim kademesinde uygulanması temel olan esaslardır. 28 Şubat bu esaslara ters düşen uygulamaların ortaya çıktığı tablodur. Huzursuzluktur. Ancak bunun kaynağı silahlı kuvvetler olmamıştır. Ancak bazı çevreler bunu böyle yansıtmıştır. Bu iftiradır. Bu darbe söylemi saçmadır.
54. Hükümet koalisyon hükümeti olarak kurulmuş ve ülkeyi yönetmeye başlamıştır. Kuruluşundan bir süre sonra biraz önce söylediğim temel prensiplerin dışına kaymak suretiyle özellikle dini siyasete alet ederek ciddi huzursuzluklar yaratmış, bazı çevreleri buna teşvik etmiş, olumsuz tavır ve hareketlerle ciddi huzursuzluklar yaratmıştır. Bu gelişmeler sürecin başlangıcı olmuştur. Süreci bu siyasi gerginlik başlatmıştır. Kışkırtma siyasi boyuttadır. Toplumsal boyutta bir süreç hazırlama olgusu yoktur. Toplumda huzursuzluk yaratan bu hareketlerin bir kısmını hatırlatalım. Erbakan'ın kürsüye çıkıp ‘Şeriat gelecek kanlı mı olacak kansız mı olacak’ demesi, Başbakan'ın lüks araçlarla takkeli, sarıklı, şalvarlı tarikat mensuplarına verdiği iftar yemeği, Erbakan’ın ülkemizin itibarını düşüren yurt dışı gezileri, cihat çağrıları, toplu namaz gösterileri, ‘Şeriat isteriz yaşasın Hizbullah’ sözleri, Susurluk kazasının ortaya çıkardığı karışıklıklar, Güneydoğu’da çıkmaya başlayan örgütler, örgüt cinayetleri, domuz bağıyla öldürülen, evlerin bodrumlarında bulunan insan cesetleri, milletvekillerinin cumhuriyet karşısı söylemleri vs.
Halkımızı rahatsız eden faaliyetler karşısında aydınlık için bir dakika karanlık eylemi hala hafızalarda. Şu hususu belirtmek isterim ki asla bir darbe düşüncesi oluşmamış. Bu olanlar Anayasa eliyle olmuştur. Bunların TSK ile ne gibi bir organik bağlantısı olabilirdi. Bugün ortaya konan bir iddianame ile ben bir numaralı sanık olarak hükümeti yıkmak suçlaması gibi ağır ve haksız bir iftirayla muhatap oluyorum. 50 yılı aşkın meslek hayatımda ilk defa mahkemeye çıktım. Bu suçlama hangi maddi delillere göre yapıldı anlamak mümkün değil. Teşhis yanlış olursa tedavi doğru olur mu? İddianame iki temel yanlış üzerine kurulmuş. O günlerde ortada cebir ve şiddetle yıkılan hükümet yoktur. O günün gerçeklerine bakarsak 18 Haziran 1997'de istifa eden Başbakan Erbakan’ın istifa mektubu dosyada. Orada istifa ettiğini açıkça yazmaktadır. Bu mektupta, ortağı olan siyasi parti genel başkanına, protokolleri gereği, görev değişikliği imkanı sunabilmek için istifa ettiğini açıkça yazmaktadır. Dönemi özetlemek gerkirse, 27 Mayıs 1997'den itibaren, iki siyasi parti ve rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu katılımı ile hükümetin sona erdirilmesi için 20 gün çalışma yapıldığı, daha sonra yayımlanan dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan'ın kitabında ayrıntılarıyla anlatılmaktadır. Hangi mantıkla iddianamede bu suçlama olur. Acaba Erbakan’ın dilekçesi kabul edilseydi ve Tansu Çiller görevi teslim alsaydı bugün bu dava açılacak mıydı? Ayrıca bu dava neden Erbakan hayattayken açılmadı da uzun süre beklendi. Bu bekleyişin sebebi ne? Şuna inanıyorum. Erbakan hayattayken açılsaydı Erbakan taşıyacağı vicdani sorumluluk gereği TSK’nın karşısında olmayacaktı. TSK’nın hiçbir rolünün olmadığını gayet iyi biliyordu.
