KCK Yürütme Komitesi Üyesi Murat Karayılan, 7 Haziran öncesi hükümet ve HDP kanadından gelen karşılıklı açıklamalarla askıya alınan ve silahsızlanma çağrısının tartışma konusu olduğu çözüm sürecine ilişkin olarak, "2013 yılında birçok askeri merkezi tümüyle düşürecek bir hamleyi planlamıştık. Ancak Önderliğimiz yeni ve kapsamlı bir çözüm sürecini gündemleştirdi. İşte o zaman biz arada kaldık. Açık olarak ‘savaş planımız var, tüm hazırlıklarımızı yapmışız; biz savaşı sürdürmek istiyoruz’ diyemedik. Esas olarak bunda hata ettik" dedi. PKK, bu gelişme üzerine 22 Mart 2013'te ateşkes ilan etmiş ve Mayıs ayında geri çekilme başlatmıştı.
7 Haziran seçimi sonuçlarına da değinen Karayılan, AKP ile koalisyona girmeyeceklerini açıklayan HDP'ye gönderme yaparak, "Bu konuda ‘ben filan kesimle koalisyona girmem’ türünden açıklama ve tutumlarda da bana göre duygusallık vardır. Bu siyaseten pek doğru da değildir" ifadesini kullandı. Karayılan, olası AKP-MHP koalisyonu için ise "Şimdi AKP, MHP’yle koalisyon yapmayı düşünüyor. Böyle bir şey kuşkusuz savaş demektir" diye konuştu.
ANF’nin sorularını yanıtlayan (17 Haziran 2015) Murat Karayılan’ın açıklamalarından satır başları şöyle:
Türkiye tarihinin en önemli seçimlerinden biri olan 7 Haziran seçimlerinin sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gerçekten de Türkiye tarihinin en önemli seçimlerinden birisi yaşandı. TC tarihinde ilk kez sistemden dışlanan tüm kesimler, Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Aleviler, Êzîdîler, kadınlar ve emekçi kesimler kendi kimliği ve kültürü ile meclise girmiş durumda. Bir parti çatısı etrafında birleşerek tekçiliğin çeperlerini zorlayan, tekçiliğe karşı ısrarla çoğulculuğu savunan ve büyük bir emek ve çaba ile bedel ödeyerek, şehit vererek ve işkence görerek bir mücadele ile bugünlere gelinmiştir. Bugünlere kolay gelinmediği açık ortadadır. Bunun arkasında 50 yıllık bir mücadele geçmişi ve geleneği vardır. Hatta onun daha ötesinden alırsak, 92 yıllık bir mücadele süreci vardır. İşte bütün bu mücadele değerlerini bir parti çatısı altında birleştirme Önder Apo’nun Demokratik Ulus Projesi çerçevesinde mümkün olabilmiştir. Tekçiliğe karşı çoğulculuğu esas alan demokratik ulus projesi burada başarı kazanmıştır. Kuşkusuz bu başarıda emeği geçen, bedel ödeyen, değer katan birçok kesimin rolü vardır. Ama Önder Apo’nun geliştirdiği projenin bu biçimde demokratik mücadelede bir zemin açmış olması, Kürdistan Özgürlük Hareketi ve Türkiye sol-sosyalist-demokrasi güçleri açısından önemli bir kazanımdır. Bu açıdan bu seçimlerde HDP’nin başarı kazanması tüm halklar ve kültürler adına önemli bir sonuç olmuştur. Burada Önder Apo’nun düşünce sisteminin önemli bir etkisi, emeği ve çabasının sonuç alma durumu söz konusudur. Bu yüzden de bu başarı aynı zamanda Önder Apo’nun bir başarısıdır. Şehitlerimizin ve tüm halkımızın, mücadeleci güçlerin emeği ile ortaya çıkmış bir sonuçtur. Bu yüzden bunun doğru değerlendirilmesi önemli bir husustur.
