DW Türkçe: Davanın seyriyle ilgili değerlendirmeniz nedir?
Osman Kavala: Benim ve diğer suçlananların beraat edeceklerinden şüphem yok. Gezi protestolarının hükümeti yıkmak için dış güçlerce planlanmış, finanse edilmiş ve benim lideri olduğum gizli bir yapı tarafından yönetilmiş olduğu son derece mantık dışı bir iddia, dolayısıyla iddianamede de suçlamalara dayanak olabilecek hiçbir delil mevcut değil. Bu nedenle davanın sonucu ile ilgili endişeli değilim. Ancak, tutuklanmam fiili bir cezaya dönüşmüş durumunda. Tutuklama için kesin delil gerekmez şeklinde bir akıl yürütmeyle tahliye taleplerim reddediliyor. Üç milyonu aşkın insanın katıldığı Gezi protestolarıyla ilgili bir tek ben tutukluyum. Sadece bu durum dahi yapılanın ne kadar mantıksız olduğunu gösteriyor.
Silivri ziyareti: (Soldan sağa) Zeki Türkkan, Ayşe Buğra, Osman Kavala, Asena Günal ve Yiğit Ekmekçi
16 ay iddianamenin hazırlanmasını bekledim, dava başladıktan sonra üç defa mahkeme heyetinin başkanı değişti. Bunlar, bana tutukluluğumu uzatmak için yapılmış gibi görünüyor. Ama bu işin daha çok uzayacağını tahmin etmiyorum.
Yargı reformuna mı güveniyorsunuz?
Açıklanan reform paketinde bu davayı etkileyecek bir düzenleme yok. Ancak Adalet Bakanı’nın da ifade ettiği gibi tutuklama uygulamalarının yargısal tasarrufların meşruiyetine zarar vermekte olduğu gerçeği artık iyice görüldü. Benim durumumda da tutukluluğumun uzamasının sadece bana değil, yargıya da zarar verdiğinin anlaşıldığını sanıyorum.
İddianamede benimle ilgili iddiaların kaynağı olan emniyet raporlarının Gülencilikle suçlanan polisler tarafından hazırlanmış olduğu ortaya çıktı. İddianamenin temel aldığı soruşturma dosyasını hazırlayan savcı da FETÖ üyeliğinden aranıyor. Bu tuhaf durumun da tutuklama uygulamasının meşruiyeti konusundaki soruları artırmakta olduğunu düşünüyorum.
Sizin Gezi protestolarıyla nasıl bir ilişkiniz oldu?
Ben de sorumluluk sahibi birçok İstanbullu gibi Gezi Parkı'nda inşaat yapılmasına, parkın park olmaktan çıkarılmasına karşı çıktım, bunun yanlış bir karar olduğunu anlatmaya gayret ettim. Böyle davranmak için benim özel bir nedenim de var, orası çocukluğumdan beri aşina olduğum, çok sevdiğim, bana huzur veren bir mekan. Her sınıftan, her çevreden insanın da bu parktan faydalandığını çok iyi biliyorum. Çalışma ofisim de Gezi Parkı'na adeta bitişik olduğu için protestolar sırasında da sık sık oraya gittim, Gezi ile ilgili ortaya çıkan enerjinin hak savunuculuğu yapan sivil girişimlerin ve yerel demokrasinin güçlenmesine nasıl katkı yapabileceğine dair değerlendirme toplantılarına da katıldım. Hükümet temsilcileriyle diyalog yürütülmesi konusunda da çabam oldu. Ancak gösterilerin organizasyonuna yönelik bir faaliyette bulunmadım, bu faaliyetler için maddi katkı da sağlamış değilim. Kimse de benden bunun için maddi destek talebinde bulunmadı. Gezi protestolarının önceden planlanmış bir kumpas olduğu, paranın gücüyle organize edildiği iddiası son derece mantık dışı olduğu gibi protestolara katılan yüz binlerce insanın akıllarına, özgür iradelerine yönelik ciddi bir aşağılama anlamına da geliyor. Bir hukuk insanı, bir kamu görevlisi nasıl böyle bir iddiayı ciddiye alıp buna göre bir kurgu oluşturabilir, bu akıl alacak bir şey değil.