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel görevi Mesut Yılmaz’a vermiş ve yeni bir hükümet kurulmuştur. Gerçekler bu kadar açıkken acaba bunların içinde benim rolüm ne oldu. Bunu anlamak mümkün değil. Benim o dönemde idam cezası gerektiren bir eylem yapıp sonra yönetime el koymayıp birinin başbakan olmasını göze almam akla mantığa sığmaz . Diğer delilere hiç girmeden bu davanın kapatılması gerekir. İkinci yanılgı BÇG ile ilgili ortaya konulan belgeler. MGK toplantılarında istihbarat birimlerinin verdikleri bilgiler çerçevesinde hükümetin koyduğu gündem maddeleri konuşulur. Herkes fikrini söyler. Heyetin görüşleri maddeler hallinde MGK Genel Sekreterine not ettirilir. Yani kimse toplantıdan önce hangi kararların çıkacağını bilemez.”
İddianamenin ikinci büyük yanılgısı Batı Çalışma Grubu (BÇG) ile ilgili görüşler. İddianamede dedikodulara yer verilerek, hazin ve trajikomik çelişkilere düşülmüş. BÇG, daha kurulmadan, sözde ordunun üst kademesini ele geçirmiş ve MGK üyelerine, 28 Şubat kararlarını baskı ile aldırmış gibi ifade edilmiş. İddianame, Cumhurbaşkanına, Başbakan'a, kurul üyelerine ve kuvvet komutanlarına, zorla kararlar aldırabilme gücünü BÇG'de görmektedir ki, böyle değerlendirme, onlara büyük bir hakarettir. İnanılması akla mantığa sığmayacak bu husus, iddianamenin hukuk ve mantık dışına çıkılınca, ne kadar inandırıcılıktan uzak bir duruma düştüğünü göstermektedir.
MGK toplantılarında, devletin istihbarat organlarının raporları çerçevesinde Cumhurbaşkanının gündeme koyduğu maddeler görüşülür. Önceden hiç kimse belirli kararlarla toplantıya gelmez. Gündem maddeleri konuşulurken herkes fikrini söyler. Böylece heyetin görüşü, maddeler halinde Cumhurbaşkanı tarafından MGK Genel Sekreterine not ettirilir. MGK'dan çıkacak kararları, hiç kimsenin daha önce bilmesi mümkün değildir. Kararlar, toplantı devam ederken, kendiliğinden oluşur.
Silahlı Kuvvetlerin siyasetin dışında kalması her zaman temel prensibimiz olmuştur. Atatürk'ün 1908'de telkin ettiği gibi bu sadece benim değil, bütün arkadaşlarımın benimsediği bir husustur. Demokrasi dışında bir yönetim asla düşünemedik ve hiçbir zamanda düşünemeyiz.
28 şubat 1997 dönemi, Anayasal esaslara ve temel ilkelere ters düşen, yasa dışı siyasi, idari ve sosyal uygulamaların ortaya çıkardığı bir tablo olduğu gibi siyasetçiler ve siyasi partilerin, iktidar mücadelesindeki çatışmalarının da sonucu. Siyasetçiler darbe söylentilerini istismar ederek bunu kullandılar. Gerçekler böyleyken,17 yıl sonra anlaşılmaz bir sebeple, bunu askere yüklemek bu haksız suçlamayı bir darbe kisvesiyle açıklamak ve kamuoyuna sunmak haksızlıktır.
Maalesef bu olmuştur ve telafiside asla mümkün görülmemektedir. Ama tarih bunu mutlaka yazacaktır. Ülkemiz, o günlerde her ne kadar demokrasi ile idare edilen bir ülke olsa da, maalesef gerçek demokrasi ile yönetilen ülkelerde olduğu gibi sosyal meseleleri demokratik bir uzlaşma kültürüyle çözmesi yerine, bazı siyasi, sosyal, istikrarsızlıklar, sıkıntılar yaşamıştır.
Özelikle siyasi partilerin yapısı, siyasi felsefesi, partilerin ideolojik davranışları gibi çeşitli faktörler, bunları olumsuz etkileyebiliyor. Seçim dönemleri, hükümetlerin kuruluş aşamalarında, koalisyon zarureti durumlarında, bu gibi istikrarsızlıklara daha çok rastlanabiliyor. Ancak, demokrasi anlayışı oturmuş ise bunlar daha rahat çözülebiliyor.