Diğer yandan tüm Türkiye halkları açısından büyük önem taşıyan temel husus, tekçi-diktatöryal bir gidişe dur demiş olmasıdır. Bu anlamda Türkiye toplumunun tekçilikte değil çoğulculukta ve demokraside tercih kıldığı görülmektedir. Bu açıdan önemli bir siyasal hamle ve özellikle Kürdistan özgürlük mücadelesi ile demokrasi güçlerinin elde ettiği değerli bir başarıdır. Burada hem tek adam ve tekçi bir sisteme doğru gidişatın önüne geçilmesi, hem de çoğulcu-demokratik bir projenin önemli bir kitle tarafından teveccüh görmesi durumu vardır. Bu tabii ki önemlidir. Her şeyden önce kuruluşundan bu yana tek ulus, tek devlet, tek bayrak, tek vatan, tek mezhep, tek dil gibi tekçiliğe dayalı TC Devleti sisteminin iflas etmiş olmasının ortaya konulması vardır. Bu cumhuriyet, kurulduğundan bu yana herkesi aynı kalıba sokmayı temel bir amaç edindi. Kürt halkını envai türden planlarla asimile etmek, eritmek ve yok etmek istedi. Ama bugün gelinen aşamada bunu başaramadığı ve bundan kaynaklı da Türkiye’nin ciddi sorunları yaşadığı durumu ortadadır. Yani Türkiye, Kürtlere ilişkin, Alevilere ilişkin, kadınlara ilişkin, kısacası tüm inanç ve kültürlere ilişkin sorunlu bir vaziyette bulunuyor. Bu sorunları çözmesi ve gidermesi gerekiyor. Ortada bir eşitsizlik ve bir ötekileştirme siyaseti vardır. Bunun birçok şeyi ters çevirdiği gerçekliği vardır. Bütün bunlar ulus devlet çizgisinin çöktüğünü, Türkiye toplumunun ancak demokratik ulus perspektifiyle sorunlarına çözüm bulabileceğini ortaya koyuyor. Bütün bunların yeni baştan dizayn edilmesi, değiştirilmesi gerekmektedir. Açık ki Türkiye’nin bir restorasyondan ziyade bir reforma ihtiyacı vardır.
Şimdi bu ortaya çıkan tabloda, ‘meclis bir kurucu meclis olabilir mi, gerçekten köklü yaklaşım temelinde anayasal bir değişimi önüne koyup Türkiye’nin sorunlarını köklü çözmeyi hedefleyen bir performansı gösterebilir mi’ konusu, Türkiye’nin geleceği açısından çok önemli bir konu olmaktadır. Bu açıdan acilen yapılması gereken görevler, el atılması gereken sorunlar vardır ama öyle görülüyor ki, Türkiye toplumunun bu seçimlerle birlikte vermiş olduğu mesajın siyasiler tarafından tam ve doğru olarak okunamama durumu söz konusudur. Hala eski zihniyette, eski duruşta ısrar etme durumu vardır. Gerçekleri görmek istememe durumu vardır. Sanki bir şey olmamış gibi, sanki dışlanan hiçbir kültür ve inanç kendi gerçekliklerini ortaya koymamış gibi, sanki bugün Türkiye’nin ve Kürdistan’ın dağlarında gerilla yokmuş gibi, kısacası acil çözülmesi gereken sorunlar yokmuş gibi bir yaklaşım vardır.
Daha çok koalisyonlar tartışılıyor...
Evet. Biraz önce belirttiğim acil olarak çözülmesi gereken sorunlar yerine, mevcut durumda açık veya gizli bir şekilde ‘kim kiminle koalisyon kuracak, kim kiminle nasıl bir araya gelecek’ bazında sürdürülen tartışmalar vardır. Bu tartışmalara bakıldığında ise aslında toplumun bu seçimlerle verdiği mesajın doğru okunamadığını görmek mümkündür.
Bu koalisyon tartışmalarının odağında HDP var ama anlaşıldığı kadarıyla HDP’li bir koalisyon hükümeti kurulamayacak gibi...
HDP’nin de bu konuda dar yaklaşımları vardır. Bir kere her şeyden önce HDP en temel konu olarak verdiği sözün gereğini zaten barajı büyük bir ekseriyetle aşmış olmasıyla yerine getirmiştir. Yani HDP’nin barajı geçmesi ve AKP’nin de tek başına hükümet kuramama sonucuyla birlikte, ‘seni başkan yaptırmayacağız!’ sözü pratikte uygulanmış oldu. Bugün başkanlık sistemi Türkiye’nin gündeminden tamamıyla çıkmıştır. Bu açıdan HDP verdiği sözü aslında yerine getirdi. Bundan sonra daha ileriye dönük girişimleri gündemleştirmesi gerekmektedir. Toplumun eğilimi demokratik bir değişimden yanadır ve HDP’nin buna öncülük etmesi gerekmektedir. Bu açıdan daha güçlü bir performansa ve tempoya ihtiyaç vardır.
