Karar yazarı: Gülen alçağı hakkında yazdıklarım sebebiyle yarın bir gün yargılanmayı şeref addederim

Karar yazarı: Gülen alçağı hakkında yazdıklarım sebebiyle yarın bir gün yargılanmayı şeref addederim

Karar yazarı Mustafa Öztrürk, "17-25 Aralık süreci ve 15 Temmuz darbe girişimi üzerine birçok yazı yazması ve 'FETÖ'ye karşı tavır alması nedeniyle, 10-20 yıl sonra siyasi iklimin değişmesi halinde 'vatana ihanet'ten yargılanabileceği"ni savunarak "F.G. alçağı hakkında konuştuklarım ve yazdıklarım sebebiyle yarın bir gün yargılanmayı şeref addedeceğimi şimdiden belirtmek isterim" dedi.

Mustafa Öztürk'ün "On-yirmi yıl sonra yargılanma ihtimali" başlığıyla yayımlanan (19 Kasım 2016) yazısı şöyle:

Bazı dostlar, 17-25 Aralık süreci ve 15 Temmuz darbe girişimi üzerine birçok yazı yazmam ve FETÖ’ye karşı çok açık bir tavır almam sebebiyle, bundan 10-20 yıl kadar sonra siyasi iklimin tamamen değişmesine, yani keser ve sapın dönmesine bağlı olarak vatana ihanetten yargılanmamın muhtemel olduğunu tembihlemekte ve beni daha dikkatli olmaya davet etmektedir. Bu tembih, “Sana mı kaldı kahramanlık?! Bugün birbirine düşman olanlar, yarın bir gün bakmışsın ki canciğer dost olmuşlar. İşte o zaman, cümle âlemin kötüsü sen olursun” diye de ifade edilebilir. Ergenekon, Balyoz gibi davaların serencamı dikkate alındığında, söz konusu tembihlerin yabana atılmaması gerektiği düşünülebilir. Hâliyle, on-yirmi sene sonra, şayet o zaman hayatta olursak, bugün yazıp çizdiklerimizden yargılanmamız mümkün ve muhtemeldir. Ne var ki benim nazarımda önem arz eden mesele, yargılanmamız değil, niçin yargılanacağımız meselesidir.

***

Bilenler bilir, FETÖ hakkında yazdıklarım 17-25 Aralık sürecinden daha eski tarihlidir. Bunun belgesini isteyenler, Çağdaş İslam Düşüncesi adlı eserimize bakabilir. Bu eserin yayımlandığı tarih HSYK’nın FETÖ’cülerce işgal edildiği, FETÖ’cü savcıların esip gürlediği döneme denk gelir. O dönemde, eserlerimizi yayımlayan Ankara Okulu Yayınevi’nin bir sabah vakti FETÖ’cü polislerce basılması ve yayınevine dava açılması hafızamdaki tazeliğini halen muhafaza etmektedir. Kısacası, FETÖ’ye karşı çıkışım siyasi konjonktürle ilgili olmadığı gibi bu konuda sergilediğim tavır da siyasi iradenin destek ve himayesine bağlı değildir. Doğru olduğuna kanaat getirdiğim görüş ve düşünceleri ilahiyat alanında ne kadar açık ifade ediyorsam, toplumsal alanda yanlış gördüğüm şeyleri de aynı açıklıkta dillendiririm ve bu tavrı adamlık ölçüsü kabul ederim. Bu yüzden de kimin ne dediğine, sergilediğim tavrın getirisine götürüsüne pek bakmaksızın ve dahi gözümü budaktan sakınmaksızın, aklımın erdiği dilimin döndüğü nispette kitabın ortasından konuşmayı yeğlerim. Görüşlerim isabetsiz olabilir; fakat açıkça görüş beyan etmenin konjonktür gereği hakikat ekonomisi yapmaktan çok daha dürüst, ahlaklı ve aynı zamanda entelektüelliğe yaraşır bir tavır olduğundan kesinlikle eminim. Nabza göre şerbet vermenin, konuşulması gereken yerde susmanın ve tantanalı dönekliğin -ki buna şimdilerde “darbe sonrası kahramanlık” da deniyor- entelektüelliği çökerttiğinden de eminim.

***

Bütün ülkeyi ilgilendiren, üstelik dinî referanslar sebebiyle herkesten önce biz ilahiyatçıların konuşmasını gerektiren FETÖ meselesinde yakın gelecekteki muhtemel siyasi-sosyolojik iklim değişiklerini düşünerek konuşmaktan imtina etmeyi ahlâkî açıdan nasıl tanımlamak gerektiğini -dilerseniz- ifade etmeyeyim. Ancak şu kadarını söyleyeyim ki başımıza gelen belaların çoğu, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın”cılıktan ve nemelazımcılıktan geldi. Bu ülkedeki sayısız insanın daha birkaç yıl öncesine kadar Gülen haysiyetsizinin peşinde koşması ise hiç şüphesiz yalakalık, fırsatçılık, rantçılık gibi kümülatif ahlaksızlığın göstergesiydi. Çünkü o tarihlerde FETÖ sıçrama tahtası gibi görünüyordu. Hâliyle, sayısız insan bu yapının adam tavlamasına tav olmayı yeğledi. Ancak bu kadar basit tav olmak ve tavlanmak adamlık değildi.

Hâsılı kelam, Prizma 2 adlı eserinde, “herkesin nabzını tutma ve nabza göre şerbet verme esas olmalıdır” diyen ve fakat Vatikan’dan İsrail’e kadar cümle âlemin nabzını tutmasına rağmen bir kez olsun Müslümanların nabzını tutmayı düşünmeyen, bu yüzden de 2002 yılındaki Filistin ablukasından dolayı Türkiye’de İsrail’e karşı büyük bir öfke patlaması yaşandığı sırada İsrail büyükelçisini Fatih Üniversitesi’ne davet ederek konferans verdiren, Mavi Marmara hadisesinde, “İsrail’den izin aldınız mıydı?” diyen, keza 1980 darbesine eyvallah deyip darbecileri “Hızır” diye nitelendiren, 28 Şubat sürecinde Çevik Bir’e yazdığı ve son satırlarını, “Böyle bir mektupla kıymetli vakitlerinizi işgal etme sû-i edebinde bulunduğum için tekrar özür diler, yeni yılda sıhhat ve afiyet dileklerimle birlikte, en derin saygılarımın kabulünü arz ederim efendim” şeklindeki yalakalık ifadeleriyle bağladığı mektupla da kusursuz haysiyetsizlik örneği sergileyen F.G. alçağı hakkında konuştuklarım ve yazdıklarım sebebiyle yarın bir gün yargılanmayı şeref addedeceğimi şimdiden belirtmek isterim.