54'üncü hükümetten biraz gerilere gidilirse, aynı felsefi ve siyasi görüşe inanmış radikal görünümlü iki parti, hukuk dışı uygulamaları, ideolojik yapıları, yasalara aykırı tutum ve davranışları sebebiyle, yargı tarafından kapatıldı. Kapatılan bu partiler, zaman içinde biraz daha güçlenerek, değişik isimler altında, yeni kuruluşlarla ve farklı görüntülerle koalisyonlara girme ve yönetime ortak olma hatta, zamanla yönetim imkanlarına da ulaşabilmişlerdir. Olayları değerlendirirken, başta zaman faktörü olmak üzere, sebep-sonuç ilişkileri üzerinde durmak, sebepler ortaya çıkarılmadan, sadece sonuçlar üzerinde yoğunlaşmak, daima yanlış olur ve gerçek çözümlere ulaşılması mümkün olamaz.
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in, Meclis Araştırma Komisyonunda, sizlerinde hatırlayacağı bir sözünü ifade etmek istiyorum. Demirel, 'Bugünkü çamaşırı, dünkü güneşle kurutamazsınız' demiştir. 28 Şubat'ı da bu açıdan da değerlendirmek gerekir.
Bu gerginliğin sebepleri nelerdir? Sebep olanlar kimlerdir? Ülkemizde huzursuzluk yaratacak neler yapmışlardır? Öncelikle onu görmek ve değerlendirmek gerekir. Oysa, o günlerdeki huzursuzluğu yaratanlar, sebep olanlar, unutuluyor, bunlardan hiç ama hiç bahsedilmiyor. Bunlar, bugün, kronik mağdurlar görüntüsü içinde, kendilerine göre yargıdan, ordu aleyhine çıkacağını düşledikleri mutlu sonuçlara odaklanmışlardır. Aslında bugünün gerçek mağdurları, yasalara uygun olarak ülkesine her kademede, şerefle hizmet etmeye çalışan sivil-asker çalışanlardır. Zaman zaman MGK'da da dile getirilen bu tür olayların, toplumumuzun bir parçası olan Silahlı Kuvvetlerimiz de de endişeler yaratması, elbette kaçınılmazdı.
Tankların yürütülmesinde haberim yok. Bir gün sonra haberim oldu, arkadaşlarıma sorduğumda tankların tatbikata gitmek için buradan geçtiğini söylediler. 2014 yılındaki MGK kararları hükümettin tıpkı 28 Şubat kararlarında olduğu gibi bu kararları uyguladığı belgeleriyle ortaya konmuştur. Yani 97 yılındaki kararların aynısını MGK almaya devam etmiştir. Böylece bu davanın temelinde yanlışlığı ortaya çıkmıştır. BÇG’nin kurulmasında haberim yok. Erbakan’a ‘size irticai faaliyetler konusunda yardımcı olabiliriz’ dedim. BÇG’de bu doğrultuda ikinci başkanın bilgisiyle kurulmuş.
MİT'ten, valiliklerden, jandarmadan ve değişik istihbarat kaynaklarından bölücü, yıkıcı faaliyetler ve irtica tehdidi ile gelen raporlar, ordu olarak bizde de kaygı uyandırdı. Bazı camilere pompalı tüfek depolandırıldığı iddiaları bizi daha da endişelendirdi. Konuştuğum, dinlediğim asker sivil herkes, olaylardan rahatsızlıklarını ve endişelerini belirtiyor, 'Memleket nereye gidiyor' demekten kendilerini alamıyorlardı. Bu durumda, yasal sorumluluğum gereği, haftalık ziyaretimde, bunlar Sayın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile görüştüğümde de gündeme geldi. Bana ulaşan bilgileri, aldığımız raporları ve gelişmeleri izah etmeğe çalıştım. Anladığım kadarıyla kendilerinin de bazı bilgileri ve ciddi endişeleri vardı. Konunun ciddiyeti sebebiyle bizden brifing talebinde bulundu. Kendilerine 17 Ocak 1997'de Genelkurmay'da bir brifing takdim ettik. Brifingle ilgili bu raporları talep ettiler, sanıyorum, verdiğimiz belgeleri makamında yeniden inceletti ve değerlendirdi. Müteakip görüşmemizde konunun MGK'da ele alınması gerektiği ortaya çıktı ve 28 Şubat 1997'de MGK toplandı. Hatırladığım kadarıyla toplantı MİT'in ve Genelkurmay'ın özet takdimleriyle başladı.