Bu konuda ‘ben filan kesle koalisyona girmem’ türünden açıklama ve tutumlarda da bana göre duygusallık vardır. Bu siyaseten pek doğru da değildir. Öyle kendini bazı şeylere hapsetme yerine ilkeler üzerine konuşmak önemlidir. Kaldı ki HDP bir ilkeler partisidir. İlkeleri vardır; projesi vardır. Türkiye’nin demokratikleştirilmesi; sistemden dışlanan tüm kesimleri temsil etmesi ve demokratik sisteme dahil etmesi; bütün kültür ve inançların doğru temsili; kadın özgürlüğüne dayalı gerçekçi bir eşitlik ve özgürlükçülük ve de Kürt sorununun çözümü. Bu çerçevede ilkeleri olan bir partinin “ben şunu yaparım, şunu yapmam” deme değil, kendi ilkelerini ortaya koyması gerekmektedir. İlkeler çerçevesinde politika yürüteceğini ifade etmesi daha doğru olacaktır. Çünkü verilen sözler çerçevesinde rolün oynanması lazım ve bunun için de kapsayıcı ve hamleci olmak gerekiyor. Değişimci dönüşümcü olmak zorunluluğu vardır. Gerçi Eşbaşkan Figen Yüksekdağ’ın basına dönük yaptığı açıklama HDP’nin bu konularda dar tutumları aşma çabası içinde olduğunu gösteriyor ama bunu daha hızlı ve çarpıcı bir biçimde yapmaları daha isabetli olacaktır.
Şimdi yapılan koalisyon tartışmaları var ama bu koalisyon tartışmalarında öncelikli çözülmesi gereken sorunların tartışılma durumu yok. Dediğim gibi 6 Haziran kafası siyasete daha fazla egemen. Oysa toplumun 7 Haziran’da verdiği bir değişim mesajı var. Buna göre yaklaşmak gerekiyor. Yeniden dizaynın bu çerçevede ele alınıp uygulama sürecine konulması gerekiyor. Böyle bir yaklaşıma ihtiyaç varken, sanki bir değişim olmamış gibi yaklaşmak doğru değildir.
Diğer yandan da şu an askıda duran çözüm süreci var. Çözüm sürecinde ne gibi gelişmelerin olabileceğini öngörebiliriz?
Herkes ‘çözüm süreci’ diyor ama ‘neyin çözümü ve nasıl çözüm’ bunu ortaya koyan yok denecek kadar az. Biz de çözüm süreci diyoruz, AKP de geçmişte çözüm süreci diyordu. Herkesin çözümden anladığı farklı bir durum vardır. Şimdi TC’nin öncelikli olarak çözmesi gereken bir demokrasi sorunu ve bu çerçevede çözülmesi gereken bir Kürt sorunu vardır. Kürt sorunu hakkında kimi çevrelerin yaptığı gibi, ‘çözülmesi aciliyet gerektirmeyen bir sorun’ türünden tespitler çok yanlış ve sakat tespitlerdir. Bu düşünceler, aslında sürecin gelip dayanmış olduğu noktayı görememe tutumudur. Türkiye önemli bir kavşakta bulunmaktadır. Bu seçimlerle birlikte Kürt halkı iradesini ortaya koydu. Daha önce AKP ikide bir çıkıp, ‘siz Kürtleri temsil etmiyorsunuz, ben temsil ediyorum’ diyordu. Ancak bu seçimlerde Kürt toplumu AKP’ye gereken cevabı verdi, kimin kendisinin temsilcisi olduğunu ortaya koydu. Aynı zamanda Kürt sorununun çözülmesi gerektiğine parmak bastı. AKP’nin bazı yetkililerinin de itiraf ettiği gibi, ‘Kürt sorunu yoktur, çözüm süreci bitmiştir’ dendiği için geçmişte AKP’ye oy veren birçok Kürt bu seçimde AKP’ye oy vermedi. Yani Kürt toplumu bu sorunun çözümünü istediğini sandıkta da gösterdi.