Gezi protestoları sırasında, dünyanın başka ülkelerindeki benzer protestolarla kıyaslandığında çok küçük ölçekte sayılabilecek, taşıtları tahrip etme, dükkanlara taş atma eylemleri oldu. Ama protestolara ve dayanışma etkinliklerine katılanların büyük kısmının, özellikle de Gezi Parkı'nda bulunanların uygar ve barışçıl bir faaliyet yürüttüklerinin tamamıyla bilincinde olduklarını, bu duyarlılığı yansıtan davranışlarda bulunduklarını düşünüyorum. Bazı protesto eylemlerinde ifade bulan öfkenin önemli bir nedeninin polisin aşırı ve yanlış şekilde biber gazı kullanması olduğu Başbakanlığa bağlı Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun raporunda da belirtiliyor.
Geriye baktığınızda, Gezi protestolarıyla ilgili aklınızda kalanlar neler?
Bazı polis memurlarının insan hayatına zarar verme kaygısı taşımadan, kurallara aykırı biçimde, biber gazını silah gibi kullanmaları neticesinde ölümler oldu, birçok gösterici kafalarına isabet eden kapsüller neticesinde ciddi şekilde yaralandı. Bunları unutmak tabii, mümkün değil.
Çalışma ofisim parka adeta bitişik mesafede olduğu için sık sık oradan geçtim, orada vakit geçirdim, orada bulunanlarla sohbet ettim. Bu nedenle benim şahsi izlenimlerim daha çok parkta yaşadıklarım, gözlemlediklerimle ilgili. Parkta sık sık çeşitli sivil toplum kuruluşlarından tanıdıklarımla karşılaştım. Bazılarını uzun süre sonra ilk kez parkta görmüştüm. Ancak beni en çok etkileyen, herhangi bir siyasi örgütle, hatta sivil toplum kuruluşlarıyla ilişkisi olmadığını düşündüğüm bir sürü genci orada görmekti. Bunların çoğunun ilk defa bir protesto eylemine katılmış olduğunu tahmin ediyorum. Bunlar herhalde siyasi konularla da ilgilenen, özgürlüklerin kısıtlanmasına yol açan uygulamalardan rahatsızlık hisseden insanlardı. Ancak onları oraya getiren şeyin bir siyasi eyleme katılmanın çekiciliği değil, parkı korumakla ilgili güçlü bir sorumluluk duygusu, etik bir dürtü olduğunu düşünüyorum. Saatlerce, hatta günlerce tıkış tıkış sakin bir vaziyette sanki kök salmış gibi çimlerin üzerinde oturmaları, birbirleriyle uzun uzun konuşmaları unutamayacağım bir görüntüydü. Gezi Parkı'nı her gördüğümde, Gezi protestolarını düşündüğümde aklıma bu manzara geliyor.
Gezi protestolarından bugüne ne değişti?
Gezi olaylarının siyasi gelişmelere olumlu ve olumsuz yönde etkileri oldu.
Gezi protestoları sırasında farklı görüşlerde olan, farklı sosyal ve kültürel ortamlardan gelen gençlerin arasında güçlü bir ortak tepkinin, dayanışmanın ortaya çıktığını gözlemledik.
Ancak, diğer yandan, protestoların yaygınlaşması ve Taksim Meydanı'nın yaklaşık iki hafta polisin giremediği, adeta bir kurtarılmış bölge haline gelmesi, dönemin Başbakanı Erdoğan’ın tehdit algılamasını tetikledi ve toplumsal protestolara karşı olumsuz tavrını kemikleştirdi. Halbuki, Gezi olayları sırasında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve bazı bakanlar protestolara anlayışla yaklaşılması mesajını vermişlerdi, hatta Erdoğan da iki defa protestolara katılan sivil aktivistlerle toplantı yaptı. Bu toplantılara katılan aktivistlerin bir kısmı yeni havaalanı inşaatının durdurulması gibi bazı ilave talepleri dile getirdiler. Gezi Parkı'nda inşaat projesinin durdurulması ve göstericilerin ölümlerine yol açan polisler hakkında soruşturmaların başlatılması halinde gösterilerin duracağı biliniyordu. Maalesef Erdoğan geri adım atmak istemedi, seçmen desteğine güvenerek bir referandum yapılmasını teklif etti. Parkta toplananlar biber gazı ile dağıtıldı, sert önlemler alındı. Bütün bunlar yaşandıktan sonra ise parktaki inşaat projesi mahkeme kararıyla durduruldu, bu sayede park kurtulmuş oldu. Bu sonuç görüşmelerle ve uzlaşma sonucu alınabilseydi, çatışma yaşanmayacak, hükümet sivil toplum ilişkileri daha olumlu bir yönde seyredecekti.
