T24 - Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı Yasemin Çongar'ın Ex Libris / Dünta bunları okuyor adlı köşesinde "Kayıp cennete dönüşün imkansız adımları" başlığıyla yayımlanan (6 Ağustos 2011) yazısı şöyle:Kayıp cennete dönüşün imkansız adımlarıHiç tanımadığım bir adamla, bir çocuğu seyrediyordum rüyamda. “Sen kaç yaşındasın,” dedi çocuk. Adam cevabı elbette biliyordu; hemen söyledi. Belki “elli” dedi, belki “altmış.” İşitemedim. Ne önemi vardı zaten. “Peki insan kaç yaşında?”Adam önce soruyu anlamadı. Anlayınca da hayretle baktı çocuğa, sonra, onun kocaman açılmış sabırsız gözlerinde küçüldüğünü sezerek sustu. Cevabı bilmiyordu. “İnsan kaç yıldır var? Biz kaç yıldır varız? Ne zamandır insanız?” Çocuk başka cümlelerle aynı soruyu soruyordu… Nafile. Adam hiç konuşmadı. Bir tahminde bulunmadı. Bilmediğini, daha beteri bunu hiç düşünmediğini söyleyemedi. Bir önemi vardı zira. Bir önemi vardı elbet. Niye hiç merak etmemişti öyleyse? Kendinden utandı. Hayatında ilk kez bu kadar yalnız olduğunu düşündü. Kalkıp gitmek istedi. Yapamadı. Artık hiçbir yere ait değilmiş gibi öylece baktı çocuğa. Bitmiş gibi, tükenmiş gibi. Adamın sıkışmış nefesiyle daralarak uyandım. Bir insanın, insanlığın yaşını hiç merak etmemiş olması mı daha tuhaftı, kendi yaşını bir çırpıda bilmesi mi yoksa? Karar veremedim.
Sahi, kaç kuşağın hayalini kurabiliyoruz ki biz? Muhayyilemize hepi topu kaç ömür sığdırabiliyoruz? Ucunu iyice sivrilttiği taş yongalarıyla mamut avlamaya kalkacak kadar gözüpek, ölülerini saygıyla gömmeyi bilecek kadar vakur, etini yediği hayvanın kemiğinden kendine gerdanlık yapacak kadar mahir olan o kısa, kalın, kıllı ve kendi yaşından bihaber insana geri dönmemize yetecek genişlikte bir yer var mı hafızamızda? Kavramlarımızın, kabullerimizin, adını koysak da koymasak da bizi yöneten inançlarımızın izini maziye doğru sürdüğümüz vakit, yazının en fazla elli-elli beş asra yayılan kısacık tarihinin ötesine ne kadar geçebiliyoruz? İnsanlığın iki yüz bin yılının topyekûn tahayyülüne hakikaten girişsek bir gün, birbirine benzemeyen durakların hepsinde bir nebze olsun nefeslenmeye yetecek mi ömrümüz?
Sorular sorup, cevaplara varmaya ne zaman başladık biz? Yirmi beş asır önce, her sabah daha evvel hiç girmediği bir nehre ayaklarını soktuğunu anlayan Efesli Herakleitos’a kadar, kaç bin nehirde kaç milyon kez yıkandık? Hep aynı yerde durduğunu sandığımız şeylerin, aslında durmadığını öğrenmemiz kaç yüz asrımızı aldı; eve bir daha hiç dönemeyeceğimizi anladığımızda, evcil hayatın kaçıncı bin yılındaydık dersiniz? Thomas Wolfe’un 1940’da yazdığı o romanın, hikâyesinden ziyade adıyla klasikleşmesi, “You Can’t Go Home Again (Yuvaya Dönemezsin)” duygusunun, dilimize düşmesinden çok önce, genlerimize yerleşmiş olmasından mıydı yoksa? İtalyan şair Giorgio Caproni’nin “eve son dönüşü” anlattığı mısraları okumuş muydunuz? “Oraya, hiç gitmediğim yere, geri döndüm” der Caproni, “Eskiden nasıl değildiyse şimdi de aynıydı her şey. Masada (kareli masa örtüsünün üzerinde) hiç doldurulmamış bardağı yine yarı dolu buldum. Her şey asla bırakmadığım gibi aynı kalmıştı.”
Tarihini bilsek de bilmesek de, iki yüz bin yıldır, her bir ömrün bir diğerine eklenerek kurduğu bir zincirden ibaret insanlık tecrübesi… Bir daha asla aynı eve, aynı nehre, aynı insana dönemeyeceğimizi kim bilir kaç bin yıl önceki o ilk ayrılışımızda sezdik biz. Tükenmiş bir hayattan bize göz kırpan yıldızların bugün artık kaynağı kararmış ışığında her gece yeniden yıkadığımız o dikenli özlem duygusunun müphem nesnesi de, artık olmayan bir yuva, bütün fiilleri kendi kipinde çoktan çekilmiş bir aşk, bizde sadece hayaliyle bâki bir çocuk değil mi zaten?