Ortadoğu bölgesindeki gelişmeler Kürt sorununun çözümünü olmazsa olmaz bir biçimde dayatıyor. Ortadoğu bölgesi bugün kaynıyor; herkes hak arayışında ve mücadele içerisinde. Kürtler de artık bu denklem içerisinde kendi yerini belirleyecektir. TC devleti ve siyasi gücü Kürt toplumuyla ortak bir yaşamı geliştirmek istiyorsa, bugüne kadar yürütmüş olduğu politikalarına yeniden dizayn vermek durumundadır. Mevcut durumda Kürt toplumu var olan zoraki birlikteliği kabul etmiyor ve bu birliğin gönüllü birlik, gerçek anlamda eşit-özgür bir birlik ve ortaklaşma olmasını arzu ediyor.
Şimdi Türkiye siyaseti ve devleti buna yol açacak mı, açmayacak mı; Kürt toplumsal iradesinin gerçekleşmiş olan hakikatini görecek mi, görmeyecek mi; onun Önderliğini tanıyacak mı, tanımayacak mı; Kürt halkına bu kadar yıldır yapılan soykırımları, katliamları, ötekileştirmeleri, faili meçhulleri devlet olarak kabul edip mahkum edecek mi, etmeyecek mi; bunların anlaşılması gerekiyor. Bu açıdan çok önemli ve tarihi bir süreçteyiz. Türkiye devleti adına hareket eden siyasal erkin, 7 Haziran seçimlerinde ortaya çıkmış olan bu tablosuna rağmen bu soruna nasıl yaklaşacağı bizim açımızdan çok önemli bir husustur. Şimdi Önderliğimiz üzerinde bir tecrit vardır ama Türkiye’deki bu mevcut seçim atmosferini oluşturan, onun zeminini sağlayan, ısrarlı bir biçimde ateşkes sürecini devam ettirmede kararlı davranan da Önder Apo’dur. Önder Apo bu sürecin zeminini yaratmış ve bir de proje sunmuştur. Sunduğu bu proje onay görmüş ve bu zemin üzerinden herkes siyaset yapma çabası içerisindedir ama kendisi ise tecrit altındadır. Bu kabul edilebilecek bir şey değildir. İnsani ve ahlaki açıdan reva görülemez. Eğer birlikte yaşayacaksak bunların kabul görmemesi lazım. Artık bu tür şeylerin aşılması gerekiyor. İşte köklü değişim dediğimiz husus budur.
Geçmişte de benzer görüşmeler ardından yaşanan büyük savaşlar oldu...
Evet. Hatırlanırsa, o uzun süren Oslo görüşmeleri ardından Önderliğimiz çözüm için protokol sunmuştu. O protokol hakkında hükümetin artık karar vermesi gerekirdi. Bize ‘seçim sonrası karar verilir’ denildi. 11 Haziran 2011 seçimleri ardından hükümet bir süre oyaladıktan sonra yaşanmış bazı olayları gerekçe göstererek 14 Temmuz’dan sonra Hareketimize karşı çok şiddetli bir saldırı dalgasıyla savaş ilan etti. Sri Lanka’nın Tamil gerillalarını tasfiye planını bize uygulamak istediler. Ve TC tarihinin en kapsamlı hava saldırılarını güçlerimiz üzerinde geliştirdiler. Rüstem Cudi, Alişer Koçgiri, Çiçek Botan gibi birçok değerli önder kadromuz bu saldırılarda şehit düştü. 2012 yılının başlarına kadar böyle sürdü. 2012 baharıyla birlikte biz de gerilla olarak TC Devleti’ne karşı bir karşı hamle geliştirdik. Bu karşı hamlemiz Türk devletinin Kürdistan’daki sistemini sarstı. Devlet güçleri birçok yere giremez oldu. Ardından cezaevlerinde açlık grevleri başladı. Kürt halkı sokaklara döküldü. Devam etseydi, kriz giderek artacaktı. Çünkü biz sonuna kadar savaşmaya karar vermiştik. Savaş güçlerinin bir özelliği vardır; ‘2 ay savaş 3 ay otur’ tarzıyla bir motivasyon sağlayamıyor. Bir adaptasyon sağladı mı, bir nevi asker savaşa ısındı mı, ondan sonra sonuç almaya doğru derinleşme imkanına kavuşabiliyor. Biz de ancak 2012’nin sonlarına geldiğimizde sürece ısınmış olduk.