MGK anayasal bir kurum. Siviller ve askerler burada cumhurbaşkanlığının başkanlığında önemli konuları konuşup, değerlendirir. Burada her şahıs, cumhurbaşkanının verdiği söz hakkı çerçevesinde dilediği gibi konuşur, fikirlerini açıklar, buna da kimse müdahale etmez. Sayın Cumhurbaşkanı ayrıca her üyeye MGK'da alınan kararlara iştirak edip etmediğini sorar. İsteyenin de alınan kararlara şerh koyma hakkı vardır. 6 yıl iştirak ettiğim bu toplantılarda bunun aksine asla bir tutum görmedim. Yüksek Askeri Şura'da da anlayış ve uygulama böyledir.
28 Şubat 1997'deki MGK'da, tahminen 9 saatten fazla devam eden bu toplantıda alınan kararlar, daha önceden TSK tarafından hazırlandığı ve baskı içeren tavırlarla Kurul'un sivil üyelerine dayatılmış, böylece Sayın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de dahil olmak üzere Kurul'un sivil unsurlarının inisiyatif alması engellenmiştir ifadesi var. Yine iddianamede dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan'ın kararları geç imzalamasının, 'darbe ve müdahale endişesinden kaynaklandığı' belirtiliyor.
Tamamiyle uydurma ve inanılmaz olan bu ifade dahi bu iddianamenin ne kadar temelsiz esaslara dayandığını kesin bir göstergesidir. O günkü MGK belgeleri tetkik edilir veya Sayın Süleyman Demirel'in Meclis Araştırma Komisyonundaki söyledikleri dikkate alınırsa bunların ne kadar yalan ve uydurma şeyler oldukları ortaya çıkacaktır. Evet, kararların imzalanması ertesi güne kalmıştır. Sebebi ise hatırladığım kadarıyla, gece çok geç olmuştu. Ayrıca MGK Genel Sekreteri tarafından kaleme alınan kararlarda bazı düzeltmeler de gerekiyordu.
Madde sayısı herhalde 18'den fazlaydı. Bir kısmının itirazlardan dolayı çıkarılarak yeniden yazılması gerekiyordu. Gecikmenin esas sebebinin bunlar olduğunu hatırlıyorum.28 Şubat 1997'de alınan kararlar, bilahare 14 Mart 1997'de Bakanlar Kurulu kararları haline getirildi ve diğer hükümet birimlerine direktif olarak yayınlandı. Böylece MGK'nın tavsiye niteliğindeki bu kararları Başbakanlık emirleri şekline sokuldu ve her birimin de kendi sorumluluğu çerçevesinde çalışmalara başlandı. İrticai olaylarda aynen terör ve bölücülük gibi tehdit kavramı içinde kabul edilerek Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'nde yer almıştır. Dolayısıyla bu belge toplumun tüm kurum ve sorumlularını ilgilendirir.
14 Mart 1997'de Başbakan Necmettin Erbakan imzası ile yayınlanmış Başbakanlık emrinin ikinci paragrafında 'İrtica ile etkin bir şekilde mücadele edilmesi kararının önemle takip edilmesi, konuyla ilgili kısa, orta ve uzun vadeli tedbirlerin dikkat ve ihtimamla alınması, mali destek ve yasa değişikliğine ihtiyaç gösteren tedbirler varsa bunlar hakkında da Bakanlar Kurulunca gereğinin yerine getirilebilmesi için Başbakanlığa bildirilmesini rica ederim' ifadesine yer verilerek, emrin bakanlıklara ve ilgili birimlere iletildiği anlaşılıyor. Bu direktifle Başbakan da ülkedeki huzursuzluğun sebeplerini ve kaynağını bizzat kabul etmişti. MGK kararlarından ve Başbakanlık emrinden sonra mevcut huzursuzluğun geçeceğine dair inancımız arttı. Zira bu direktifte ayrıca her MGK toplantısında, Başbakanlık Genelgesi ile yapılan ve yapılmayan işlerin Kurul'a sunulması da emrediliyordu. Bu hususta, başta İçişleri ve Adalet Bakanlıkları olmak üzere ilgili bakanlıklar kendi birimlerine genelge yayınlamışlardı. Bu genelgeler okunduğunda olayların boyutunun, asker olarak bizim bildiklerimizin çok daha ötesinde olduğu görülecektir.
