'Karanlık korkusu' Can'ın yakıştırması

'Karanlık korkusu' Can'ın yakıştırması
Şu Çılgın Türkler'in yazarı Turgut Özakman, Can Dündar'ın çektiği 'Mustafa' filmiyle ilgili olarak eleştirilerini sürdürüyor. Yazar, Atatürk'ün karanlıktan korkmasını Can Dündar'ın yakıştırması olarak niteledi."Atatürk için karanlıktan korkuyordu demek komik olur ama çekindiği, görmek istemediği şeyler vardı. Mesela kana bakamıyor; çocuk ağlamasına dayanamıyor; sarhoştan çekiniyor;  yalandan, ikiyüzlülükte, iğreniyor. Bir de korkusu var: Kız kardeşinin açıklamasına göre, küçüklüğünde fareden korkarmış" diyen Özakman eleştirilerini şöyle sürdürdü:Kurtuluş Savaşı dönemi filmde nasıl anlatılıyor? - Çok yönlü, karmaşık, yoğun, hummalı, olağanüstülüklerle dolu bir dönem. Doğal olarak tümünü anlatmak imkânsız. Ancak özetlenebilir. Ama iyi, tam, doğru özetlenmeliydi. Yazık ki bu dönem de geçiştiriliyor. Bence filmde şu iki destana saygı ve önemle yer verilmeliydi. Biri karınca dizileri gibi İnebolu’dan Ankara’ya silah, cephane, erzak taşıyan kağnıcı ninelerimiz, öteki de Sakarya Savaşı’dır. İlki yok. Sakarya Savaşı Türk tarihinin en önemli savaşıdır. O da hem iyi anlatılmıyor, hem doğru anlatılmıyor. İki büyük yanlış, bir eksik var. İlki, Atatürk Başkomutan olarak cepheye üniformalı gönderiliyor. Oysa Temmuz 1919’da askerlikten istifa etmiş olan Atatürk, savaşı bir sivil olarak yönetti. Kendisine mareşal rütbesi ve gazi sanı, zaferin kazanılmasından 6 gün sonra TBMM’ce verilmiştir. İkinci büyük yanlış şu: Filmde tekalif-i milliye (milli vergi) emirlerine Sakarya Savaşı’ndan sonra değiniliyor. Oysa Sakarya Savaşı’na halk, varının % 40’ını vererek katılmış, zaferde pay sahibi olmuştur. Bu unutulabilir bir olay mıdır? Dünyada benzeri yok. Atatürk filmini yapanların Sakarya Savaşı’nın bu çok önemli özelliğini bilmemeleri şaşılacak bir şey. Eksik de şu: Milleti yaşasın diye ölüme atılan Sakarya ordusundan bir karecik bile yok. Büyük Taarruz nasıl anlatılıyor? - O da eksik, yanlış, duygusuz anlatılıyor. Halk için yazılmış, kısa, sade savaş kitaplarımız var, Celal Erikan’ın 100 Soruda Kurtuluş Savaşı gibi. Böyle bir kitaba baksalardı hem anlatım, hem hareketli harita doğru olurdu. Filmde Çanakkale, Sakarya ve Büyük Taarruz gibi üç büyük, önemli savaşa değiniliyor, fakat ekibin içinde bir askeri danışman yok. Bu dönemle ilgili bir konu daha var. Atatürk’ün karanlıkta yatmadığı. - Bu olay Atatürk’ün hizmet eri Ali Metin Çavuş’un anılarında yer alıyor, filme değiştirilerek aktarılıyor. Bu dönemle ilgili ne kadar dokunaklı, düşündürücü; saygımızı, hayranlığımızı arttırıcı, insanca olaylar var . Bula bula bunu bulmuşlar. (Anının aslı için: Atatürk’ün Şimdiye Kadar Yayınlanmamış Anıları, anlatan Ali Metin, yazan Ziya Oranlı, Ankara, 1967, s. 71-72; yeni baskısı, Zeynel Lüle, Ali Çavuş, Doğan Y., 2008) Gece odalarda, sofalarda idare lambası denilen kandil benzeri lambacıklar ya da mumlar yakılırdı ki gece uyanıp kalkan bir yerlere çarpmasın, tuvaletin yolunu bulsun. Evlerde de böyleydi, yatılı okullarda da. Benim çocukluğumda da bu âdet sürüyordu. Atatürk buna alışmış, gece hafif ışık istiyor. Anı filmde şu biçimi almış: “M. Kemal çocukça zaafını açıkladı: ‘Çocuk, ben karanlıkta yatamam.’ ” Dündar'ın 'Mustafa'sı Harbiye'ye giremediAnıyı değiştirerek çocukça zaafa dönüştürüyor Anıda ne çocukça zaaf sözü var, ne karanlıktan korktuğunu düşündürecek bir ifade. Can Dündar yüzlerce yıllık doğal bir âdeti, bir ihtiyacı anlatan anıyı filme böyle değiştirerek, çocukça zaaf deyimiyle korkuya dönüştürerek aktarıyor. Anıların yeni baskısına yazdığı önsözde de korkuya vurgu yapıyor: “Atatürk’ün karanlıkta yatmaktan korktuğunu -ilk baskısından- öğrenmiştim.” (s.11) Atatürk’ün isteğini geçmişimizi hiç bilmediği için korkuya bağlıyor. Yaşlıca birine sorsaydı öğrenirdi. Ayşe Arman’la yaptığı röportajda yine korku motifini sürdürerek diyor ki: “Bir arkadaşımın oğlu demiş ki, ‘Atatürk gibi ben de karanlıktan korkuyorum. Demek ki bu anormal bir şey değil.’ Buradaki empati duygusu o kadar önemli ki... ‘O da benim gibiymiş’ diyebiliyor. ‘Demek ben de onun gibi olabilirim’ duygusu yer alıyor. Bundan daha güzel ne olabilir? Tartışma şu: Biz yeri asla dolmayacak, dogmalaştırılmış bir kutsal önder peşinde miyiz, herkesin onun gibi olmasını isteyeceği bir örnek kişilik mi?” (9 Kasım 2008) Bu açıklamanın neresinden tutmalı? Karanlıktan korkan çocukları Atatürk de korkardı diye mi tedavi edeceğiz? İki saatlik Mustafa filminin verdiği zararları bu küçük yarar karşılar mı? Geceli gündüzlü cephede savaşan korkar mı? Atatürk’ün karanlıktan korktuğunu gösterir hiçbir anı, dayanak, bilgi kırıntısı yok. Atatürk’ün karanlıktan korktuğu, Can’ın yorumu ya da yakıştırması. (Ali Metin Çavuş’un torunu Zeynel Lüle de yeni basımda özgün anıda değişiklik yapmış, ‘karanlıkta yatmazdı’yı ‘karanlıkta yatamazdı’ yapmış. Anılar üzerinde oynanır mı? Saygısızlık değil mi bu?) Bir karakteri işleyen yazar, düşünür: Ömrü yıllarca, geceli gündüzlü, cephede, siperde, at üzerinde, kışlada, savaş alanında, bir ara hapishanede, ateş altında, Makedonya dağlarında, çölde, ormanda geçmiş, dövüşmüş, toprakta yatmış, insanların parçalandığını görmüş, Çanakkale’de aylarca ceset kokusu solumuş, yaralanmış, sokak savaşı yapmış bir adam karanlıktan korkar mı? Akıl var, izan var. Bir karakterin bütünlüğü olur. Bu bütünlük bir fantezi uğruna bozulamaz. Ankara'da mum yoktu Biz yazarlar yeminli tanıklar gibi, özellikle gençlere geçmişi ve kişileri doğru dürüst anlatmakla yükümlüyüz. Bu bizim şeref borcumuz. Can Dündar eleştirilince geri çekildi, korktuğunu iddia etmediğini söyledi, kendini savunmak için bu sahneyi ‘mum alacak paraları bile olmadığını belirtmek için’ yazdığını söyledi. Bu açıklama doğru değil. Çünkü Ali Metin Çavuş, anısında para bittiği için değil, Ankara’da mum bulunmadığı için mum alamadığını anlatıyor. Atatürk için karanlıktan korkuyordu demek komik olur ama çekindiği, görmek, yaşamak istemediği şeyler vardı: Mesela kurban kesimine, kana bakamıyor; arkadaşlarının ölümüne zor katlanıyor; çocuk ağlamasına dayanamıyor; sarhoştan çekiniyor; dalkavukluktan, yalandan, ikiyüzlülükten, dedikodudan iğreniyor. Bir de korkusu var: Kız kardeşinin açıklamasına göre, küçüklüğünde, çoğumuz gibi o da fareden korkarmış. Bence bu filmde bir sırasını düşürüp çocuklara verilebilecek en yararlı, güzel mesaj Atatürk’ün şu açıklaması olurdu: “Çocukluğumda elime iki kuruş geçse, birini kitaba verirdim.” Karga, çakal ve korku hikâyelerinden bin kat yararlı bir mesaj olurdu. Filmde “Meçhule gidiyordu” deniliyor. - Atatürk’ün programının kaynakları çok eskilere dayanır. Mesela Misak-ı Milli’nin esaslarını 1907’de belirlemiştir. (A. Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, s. 135 vd., İnkılap K.) Şapka hakkındaki görüşünün tarihi 1910’dur. Cumhuriyet hakkındaki görüşünü arkadaşı Kâzım Özalp’e 1913 Ekim’inde, Milli Mücadele ile ilgili düşüncesini 5 Kasım 1918 günü Adana’da A. Fuat Cebesoy’a açıklamıştır. Atatürk Samsun’a olgunlaşmış, birçok olasılığı dikkate alan, geniş bir programla çıkmıştı. Genelkurmay İkinci Başkanı’yla birlikte hazırladığı yetki belgesi de, konuşma ve eylemleri de bunun açık ve ayrıntılı kanıtıdır. Atatürk için meçhule (bilinmeze) gidiş söz konusu değildi. Ordusunun başına, özelliklerini ateş altında tanıdığı halkının içine gidiyordu. Karabekir’e hakaret Filmde Atatürk’ün Erzurum’da, askerlikten istifa ettikten sonra K. Karabekir’in bir bölükle geldiğini görünce tutuklamaya geldiğini sanarak heyecanlandığı, korktuğu anlatılıyor. K. Karabekir, Atatürk’ü selamlayarak “Emrinizdeyim Paşam, ben, subaylarım ve erlerimle emrinizdeyim” diyor. Bunun üzerine Atatürk rahatlıyor. Bu sahne doğru mu? - Hayır. Bu sahne bu haliyle sadece Rauf Orbay’ın Atatürk’ün ölümünden sonra, 1941’de K. Karabekir’e yazdığı özel bir mektupta yer almaktadır. O günü yaşayan birçok insan var: Başta K. Karabekir, Kâzım Dirik, Cevat Abbas, Hüsrev Gerede, M. Müfit Kansu, Süreyya Yiğit ve Refik Saydam. R. Saydam’ın dışında hepsi anılarını yazmıştır. Hiçbirinin anısında Rauf Orbay’ın anlattığı gibi bir sahne yok. Zaten Atatürk’ün tutuklanacağını sanarak heyecanlanması, korkması için bir neden de yok. Çünkü hepsi üç gün önce, 6 Temmuz 1919 Pazar günü toplanmış, her durumda emirlerini dinlemek üzere, baş olarak Atatürk’ü seçmişlerdir. Verdiği sözü çiğneyerek İngilizlerin uşağı İstanbul’un emri ile Atatürk’ü tutuklamaya gelmesi Karabekir Paşa için şerefsizlik olurdu. Bu sahne özellikle Karabekir Paşa’ya hakarettir. Atatürk’ün o kadar sevdiği, kutsal saydığı askerlikten ayrıldığı için üzüntülü olması doğaldır. Bu hava içinde Karabekir Paşa gelir, Atatürk’ü teselli eder. Anılarında bu sahneyi şöyle yazıyor: “Ben kendisine hürmet ve samimiyette kusur etmeyeceğimi pek samimi ve ciddi bildirdim. Hazır ol vaziyetinde selamla, ‘Bundan sonra dahi ne emirleriniz varsa yapmayı şeref bilirim’ dedim.” (Karabekir, İstiklal Harbimiz, 1969, s. 71; Rauf Bey’in mektubunu hatıraların sonuna ekleyen Karabekir Paşa değil, kitabın yayıncısıdır. Aynı sayfada notu var.) Gerçek budur, bu kadardır. Rauf Orbay’ın bu güzel sahneyi böyle abartması, olmayan duygularla gölgelemesinin nedeni nedir? - Bu uzun bir konu. Özetin özeti olarak Rauf Orbay’ı abartıcı, duygucu diye tanımlamakla yetineyim. Yakın tarihimizi ve kahramanlarını anlatmaya soyunan bir insan ya da bir ekip, önce alan taraması yapar, önemli bütün eserleri bulup inceler, fişler, bir olaylar ve kişiler çizelgesi çıkarır; kaynaklar arasındaki çelişkileri, yanlışları, tutarlılıkları saptar, akışa ve güvenilir kaynaklara uymayanları ayırır, doğru verilerden yararlanarak gerçeğin resmini belirler. Türkiye’yi yakından ilgilendiren bir belgesel filme bu kadar yanlış ve eksik nasıl sığdırılır? Bu özel bir marifet.