Yani savaş daha da derinleşecekti ama çözüm süreci mi araya girdi?
Hatta o zaman ben kendim Zagros alanına geldim. Biz Zagros-Colemêrg alanında başta Oramar olmak üzere birçok askeri merkezi tümüyle düşürecek bir hamleyi planlamıştık. Bazı aksilikler, bazılarının boşa çıkarma girişimiyle birlikte erteleme zorunluluğu doğdu; kış erken geldi, kar yağdı, mevsim koşulları ağırlaştı ve biz o büyük hamlemizi 10 Mart’a erteledik. Onun için tüm ağır silahlarımızı oraya gömdük. O büyük harekat için topladığımız hiçbir gücü dağıtmadık; yakın yerlerde tuttuk. Çünkü amacımız 2013 baharıyla birlikte kapsamlı bir hamleyle Türk ordusunu birçok yerden söküp atmak ve ülke genelinde Devrimci Halk Savaşı perspektifiyle savaşı derinleştirerek Türk devletinin Kürdistan’daki sömürgeci sistemini felç etmekti. Bunun için gerekli tüm hazırlıklar yapılmıştı. Ancak 2013’ün başlarından itibaren Önderliğimiz yeni ve kapsamlı bir çözüm sürecini gündemleştirdi. O dönem BDP’li heyetlerin İmralı’ya gidiş gelişleri başladı.
İşte o zaman biz arada kaldık. Açık olarak ‘savaş planımız var, tüm hazırlıklarımızı yapmışız; biz savaşı sürdürmek istiyoruz’ diyemedik. Esas olarak bunda hata ettik. Aslında o zaman Önderliğimize daha iyi bir izahatla, ‘süreci böyle ele almaktansa savaşta belli bir düzey kazandık, birçok planımız yarım kalmıştır, devam edelim Başkanım’ diyebilirdik. Bunu demememiz aslında bir hataydı. Bizde Önderliğimize karşı saygı var, görüşlerine bağlılık var. Biz o zaman üst üste yazdığımız iki ayrı bilgi notunda kaygılarımızı ifade ettik; geri çekilmenin çok tehlikeli olacağını izah etmeye çalıştık. Yani sürecin geliştirilmesinde çok istekli olmadığımızı uygun bir dille yansıttık. Aslında savaşmak istiyorduk ve bunu kaygılar biçiminde Önderliğimize aktardık ama nihayetinde Önderliğimiz kendisinin projesinin çok daha stratejik bir şey olduğunu, dolayısıyla bizim de buna dahil olmamız gerektiğini söyleyince büyük hazırlıklar temelinde gerçekleştirdiğimiz savaş planını iptal etmek zorunda kaldık. Karlar eridikten sonra o cephanemizi ve ağır silahlarımızı gidip o alanlardan tekrar geri çektik.
Biz 2013 yılında, 2012 yılındaki tempoyu daha da aşan düzeyde savaşı geliştirseydik, AKP hükümeti daha o zaman düşerdi. Ama Önderliğimiz sunduğu Demokratik Ulus Projesi ile Türkiye’de yeni bir süreç başlattı. Eğer Türkiye daha sonraki süreçlerde yerel seçimleri, Cumhurbaşkanlığı seçimini ve en son 7 Haziran seçimini güvenlik içinde yaşamışsa bunda Önderliğin rolü belirleyicidir. Buna rağmen Önder Apo’yu tecrit altında tutmak büyük bir nankörlük değil midir? En azından AKP açısından bu bir nankörlüktür. Belki Erdoğan da kendini çok haklı görüyor ve çok şey yaptığını söylüyor ama kimin ne yaptığı ortadadır. Eğer Önderliğin sözünü ettiğimiz çabaları olmasaydı, zaten 2012 yılı sonrası Türkiye büyük bir çatışma sürecine girecek ve son iki yıldaki seçimler süreci söz konusu olmayacaktı.