Gezi protestolarının dış güçlerin yönlendirmesiyle hükümeti devirmeyi amaçlayan planlı bir girişim olduğu senaryosu da 15 Temmuz darbe girişiminden sonra hükümeti destekleyen çevrelerde yaygınlık kazandı, hükümet görüşü haline geldi. Bana yöneltilmiş mantıksız ve ağır suçlamaların, tutuklanmamın Gezi olaylarının hemen ertesinde değil de 2017 yılında gerçekleşmiş olmasını siyasi ortamdaki bu değişiklikle açıklayabiliyorum.
Cezaevinde hayatınız nasıl geçiyor?
Fiziksel şartlardan fazla şikayetim yok, temel ihtiyaçların karşılanmasında aksaklık olmuyor.
Hayatımı dolduran, renklendiren ana faaliyet okumak. Sağ olsun eşim her hafta ziyaretime geldiğinde kitap getiriyor. Günlük gazete dağıtımı oluyor, yurtta ve dünyadaki gelişmeleri televizyondan da izleyebiliyorum.
Tek başınıza mı kalıyorsunuz?
Tek kişilik odada kalıyorum ama avlumu komşu odamda kalanla paylaşıyorum. Aslında odamda tek başıma kaldığım da tam söylenemez, bir muhabbet kuşum vardı. Hastalandığı için ayrılmak zorunda kaldık. Baharda serçeler avlunun üzerinde önceden yapılmış olan yuvalara yerleşiyorlar, avlumuz canlanıyor. Birkaç yavru uçmayı öğrenirken aşağı düştü, bir tanesini maalesef yaşatamadık. Muhabbet kuşum da, tek başına çok sıkıldığından onu görünce hemen sahiplenmişti, kafasını okşamaya çalışıyordu. Şimdi avlu sessiz. Odama marullarla gelen iki küçük salyangozu besliyorum, onların da malum sesleri çıkmıyor.
Kitap okumak, özellikle edebiyat eserlerini okumak, başıma gelenle kafamı fazla meşgul etmememe imkanı veriyor.
Cezaevinde olduğunuz için dışarıdaki olayların üzerinizdeki etkisi, deyim yerindeyse, filtreden geçirilmiş hale geliyor. Olayların seyrini etkileyebilmek elinizde olmasa dahi, bazen olumsuz gelişmeleri önlemek için yeterli çabayı harcamadığınızı, bazı şeyleri eksik ya da yanlış yaptığınızı düşündüğünüz olur; bu sizin vicdanınızı rahatsız eder. Cezaevinde, doğal olarak böyle bir telaş, bir huzursuzluk hissetmiyorsunuz, zira yapabileceğiniz bir şey yok.
Bir taraftan hayatınızdan ayların, yılların çalındığını düşünüyorsunuz, bu tedirginlik veriyor. Öbür taraftan da bu durum sizi önünüzdeki aktif yaşayabileceğiniz süreyi nasıl daha iyi değerlendireceğinize dair düşünmeye zorluyor. İster istemez hayatınızın muhasebesini yapmak mecburiyetini hissediyorsunuz.
Cezaevinde 16 ay iddianamenin hazırlanmasını beklemek tedirgin ediciydi. Tam ne ile suçlandığınızı bilmiyorsunuz. İddianame hazırlandıktan sonra suçlamalar ile deliller, edimler arasındaki kopukluklar da ortaya çıkmış oldu. Bu durumda ilk ya da ikinci celsede tahliye edilmeyi bekliyordum. Mahkemenin tutuklama kararında ısrar etmesi, Anayasa Mahkemesi’nin, başkanı ve beş üyesinin lehte oy kullanmasına rağmen, tutukluluğumda hak ihlali olmadığı yönünde kararı adalete olan güvenimi epey zedeledi.
