T24 - Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Yasemin Çongar'ın "Kaybettiklerimizin şeklini alan boşluktur hayat" başlığıyla EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR köşesinde yayımlanan (4 Aralık 2010) yazısı şöyle:Tanrı fikrinde benim bulabildiğimden daha fazlasını bulduğundan değil muhtemelen ama benim yapamadığımı yapıp, ilahi kudrete kapılarını teklifsizce açarak, O’nun o muazzam şekilsizliğiyle, içindeki boşluğun her köşesini kaplamasına rıza gösterecek kadar cesur ve mütevazı olduğu için “dindar” saydığım bir yazar arkadaşım astrolojiden bahsediyordu dün: “Senle ben Satürn’ün etkisi altında doğmuşuz. Sende de muhafazakâr bir öz olması bu yüzden; bir tür dindarlık bu, kendi hakikatine sadakat hali...” Bana yaptığı bu yakıştırma, bizi dinleyenlerin yüzlerine dalgacı bir tebessüm bırakırken, “Walter Benjamin de bunu yazmıştı biliyorsun,” diye hatırlattı arkadaşım, “oku onu, bizim gibilerin melankolisini çok iyi anlatır.”
Saatler sonra, bu diyarın hafızasındaki en uzun yaz mevsiminin kışa kavuşma koşusu için nihayet nefeslenmeye başladığını, havanın ıslığından ziyade haberlerde işitip, bu koşunun ilk adımlarına tanık olma ümidiyle lodoslu gecenin içinde oturmuş, bir yandan da, yakudî bir gamzesi olan yeni dolmakalemimi hakedebilmenin yollarını ararken, Benjamin’i karıştırdım biraz ama ondan, oğlak burcunun kendine özgü halleri yerine, bütün gezegenlerin çocuklarının ortak kaderini tarif eden ve okuduğum romanın melankolisine tıpatıp uyan şu cümleyi ödünç aldım sadece: “Bir insanı tanımanın tek yolu onu ümitsizce sevmektir.”
Hayır, ümitsiz bir aşkın romanı değil bu. Kaybettiklerimizin geri gelmeyeceğini bilmenin çaresizliğini anlatıyor daha ziyade; ancak bizde bıraktıkları ümitsiz boşluk sayesinde tanıyabildiklerimizin ardından bakakalmanın insanı bilgeleştiren hüznünü hikâye ediyor.
Kitabın, sırrını son sayfalarına kadar saklayan adı Great House (Büyük Ev), bütün bir kavmi tam iki bin altı yüz yıldır ağlatan o büyük yıkımdan geliyor. Babil Kralı Nebukadnezar’ın ordularının, İsa’dan önce 586’da, Yerüşalim’in surlarını aşıp kenti yerlebir etmesini, “Rab’bin Tapınağı’nı, sarayı ve Yerüşalim’deki bütün binaları ateşe verip büyük evleri yaktılar” (2 Krallar, 25: 9) diye anlatır Eski Ahit. Ve altı yüz küsur yıl sonra, Yerüşalim bu kez Romalılar tarafından kuşatılıp, İkinci Tapınak da yıkılırken, İmparator Vespasianus’la barış müzakeresi yapan Yahudi bilge Yohanan Ben Zakkai’nin kurduğu okula verdiği ad “Büyük Ev”dir.
Nicole Krauss’un aynı adı taşıyan romanı ise, ancak okumayı bitirdikten sonra; üç yüz sayfa boyunca kulak verdiğiniz dört ayrı anlatıcının hayatlarını, bir yandan birbirleriyle, bir yandan da ister istemez kendi ruhunuzun engebeli arazisiyle kıyaslamaktan vazgeçip, kitabı, sadece o hayatların sizde bıraktığı ağır duygunun tarifini arayarak kapattığınızda, Yahudi kimliğinin harcındaki bu hikâyeyle gerçekten bütünleşiyor.