Kısaca yaşanan bu kadar gelişme ve tecrübenin ardından biz öyle oyalanmaya gelme durumuna düşmeyeceğiz. Kimse bize, ‘HDP seçimlerde başarılı sonuç elde etti; daha ne istiyorsunuz?’ demesin. Doğru; bu başarı küçümsenecek bir başarı değildir. Özgürlük hareketinin tüm bileşenleri ve Türkiye’deki tüm sol, sosyalist, demokratik güçlerin ve emekçi kesimlerin bir başarısıdır. Küçümsenemez. Ama Kürt sorunu çok ağır ve derinlikli bir sorundur. Bu başarı Kürt sorununun çözümünü dayatmış, çözüm koşullarını olgunlaştırmıştır. Buna rağmen Türk devleti ve onun egemen güçleri çözüme gelmezse, bunun gideceği yer büyük bir savaştır.
Bu konuda belirtilmesi gereken diğer bir husus da, biz HDP değiliz; HDP de PKK değildir. Bazı çevreler HDP ile PKK’yi aynı kefeye koyarak, aynılaştırarak yaklaşıyorlar. HDP birçok bileşeni olan demokratik bir projede birleşmiş, çeşitli kesimlerden oluşan siyasal bir yapıdır. Özellikle gerilla olarak Türkiye toplumuna karşı sorumluluğumuzun bilincindeyiz. Öncelikle sömürgeci baskı sisteminin aşılması ve halkımız ile Önderliğimizin özgürlüğü bizim için belirleyicidir. Bir kere her şeyden önce Önder Apo’nun ve zindanlardaki tüm siyasi tutsakların özgürlüğünü esas almayan hiçbir çözüm biçimi bizim için çözüm değildir. Önder Apo’nun bu saatten sonra halen tutuklu bulunması, hele bir de tecrit altında tutulması kabul edilecek bir durum değildir. Acilen el atılması gereken temel husus budur. İşte HDP’nin İmralı heyeti başvurdu; halen bir cevap verilmiş değil. Belki denilebilir ki hükümet kurulmamış, vb. ama bir devlet vardır ve devletin daimiliği vardır. Halkımız, Türkiye’deki tüm yoldaşlarımız ve demokrasi ile barıştan yana olan tüm kesimler şunu anlamak istiyor: Bu devlet bu sorunu çözüp Türkiye’yi demokratikleştirmek istiyor mu, istemiyor mu? Çünkü koalisyonların kurulmasında ana eksen budur. HDP’nin yaklaşımlarının dar olduğunu da zaten bu açıdan belirttim. HDP sanki böyle bir sorun yokmuş gibi, ‘biz onurlu mücadeleci bir muhalefet olacağız’ diyor. Hele önce sorunun çözümünü netleştirelim. Çözüm nasıl olacak? Kürt sorunu çözülmeden Türk devleti ileriye dönük tek bir adım atamaz. Kürt sorunu çözülmeden demokratikleşme namına ne söylenirse palavra olur.
Bir de askeri güçlerin sürekli temas halinde olma tehlikesi vardır. Şu anda Türk devlet güçleri yoğun bir biçimde faaliyet içindedir. Mesela Türk ordusunun bu son 3 günde yürüttüğü keşif faaliyeti ancak savaş döneminde yürütülebilir. Yine Eruh’ta Türk ordusunun operasyonlarından dolayı çatışma yaşandı ve Sarya Onur isimli değerli kadın yoldaşımız şehit düştü. Biz şimdiye kadar ateşkes koşullarına tek taraflı riayet ettik. Ancak tahkim edilmiş bir ateşkes olmadan süreç daha fazla ilerletilemez. Bunu herkes bilmeli. Nereye kadar sakınacağız? TBMM bu konuya resmen el atmalı. Meclis açılır açılmaz ilk gündeme gelmesi gereken konu budur. Konuya el atacak, sorunun çözümünü yasal bir konu haline getirecek ve müzakerelerin başlatılması temelinde tahakküm edilmiş bir ateşkesin her iki taraftan da kabul görmesi, baş muhatap ve baş müzakereci olarak Önder Apo’nun ve Kürt tarafının heyetinin eşit düzeyde görüşmelere katılması için gerekli tüm olanakları geliştirmesi gerekmektedir. Yani sorun, ertelenemez bir biçimde kendini dayatan acil bir konu durumundadır. Sanki Kürt sorunu sıradan bir sorundur, biraz ötelenebilir, Türkiye’nin daha acil ve öncelikli sorunları varmış gibi bir havayla yaklaşmak doğru değildir; tehlikelidir.