Hatırladığım kadarıyla kısa bir süre, Genelkurmay da 2. Başkan'a bağlı bir çalışma grubu kurularak, bunlara gerektiğinde yardım imkanı sağlanmıştı. İddianameyi inceleyince gördüm ki bugün suçlanan Batı Çalışma Grubu, muhtemelen o gruptur. O tarihte hem TBMM'de hem de yargıda bu grupla ilgili yapılan şikayetler sonucu, yapılan tahkikatta çalışma grubu hukuka uygun bulunarak herhangi bir yasa dışı oluşum olmadığı kesin hüküm haline geldi. MGK kararlarından ve Başbakanlık emrinden sonra mevcut huzursuzluğun geçeceğine dair inancımız arttı. Bundan sonra bu konularla fazla ilgilenmedik ve çalışmalar kendi akışında devam etti.
Aradan 17 yıl geçti, pek çok şeyin unutuldu, yanlış yorumlar, varsayımlar, niyet okumaya dayanan tahminler ortaya çıktı. Doğru olmayan, duyumlara dayanan rastgele kitaplar yazıldı, gazete ve televizyonlarda çoğu gerçek dışı değerlendirmeler, bilgisi ve ilgisi olmayan kişilerle yapılan röportajlar, sohbet toplantıları, konuşmaları, silahlı kuvvetlere antipati besleyenlerin yalan yanlış suçlamaları, darbe dedikoduları, iftiralar, basına yansıdı. Bir bakıma böylece, hayali bir darbe olgusu yaratılarak, yıllar sonra, aleyhimizdeki bu haksız ve inandırıcılıktan tamamıyla uzak böyle bir davanın açılması meşru gösterilmeye çalışıldı. Maalesef son günlerde yine çeşitli çevrelerce ve bir kısım basında yapılan geniş kampanyalar ile de özellikle, o günleri yaşamamış veya unutmuş toplum üzerinde de gerçek bir darbe yapıldığı intibaı uyandırılmaya çalışılmaktadır. Sayın Süleyman Demirel'in açık ve netçe söylediği 'Bunların neresi darbe? Her şey demokrasinin kuralları içinde olmuştur, prosedüre uygun çalışmalardır' sözlerini bugün kimse gündeme getirmemektedir. Bunlar gerçekten son derece üzücüdür.
Maksatları,Türk Silahlı Kuvvetlerini yıpratma sürecine destek vermektir. Bu da ülkemize yapılabilecek en büyük kötülük ve ihanettir. Oysa hiçbirimizin aklından uydurulduğu gibi yasa dışı bir eylem asla geçmemiştir. Şunu üzülerek söylemek istiyorum ki iddianamedeki yorumlar ve değerlendirmelerde, bunlara benzer gerçek dışı çok şeyler görüyor ve hayret ediyoruz.
Gerçekleri anlatma arzusuyla soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcısına avukatı kanalıyla başvurarak, ifadesimin alınmasını istedim. Savcı çok sonra beni sorguya çağırdığında gösterdiği belgeleri ilk defa gördüm. Savcının özet halinde gösterdiği 60-70 belgenin hiçbirinde imza ve parafım yoktur. Karargah'ta her zaman birçok çalışma grubu vardı ve bunlar gerekmedikçe, doğal olarak komutana bilgi vermedi. Yıllar geçti, unuttuklarım, bana arz edilen veya edilmeyen evraklar olabilir. Hatta maksadı aşan beyanlar, yersiz konuşmalar
olabilir. Onlar, o zaman TCK ve Askeri Ceza Kanunu çerçevesinde belki soruşturulabilirdi. Ancak onların zaman aşımı dolduktan sonra, olmayan bir olayın delili diye şimdi, o belgelerin dava konusu yapılması, insafın ve aklın kabul edeceği bir yaklaşım değildir. Kaldı ki o gün bana gösterilen 6 ve 27 Mayıs 1997 tarihli belgelerin, gerçek olmadığı yargılama aşamasında ciddi dayanaklarla ileri sürülmüştür.