Geri dönüşü olmayan bir yıkımın ardından, kafanızı vura vura ağlamakla, kaybettiklerinizden kalan boşluğun şeklini almış bir hayatı, neyi kaybettiğinizi ve aslında kim olduğunuzu her an biraz daha anlayarak yaşamak arasındaki o ince çizgide yürüdüğünüzü anlıyorsunuz. Bir yanda bir Ağlama Duvarı, bir yanda bir Büyük Ev... Herbirimizin kaderini, bu ikisi arasındaki gelgitlerimiz belirliyor. Tek bir kavmi değil sadece; yurdu, meşrebi, inancı ne olursa olsun, sahip olma hırsından mustarip, dolayısıyla da er geç kaybetmeye mahkûm olan herkesi, hepimizi ilgilendiren bir hikâye bu; insanlık hallerimizin ortak hikâyesi.
Great House’u anlatmaya, adilâne bir özet yapıp, konusunun güncelliğini; dünyeviliğini; evrenselliğini; insan ilişkilerine, aileye ve aşka odaklanan merceğini; ve bütün bunların yanı sıra, yazıya, özelde de roman sanatına bir methiye niyetine okunabileceğini anlatmak yerine, kitabın bendeki tortusunun tarifiyle başladığımın; herkesin merakını gıdıklamaktansa, belki yarı-gönüllü okurları ürkütmeyi bile göze alarak, en sona saklamam gerekeni en başta yazdığımın farkındayım. Doğrusu bunu biraz da, Nicole Krauss’un adına ve yaratacağı kuvvetli çağrışımlara güvenerek yaptım.
Zira 1974 doğumlu Amerikalı romancı, dünya çapında kuşağının pek az yazarına nasip olan bir üne sahip. 2005’te yayımlanan ikinci romanı The History of Love (Aşkın Tarihi), Türkçe dahil otuz beş dile çevrilmekle kalmadı; Fransa’da “En İyi Yabancı Kitap Ödülü”nü aldı, Medicis, Femina, Orange gibi edebiyatın önemli payelerine aday oldu. Krauss, 2010 ortasında çıkan Great House romanıyla da, Amerikan Ulusal Kitap Ödülü’nün (National Book Award) finalistleri arasına katıldı ve New Yorker’ın“Kırk Yaşının Altındaki En İyi Yirmi Yazar” seçkisine girdi. Son bir not olarak, Krauss’un yine aynı seçkide yer alan, kendisinden üç yaş küçük ama uluslararası ünü belki kendisinden bile daha fazla olan romancı Jonathan Safran Foer ile evli ve iki çocuk annesi olduğunu ekleyerek, bu geçiş faslını kapatıyorum.
Krauss, bu üçüncü romanında The History of Love’dakine çok benzer bir kurguyla, yine farklı yer ve zamanlardaki hayatları ortak bir temada buluşturuyor. The History of Love’da, hikâyeleri bir kitap vesilesiyle biraraya gelen birbirinden kopuk karakterler, Great House’da bu kez bir yazı masasıyla bağları üzerinden romana giriş yapıyor.
New York’ta yaşayan orta yaşlı bir romancı olan Nadia, gençken tanıştığı Şilili şair Daniel Varsky’nin etkisiyle hayatı değişmiş bir kadındır ve yirmi beş yıl boyunca, Varsky’nin ona emanet ettiği devasa yazı masasında çalışır. Pinochet rejiminin “kayıplara karıştırdığı” Varsky ve masası, Nadia’yı kendisinden daha yaşlı bir başka romancıya, Lotte Berg’e bağlar. Şimdi İngiltere’de yaşayan Lotte de, zamanında o masada dünyalar yaratmıştır. Sonra bir gün, Varsky’nin kızı olduğunu söyleyen bir kadın çıkar gelir Kudüs’ten ve masayı Nadia’dan geri alır.