Zaten AKP ve Erdoğan cenahında milliyetçi özel savaş unsurlarıyla ilişkilenme ve MHP ile koalisyon kurabilme arayışı daha fazla öne çıkıyor...
Tabii ki. Erdoğan’ın Kürt halkına karşı intikamcı yaklaşma olasılığı da vardır. Kendisi diyor ya, ‘ben kimsenin yapmadığını yaptım.’ Muhtemel ki kendi cephesinden kendisini haklı görüyordur. Halbuki bu sorun 15 yıl önce çözülmesi gereken bir sorundur. Bugüne kadar ertelendi. Çözüme dönük ciddi bir yaklaşım geliştirilmedi. Bugün Kürt toplumu, özellikle de bugüne kadar AKP’ye oy veren kesimler kendilerinin Erdoğan tarafından aldatıldıkları psikolojisi içerisindedirler. Ama buna karşı Erdoğan ve ekibi de çözüm süreci adı altında daha keskin bir tasfiyeyi dayatma sürecine girebilirler. Belirttiğiniz gibi MHP ile koalisyondan yana olduğu yansıtılıyor. Geçen gün Taha Ün isimli sürekli savaş çığırtkanlığı yapan bir kişinin düğünü oluyor. Erdoğan eşiyle birlikte bu düğüne gidiyor ve şahit oluyor. Hatta orada Sedat Peker’le sohbet ediyor. Bu tür çevrelerle ilişkisine önem vermesi dikkat çekici bir şeydir. Biz önyargılı olmak istemiyoruz ama bütün bunlar bir işaret niteliğindeki hususlardır.
Eğer tehlikeli bazı durumların önüne geçilmek isteniyorsa, Türkiye’nin birliğinden, kardeşliğinden yana olan tüm kesimler, yani gerçek Türkiye yurtseverleri, eğer Türkiye’nin bir kaosa sürüklenmesini ve parçalanmasını istemiyorlarsa öncelikle Kürt sorununun çözümünü birincil bir konu olarak ele almaları gerekmektedir. Ortadoğu bölgesinde yaşanan olaylara ve Kürdistan sorununda kat edilen bütün mesafelere rağmen Türkiye’de halen bu sorunu savaşla ve bizleri yok etmekle çözmeyi önüne koymuş olan MHP gibi yapıların tutumu aslında kapsamlı bir savaş ve Türkiye’yi parçalama tutumudur. Ama şu bir gerçek: Bizi savaşla ve şiddetle tasfiye etmeleri kolay değildir. En son DAİŞ’e karşı mücadelede de gücümüzün askeri performansı ortaya çıkmıştır. Gerillamız dayandığı 32 yıllık tecrübe ve fedai ruhu ile yenilmez bir güç olduğunu herkese göstermiştir. Bu nedenle Kürt sorununu tartışmamak, konuşmamak, ‘sorun yoktur’ diyerek bunu koalisyon şartı haline getirmek demek aslında ‘kapsamlı bir savaş yapacağım’ demektir. Geçtiğimiz günlerde bir TV programında yeni seçilen adının önünde de Prof. bulunan MHP’li Ümit Özdağ adındaki kişi, kendine göre abartılı bir biçimde, bizim 1200 doçkayı (uçaksavar) Kuzey Kürdistan’ın çeşitli yerlerine yerleştirdiğimizi söyleyerek büyük bir tehlike haline geldiğimizi, dolayısıyla da çözüm sürecini gündeme almamak gerektiğini belirtti. Yani eğer şimdi 1200 tane doçka Türkiye sınırları içindeki arazilere yerleştirilmişse, her doçkayı da ancak 3-4 kişi kullanacağına göre yalnızca doçkacılar ortalama 5 bin kişidir. Demek ki diğer muharip güçler de en az 50 bin kişi vardır. Şimdi sen 50 bin kişiyi dağlardan nasıl söküp atacaksın da görüşme yolunu reddediyorsun? Açık ki bunlar sloganvari yaklaşıyor; gerçeklerden uzak, böyle toplumun bazı milliyetçi duygularına hitap ede ede ve o duyguları da tahrik ede de kendilerini bir güç haline getirmişler ve sürekli onu söylüyorlar. Ama söyledikleri şeyin pratikte olacağı da yoktur. Yani şimdi sen, ‘ben Kürt sorununu tartışmayacağım, böyle bir sorun yok, üzerine gideceğim’ dersen ne olur? Savaş olur ve Kürdistan halkı artık kimseye teslim olmaz ve Türkiye parçalanır. Şimdi AKP, MHP’yle koalisyon yapmayı düşünüyor. Böyle bir şey kuşkusuz savaş demektir. Yine AKP’yle daha başka bir gücün aynı ebatlarda bir koalisyon yapması, Kürt sorununu öncelikli çözülmesi gereken bir sorun olarak ele almaması durumu da kesinkes savaş demektir. Bu açıdan herkesin bu konuyu daha ciddi ele alması ve daha ciddi yaklaşması gerekmektedir. Şunun bilinmesi gerekiyor: Kürt sorunu artık zirvesel aşamasına gelmiştir; ya çözüme kavuşturulacak, ya da bu halk artık kendi yolunu kendisi belirleyecektir. Bunun ortası yoktur.