Genelkurmay İkinci Başkanı, karargahın amiri olarak, MGK kararları çerçevesinde böyle çalışma yapmak, gerekirse her alanda değişik çalışma gurupları da kurmak görev ve yetkisine sahiptir. Bu belgelerle ilgili Sayın Savcı'nın bana sorduğu sorulardan anladığım kadarıyla gerek BÇG'nin teşkili gerekse buna paralel yayımlanmış detaylı emirlerin, Başbakanlığın 14 Mart 1997'de yayımlamış olduğu genelgede 'İrtica ile etkin şekilde mücadele kararının önemle takip edilmesi, konu ile ilgili kısa, orta ve uzun vadeli tedbirlerin ihtimamla alınması' anlayışı içinde detaylı ve ileriye yönelik çalışmalar olduğunu değerlendiriyorum. Bunların hiçbirinde bir darbe çağrısı veya iması asla görmedim.
Karargah'ta her zaman çalışma grupları vardır. Grupların çalışma ve değerlendirmeleri, Genelkurmay Başkanı'nın, gerek Cumhurbaşkanı ve Başbakan gerekse MGK'da arz edilecek konulara ışık tutar.İstisnai durumlar dışında, çalışma gruplarının, Genelkurmay Başkanı ile doğrudan ilgisi yoktur ancak önemli konular İkinci Başkan'ın emri ile Genelkurmay Başkanı'na çıkarılır, o da değerlendirerek emir verir. Bütün karargah çalışmaları Türk Silahlı Kuvvetlerinin Karargah Hizmetleri Yönergesi'ne uygun yürütülmesi gerekir. İddianameye geçmiş bazı ifadelerdeki "Komutana arz edildi" veya "Arz ettim" gibi bir kısım konuların hepsini bugün hatırlamam mümkün değil. Ancak anladığım kadarıyla bazı konularda bana bilgi verilmesine gerek görülmedi.
Gölcük'te var olduğu iddia edilen bir toplantıda, benim konuşmamdan bahsediliyor. Böyle bir şey yok. Buna ilişkin belge hem tarih hem de içerik bakımından delil olamaz. Toplantıdaki konuşma düzeni bu şekilde olamaz. İçeriğini ise akıl ve mantık kabul etmez.
Bir takım gazeteci, yazar ve siyasetçilerin görüş ve beyanları dikkate alınarak yapılan siyasi yorumlarda, ben baştan beri bazı koalisyonların kurulmasına karşıymış gibi gösterilmeye çalışıldım. Bunlar düzmece, yalan ve yanlış. Oysa söylenenlerin aksine bir koalisyon hükümeti de kurulmuştur.
O tarihlerde bulunduğum makam dolayısıyla, ismimi kullananlar oldu. Bunlar siyasi maksatlar için de olabilir. Askeri, siyasetin içinde gibi göstermek isteyenler zaman zaman maalesef, bu çirkin oyunu oynamışlardır. Darbe, muhtıra yalanlarını bazı siyasilerin rakiplerine karşı bir tehdit olarak kullandıkları da görülmüştür. Bunları, o günlerde duyduk, yaşadık. Bazen bir suale verilen tek kelimelik bir cevap dahi, bu karakterdeki insanlara fırsat verir. Bu bakımdan hizmet süremde, siyasi mesajlar vermekten, bazı suallerle karşılaştığımda da bu tip beyanlardan mümkün olduğu nispette kaçınmışımdır.
Koalisyon tartışmalarının kızıştığı bir sırada, Bükreş'te, gazeteciler tarafından sorulan bir soruya, "milli irade esastır" şeklinde cevap verdim. Bunun için Erbakan bana defalarca teşekkür etti. TBMM'de verilen bir resepsiyonda, bir kadın milletvekili 'Paşam bizler sadece sizlere güveniyoruz, artık orduya güveniyoruz' tarzındaki bir konuşmasına, ben, 'Hayır, hepimiz TBMM'ye güvenmek zorundayız' diyerek, adres olarak milli iradeyi gösterdim. Bunu burada söylememin sebebi, o günlerdeki siyasi huzursuzluğu, hazin bir tablo olarak ortaya koymak içindir.