Kudüs’te, Yahudi ailelerinin Naziler tarafından yağmalanmış eşyalarının bulunup, eski evlerin düzeninin yeniden kurulmasına kendisini adamış Macar kökenli bir antikacının tuhaf bir tutkunun pençesindeki çocuklarını tanırız sonra. Ardından İsrailli dul bir adam olan Aaron girer devreye ve bize birtürlü nasıl iletişim kuracağını bilemediği yetişkin oğlu Dov’u anlatır... Daha doğrusu, Krauss, iki bölüm boyunca, Aaron’ın kafasında Dov’la konuşmasını, yani aslında muhatabını asla bulamayacak bir monologu dinlemeye davet eder bizi.
Great House, bütün bu karakterlerin ortak bir boşlukta birbirine bağlanan farklı hikâyelerinin anlatıldığı büyük bir eve benziyor. Lotte’yi, mesela, onu hiçbir zaman tam olarak anlayamadığını gayet iyi bilen kocasından dinliyoruz: “Bu evlilikte her şey bir kalıcılık hissi vermek üzere tasarlanmıştı” diye anlatıyor adam, “oysa gerçekte her şey bir yanılsamaydı; tıpkı katı maddenin bir yanılsama olması gibi, tıpkı aslında milyon kere milyonlarca atomun geliş gidişinden ibaretken, sanki tek bir şeymiş gibi yapan vücutlarımızın birer yanılsama olması gibi...” Nadia ise benzer bir geçicilik hissiyle, kendi seçtiği yalnızlıkta yüzleşirken, o yalnızlığın tek meyvesi olan kitaplarıyla ve o kitapları mümkün kılan bencilliğiyle de hesaplaşır: “Başkalarının acılarını kendi amaçları için kullanan biriyim ben... Başkaları sefalet içindeyken, açlık çekerken, zulüm görürken, güvenli biçimde köşeme saklanıp, kendi algılama yeteneğimle, şeylerin altında gömülü duran o simetriye olan duyarlılığımla övünebiliyorum; kerameti kendinden menkul eserimin herkesin yararına olduğuna ikna edilmek için pek yardıma ihtiyacım yok doğrusu.”
Bu monologlar arasında, benim içimde en çok yer eden, Aaron’ın bir yandan karısının yokluğuna, bir yandan kendi yaklaşan ölümüne alışmaya çalışırken, aynı evde birlikte ve yapayalnız oldukları oğluna kelimeleriyle dokunamayışı oldu. “Geri geri, adımlarını silip süpürerek yürüyen birini hatırlatıyorsun bana” diyor Aaron oğlu Dov’un duyamayacağı o cümlelerden birinde; “Beni atın üzerinden attılar oğlum” diyor, “pisliğin içinde bıraktılar beni. Bunları sana anlatma hatasına düştüm ve yeniden sessizliğe gömülmenden önce, yüzünü teslim alan acıyı gördüm.”
Krauss, bütün bu monologları, romanı lineer bir zaman içinde ilerletme çabasına girişmeksizin, bırakın somut bir olay örgüsünü, gevşek bir hareketler manzumesi bile oluşturmaya çalışmaksızın; bunun yerine, her buğulu hatırada, her kısık sesli yakarışta, ortak bir boşluğu biraz daha büyütüp, okuru da bu boşluğun içine çekerek; bizi de zamanında söylemediğimiz ve muhatabını artık çoktan yitirmiş sözlerden müteşekkil bir monologa zorlayarak yazıyor. Böyle bir yazının, böyle bir evin ortasında, Krauss’un Kudüs’teki antikacısının, “Bir halkı kaybettiği şeyin etrafında eğip büktüğün zaman, artık her şeyin, o yokluğun şeklini yansıttığını görürsün” sözü de, Yahudi kimliğine ilişkin tarihî bir teşhis olmaktan çıkıyor haliyle ve kaybettiği şeyi ümitsizce sevenlerimizin ortak kaderinin tarifine dönüşüyor.