Biz bunu söylerken kimseyi tehdit etmiyoruz; gerçekler budur. Türkiye’nin mevcut durumda içinde bulunduğu gerçeklikler doğru okunmak isteniyorsa bunların da görülmesi gerekmektedir. Bu yüzden bizim burada söylemek istediğimiz husus şudur: Şu anda pratikte çok hassas bir durum söz konusu. Eğer siyasi erk konuyu birincil bir konu olarak ele almaz, sorunun çözümüne dönük kalıcı bazı açılımlar yapmazsa, süreç tehlikeli bir noktaya doğru gidecektir. ‘Bu illa bizim ya da başkasının kararıyla olur’ gibi bir şey söylemiyorum. Hayır; gidişat zaten o yere gelip dayanmıştır. Yani çözüm olmazsa olmaz bir biçimde kendisini dayatan bir olgu halindedir. Eğer oluşacak olan yeni koalisyon hükümeti bunu elinin tersiyle iterse, sıradanlaştırırsa ve oyalarsa bu tehlikeli olur. Hele hele MHP ve seçim öncesi Erdoğan’ın dediği gibi, ‘Kürt sorunu yoktur’ diyerek, şiddet temelinde bu sorunu ele almaya kalkışırlarsa bu kapsamlı bir savaş durumunu beraberinde getirir. Buna biz değil, kendileri yol açmış olurlar. Şu anda sorunu çözme koşulları her zamankinden daha fazla vardır. Eğer bugünkü siyasi erk, yani TBMM, isterse bu sorunu birinci elden muhatabıyla tartışarak, Dolmabahçe Sarayı’nda ilan edilen 10 madde temelinde müzakereleri başlatmak suretiyle İzleme Heyeti’nin, en önemlisi de Adalet ve Hakikatleri Araştırma Komisyonu’nun kurulmasını sağlayabilir. Bunlar olmadan, sorunun çözümüne dönük ciddi ve tutarlı adımlar atılmadan, es geçilen yaklaşımlar beraberinde tehlike getirecektir. Kürt halkı demokratik özerk bir sistemde Türkiye ile birlikte yaşamak istiyor. Eğer Türkiye’nin egemen siyasi güçleri buna yanaşmazsa o zaman Kürt halkı kendi sistemini kendisi kurmayı esas alacaktır. Kendi öz gücü ile kantonar sistemini geliştirmesi pekala mümkündür.
Seçim süreci sonrası gerilla güçlerinin konumu da yeniden tartışma konusu yapılıyor. Bunlara ne söyleyebilirsiniz?
Gerilla güçlerimiz şimdiye kadar büyük bir sorumlulukla tek taraflı da olsa ateşkes kurallarına uymayı esas almıştır. Ve bu arada tabii kendi hazırlıklarını da sürdürmüştür. Gerilla Türkiye’nin demokrasisi ve Kürt sorununun çözümü için bir teminat gücüdür. Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümünü dayatan bir pozisyondadır. Ama eğer Önderliğimizin bütün bu iyi niyet çabalarına ve gerilla ile halkımızın geliştirdiği fedakarlığa rağmen çözümsüzlüğü ve şiddeti dayatırlarsa, gerilla, halkı ve demokratik değerleri korumada üzerine düşen görevleri başarıyla yerine getirebilecek güç ve performansa her zamankinden daha fazla sahiptir. Bu konuda gerekli olan nicel ve niteliksel birikimi yeterlidir.