Karin Karakaşlı: Anmanın değil yaşatmanın günü

Karin Karakaşlı: Anmanın değil yaşatmanın günü

Karin Karakaşlı*

Ölüm ve zulüm günleriyle dolu gayrı resmi takvimimizdeki en eski gündür 24 Nisan. Halen ders kitaplarındaki bildik anlatımla, Rus ordularıyla birleşip ülkeyi arkadan vuran Ermenilerin ‘güvenlik tedbiri’ olarak sürülmeleri olarak tanımlanır. Gerçekte, yani kalp ve bellek takvimine olansa, 24 Nisan 1915’te önce 250’ye yakın Ermeni aydının, yazarın, avukatın, mebusun, doktorun, eczacının, öğretmenin, din adamının evlerinden toplanıp Çankırı ve Ayaş’a gönderilmesi, dönüşsüz yollardan birkaç mucizevi istisna dışında hiçbirinin dönmediğidir. Ardından binlerce yıllık Ermeni halkının her yaşadığı köşe bucaktan çoluk çocuk genç yaşlı bitimsiz yollara, mezarsız ölümlere götürülmesidir. 

Bugün o ilk zulme dair pek çok alternatif kaynağa, dönem arşivlerine, sözlü tanıklıklara, sayısız romana, filme, en önemlisi de gerçek insan hikâyelerine ulaşmak mümkün. Ama geçmemiş, bitmemiş bir geçmişi anlamak için ille de bunlara bakmaya da hacet yok. Ders kitaplarında çarpıtılan tarihe koşut, basın organı diye adlandırılan hedef tahtalarının ters yüz ettiği bir bugün var elimizde. Nice yalan dolan, nice iftira, nice kişilik katli.

Hakikati anlatmaya azimli alternatif basının, derneklerin, sivil toplum örgütlerinin Kanun Hükmünde Kararnamelerle kapatıldığı, HDP ve DBP’li eş genel başkanların, vekillerin, muhalif avukatların, gazetecilerin hapiste rehin tutulduğu, barış ve Hayır kelimelerinin vatan hainliği sayıldığı bugün, o tarihin bir sağlaması değil de ne?

Miladın sesi

Hakikati karşısındakinin onurunu da gözeterek anlatan bir insana kıyıldı. Takvimimizin bir diğer miladıdır, ortaklaştırılmış acı ve mücadelenin tarihidir 19 Ocak. Şöyle diyordu Hrant Dink bir yazısında: 

“Türkiyeliyim... Ermeniyim... İliklerime kadar da Anadoluluyum. Bir gün dahi olsa, ülkemi terk edip, geleceğimi Batı denilen o ‘hazır özgürlükler cenneti’nde kurmayı, başkalarının bedeller ödeyerek yarattıkları demokrasilere, sülük misali yamanmayı düşünmedim. Kendi ülkemi de o türden özgürlükler cennetine dönüştürmek ise temel kaygım oldu. Ülkem Sivas için ağlarken, ağladım. Halkım çeteleriyle boğuşurken, boğuştum. Kendi kaderimi ülkemin özgürlüğünü yaratma süreciyle eşledim. Şu anda yaşayabildiğim ya da yaşayamadığım haklara da bedavadan konmadım, bedelini ödedim, hâlâ da ödüyorum.

Ama artık... Birilerinin ‘bizim Ermenilerimiz’ pohpohlamalarından da, ‘içimizdeki hainler’ kışkırtmasından da bıktım. Normal ya da sıradan yurttaş olduğumu unutturan dışlanmışlıktan da, boğarcasına kucaklanılmaktan da usandım.

Ne 24 Nisan’larda yürüyebildim, ne de atalarımın anısına anıtlar dikebildim. Ama ne onları o günlerde bıraktım, ne de bugünlerde taşlaştırdım. “Onları yaşamımda yaşamayı” sırtladım... Gücümün yettiğince de yaşatarak taşıdım. Bu taşımama sekte vurmaya ‘ne’ ya da ‘kim’ yeltendiyse onlarla amansızca boğuştum.

Tabii ki atalarımın başına gelenleri biliyorum. Buna kimileri ‘Katliam’, kimileri ‘Soykırım’, kimileri ‘Tehcir’, kimileri de ‘Trajedi’ diyor. Atalarım Anadolu diliyle ‘Kıyım’ derdi. Ben ise ‘Yıkım’ diyorum. Ve biliyorum ki eğer bu yıkımlar olmasaydı, bugün benim ülkem çok daha yaşanılır, çok da imrenilir olurdu.

Benim tek isteğim, canım Türkiyeli arkadaşlarımla, ortak geçmişimi alabildiğine etraflıca ve de o tarihten hiç de husumet çıkarmamacasına özgürce konuşabilmek. Bunu bir gün tüm Türklerle Ermenilerin de kendi aralarında konuşabileceklerine yürekten inanıyorum. Özellikle de, Türkiye ile Ermenistan’ın kendi aralarında da her bir şeyi rahatlıkla konuşabilecekleri ve düzeltebilecekleri, ve onlar konuşurken, benim ilgisiz üçüncülere dönüp, “Size de artık üç nokta düşer” diyeceğim günleri iple çekiyorum.”

İp değil, çileymiş o. Kördüğüm bir yumak. Öyle bir yumak ki HDP milletvekili Garo Paylan’ın Ermeni mebusların Osmanlı anayasa çalışmalarına ilişkin konuşması, ailesinin ve halkının başından geçenleri paylaşması, ez cümle Ermeni Soykırımı’ndan bahsi Meclis tutanaklarından çıkarılmaya yeltenildi. Yıl 2017 idi. 

Unutmamaya dair

1915’te başı taşla ezilerek öldürülen İstanbul mebusu, avukat Krikor Zohrab, son mektubunda şöyle seslenmişti: “Sevgilim, bir tanem, artık bizim için son perde başlıyor. Daha fazla gücüm kalmadı. Sağ kalmazsam, çocuklarıma son öğüdüm şu ki, daima birbirlerini sevsinler, sana tapsınlar, kalbini acıtmasınlar ve beni de hatırlasınlar...”

Hatırlamak değil, unutmamak esas. 24 Nisan’ın tıpkı diğer faili meçhul, suikast, katliam tarihleriyle birlikte anmanın değil yaşatmanın andı içilen günler olması şart. Biz birbirimize el, söz vermezsek, duracağı yok bu öğütücü çarkın. 

Bütün sevgili ölülerin ve güzel günler göresi gençlerin, bebelerin hatırınadır o adalet mücadelesi. 

Hayatın hakkı verilsin ve kimseler insanlık onuruna kastedilmeden özgür ve eşit yaşayabilsin diye. 

*Bu yazı ilk olarak kulturservisi.com'da yayımlanmıştır.