Tutukluluğun uzaması sadece sizin için haksız bir cezalandırma olmuyor, aileniz için, sizi sevenler için de eziyet haline geliyor. Önemli akademik çalışmalar yürüten eşimin hayatı alt üst oldu, sevdiklerinizden ayrı kalmanız yeteri kadar kötü, üstüne onların hayatının ne kadar etkilendiğini hissetmek manevi bir işkence haline geliyor.
Bir de şu kelepçe takma meselesi var. Bir odaya kapatılmaktan çok daha ağır bir işlem, zira vücudunuza bir müdahale. Sağlık sorunları olduğunda hastaneye kelepçeli götürülmek, orada kelepçeli halde dolaştırılmak oldukça ağır geliyor, ciddi rahatsızlığım olmasın diye dua ediyorum.
Şimdiye dek yaptığınız çalışmalardan sizi en çok etkileyen hangisiydi?
Galiba üzerimde yarattığı etki açısından en önemlisi 20 yıl önce 20 bine yakın insanın hayatını kaybettiği Gölcük depremi sonrası yaptığımız çalışmalardı. Kefen bezi tedariğinden, geçici ahşap konut yapımına kadar farklı ihtiyaçlara karşılık vermeye çalıştık. Deprem mağdurlarıyla yakın ilişkiye girmek, uğradıkları yıkıma şahit olmak ve, en önemlisi, yeniden hayata tutunmalarına katkıda bulunmak, bölgede çalışan herkes gibi beni de çok etkiledi. Bu deneyimden sonra bu sefer insan eliyle yaratılmış bir felaketten, Güneydoğu’da çatışmalar yüzünden yerinden edilmiş ailelerin sokakta çalışmaya mecbur bırakılmış çocuklarına yönelik projeler gerçekleştirmek için Diyarbakır’a gittik. Sanat atölyeleri aracılığıyla bu çocukların eğitimden kopmamasına ve sosyalleşmesine katkıda bulunmaya gayret ettik. Bu deneyim Diyarbakır’da Batı ile kültürel köprü işlevi görecek bir mekan oluşturma düşüncesini doğurdu. Böylelikle, 2002 yılında hem Diyarbakır Sanat Merkezi hem de İstanbul’un dışındaki diğer şehirlerde sanat kültür projelerini gerçekleştiren Anadolu Kültür kurulmuş oldu.
Gözaltına alındığımda da, Anadolu'da genç sanatçılara destek sağlamak için Goethe Enstitüsü’nün liderliğinde yürütülen "Kültür Alanları” projesi kapsamında Gaziantep’te gerçekleştirilen bir toplantıdan geliyordum. Suriye'den ülkemize sığınan sanatçılarla da çalışıyorduk.
Cezaevinde geçmişin muhasebesini yaparken eski faaliyetlerinizi nasıl değerlendirdiniz, başka türlü yapılsa daha iyi olurdu dediğiniz ya da eksik kaldığını düşündüğünüz bir şey var mı?
1980 asker darbesinden sonra yaşanan normalleşme sürecinde sivil toplumda yürütülen faaliyetlerin demokrasinin gelişmesine katkıda bulunacağına inanıyordum. Bu inancım devam ediyor ancak arzu edilen etkinin gerçekleşmesi için hukuk ve demokrasi kurumlarının düzgün çalışmasının, en azından düzgün çalışma sürecinde olmalarının bir ön şart olduğunu son zamanlarda daha iyi anladım. Bu kurumların işleyişleri bozulduğunda, ya da bozulma sürecine girdiğinde, çoğu sivil toplum kuruluşları faaliyetleri aksamasın diye mevcut duruma ses çıkaramıyorlar, demokrasiyi savunma güçleri zayıflıyor. Hak savunuculuğu yapan örgütlerin etkileri ise kısıtlı kalıyor. Böyle durumlarda belirleyici olan siyasi aktörler, dinamikler. Çıkarmış olduğum bu ders, farklı siyasi partilerde çalışan gençler ve siyasete atılmak isteyen sivil toplum aktivistleri için bir siyaset okulu programı başlatmamıza neden oldu. Siyasete atılmak isteyenlerin kendileriyle farklı görüşte olanları dinleme ve samimi bir diyalog yürütme motivasyonları teşvik etmenin önemini bugün daha iyi anlıyorum. Cezaevinden çıktıktan sonra sanat eserlerinin yardımıyla temel hukuk normlarının, etik değerlerin daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunacak projelerle ilgilenmeyi hayal ediyorum.