Hakkımdaki iddialar haksızdır. İddianamede, şahsıma ilişkin imzalı tutanaklar usule uygun değildir, delil niteliği taşımıyor. Hizmetle ilgili olarak, 54. Hükümetle ilişkilerimizde hiçbir problem olmadığı gibi, Hükümetin de gerektiğinde Silahlı Kuvvetlere vermiş olduğu her türlü desteği de inkar etmemiz mümkün değildir. Kişisel düzeyde de, hiyerarşik yapı içindeki sağlıklı ilişkiler, her zaman aynen devam etmiştir. Bunlara herkes şahittir, aksini kimse söyleyemez. Resmi görevimin gerektirdiği kişiler dışında, iddianamede adı geçen ve mağdur
olarak ortaya çıkan hiç kimse ile de hatırladığım kadarıyla, herhangi görüşmem bahis konusu değildir. Bunun dışında, iddianamenin omurgasını teşkil eden, cebir ve şiddet kullanarak Hükümetin görevini yapmasına engel olan hiçbir icraatımız olmamıştır, bunu asla ve asla kabul etmiyorum. Böyle bir olaya şahit olanlar varsa gelip açıklasınlar. Çoğu bugün hayattalar.
Silahlı Kuvvetlerimiz, bu süreçte, hükümetin hangi görevine mani olmuş, nerede ne şekilde bir cebir şiddet kullanmış veya teşebbüste bulunmuştur, bunun kesinlikle açıklanması, ortaya konması gerekir. Böyle bir iftiranın iddianameye konması, iddianameyi çürüttüğü gibi, farklı hedeflere ve yorumlara da yol açıyor. Bunları, yüce halkımız asla affetmeyeceği gibi, tarihe de bir hukuk rezaleti olarak geçer. Bu dönemde ortaya çıkan olumsuz olayların hiçbiri silahlı kuvvetlerimize yüklenemez, bunları ve sebeplerini yukarıdaki bölümlerde kısmen açıkladım.
Trafik kazalarında, suçun yüzde 90'dan fazlasının sürücüye ait olduğu istatistiki değerlendirmelerde belirtilmektedir. Bu anlayış içinde, yüce yargımız, sürücü durumunda olan bu partiyi yasa dışı tutum ve davranışlarından dolayı suçlu bularak, kısa bir süre sonra kapatmıştır. Neden? Burada askerin herhangi bir rolü düşünülebilir mi? Yargıya baskı anlayışı akla mantığa sığar mı? Bunlar kabul edilebilir mi? İddianamenin temelinin çökmüştür. Davanın derhal beraatle sonuçlanmasını talep ediyorum.
28 Şubat döneminde, Silahlı Kuvvetler, bölücü terör örgütüyle de mücadele etti ve terörü büyük ölçüde bitirdi. Başarılarımdan dolayı, halkın, Cumhurbaşkanının ve Hükümetin, sözlü ve yazılı takdirlerini aldım. 50 yıllık hizmet süremde, mesleğimle ilgili pek çok olaya şahit oldum. Asker her zaman siyasetin dışında kalmalıdır, buna bütün gönlümce inanıyorum. Görevim süresinde bu inanca kesinlikle bağlı kaldım. Aksini düşünseydim veya bir ihtirasım olsaydı, Cumhurbaşkanının, görevimi bir yıl daha uzatma teklifine olumlu bakabilirdim, ama zamanı gelince, 30 Ağustos 1998'de ordudan ayrıldım. Ayrılırken, Cumhuriyet tarihinde ilk defa, Devlet Şeref Madalyası ile taltif edilen kişi oldum. Bunu, hizmetlerimi daima yasalar çerçevesinde yaptığımın bir belgesi olarak kabul ediyor ve onur duyuyorum. Hayatın cilvesine bakınız ki, bugün 17 yıl sonra, gazete kupürlerine dayanan garip bir hayali darbe iddianamesi karşısında, burada savunma durumunda bulunmaktayım.
Yargılamanın başladığı 2 Eylül'den itibaren, mahkemede bulunmayı arzu etmeme rağmen sağlık sorunlarım nedeniyle bu mümkün olmadı. Bu benim için de ayrıca bir üzüntüdür. Genelkurmay Karargahındaki bütün arkadaşlarım yasalara uygun davranmışlardır, bu haksızlığa uğrayan bütün silah arkadaşlarıma da geçmiş olsun diyorum, onlar asla darbeci değildir. Adalet er geç tecelli edecektir."