Rüyamı, cümlelerinin üzerinde uyuyakaldığım Guatemalalı yazar Eduardo Halfon’a borçluyum. Halfon’un hikâyelerinin ne o rüyayla, ne uyanırken bana sordurduğu sorularla bir ilgisi var aslında ama hepsinin de, o hikâyelerdeki “tanıdıklık” hissinden beslendiğini sanıyorum. İnsanı durduran, tökezleten, gerisin geri gönderen sınır taşları yok edebiyatın engin coğrafyasında ve okumanın tatlı rehavetine gömülmüş bir zihnin –daha iyi bir kelime bulamadığımdan– adına yarıgönülle “çağrışım” diyeceğim bu başıboş seyahatlerini seviyorum ben.
1971’de, iki okyanus arasında bir beşik gibi sallanan o küçük Orta Amerika ülkesinin “La Ciudad de Guatemala” ya da kısaca “Guate” adıyla bilinen ama her ne hikmetse, bizde “Guatemala City” olarak Anglifiye edilen başşehrinde doğmuş Eduardo Halfon; şu anda, Guggenheim bursuyla ABD’de yaşıyor. North Carolina State Üniversitesi’nde endüstri mühendisliği okumuş; daha sonra Guatemala’da edebiyat profesörü olmuş. On yaşından itibaren kendini içinde bulduğu İngilizceyi, “yazarken sürekli kapağını açtığı bir hazine gibi” benimsemiş de olsa, edebiyatının dili “illâ ki” İspanyolca; kendi deyişiyle “içine doğduğu” bu dili bırakıp kitaplarını İngilizce yazmayı hiç düşünmemiş.
“İnsanın içine doğduğu dil (anadil) kavramı modası geçmiş bir kavram mı bilmiyorum” diyor, “ama bir bakıma, yazarak o anadili arıyorum ben. Burada, anadilden kastım sadece bir kelimeler sistemi değil; daha ziyade, bütün karmaşık toplumsal, siyasi ve tarihî imalarıyla bir anadilden söz ediyorum, bir çıkış yeri olarak, kökler olarak, gelenek olarak, aile olarak, çocukluk olarak ve hatta hâlâ içimizde bir yerlere kaldırılmış duran iyi ve asil ve huzurlu bir şey olarak anadilden söz ediyorum. Belki de bunun için yazıyoruz biz. Geri dönülemeyecek o yere dönebilmek için. Kayıp cennetimizi, dil yoluyla, yeniden bulabilmek için.”
Bugün Latin Amerika edebiyatının en iyi genç yazarları arasında gösterilen Halfon’u, bundan birkaç yıl önce yayımladığı El boxeador polaco (Polonyalı Boksör) romanıyla tanıdım ben; ondan sonra da verdiği mülakatları, dergilere yazdığı hikâyeleri hep izledim. Sanırım karanlık kısımları benimkine çok benzeyen bir çocukluğu anlattığı için sevdim onu. 1970’lerin Guatemalası’nda 1970’lerin Türkiyesini buldukça, Halfon’un yazısına hâkim olan o keskin sızı, daha kolay yayıldı içime ama biraz da inceldi sanki.
El boxeador polaco’da olduğu gibi, bu yaz yayımlanan yeni hikâye kitabı Mañana nunca lo hablamos’da (Yarın Asla Konuşmayız) da yine bir çocuğun gözünden yazıyor Halfon. Kendi geçmişlerinden yola çıktıkları, yazarlık uğraşını da, kendilerini çözümlemenin bir şekli saydıkları için belki; ya da belki, metinde arzuladıkları “çıplaklığa” ancak böyle erişebildiklerini düşündüklerinden, birçok edebiyatçının “çocuk anlatıcıları” tercih ettiği mâlum. Doğrusu, ilk anda pek kolay, hatta biraz “tembel işi” gibi görünen bu tercihin hakkını vermenin özel bir ehliyet gerektirdiğini düşünüyorum ben; bir çocuğun saflığı, teklifsiz bir iyilik kadar, çiğ bir et gibi çürümeyi bekleyen kanlı bir kötülüğü de içinde barındırabiliyor çünkü ve “çocuklarına” kıyamayan yazarlar, o “kötülüğü” anlayıp anlatmalarının imkânsızlaştığı ölçüde, hayattan kopuk, giyinik, hakikatsiz metinler veriyorlar bize.
El boxeador polaco’da, sol kolundaki beş rakamlı sayıyı, “Telefon numaramı unutmamak için dövme yaptırdım” diye açıklayan büyükbabasına inanarak büyüyen çocuğun “1970’lerdi ve ülkenin bütün telefonları beş haneliydi” diye akıl yürütmesindeki “saflık,” çok geçmeden, o dövmenin Auschwitz Toplama Kampı’ndan “hatıra” olduğunu öğrendiğinde kurmaya başladığı fantezilerle dengelendiği için sanırım, Halfon’a inandım ben:
“Kendimi o beş rakama bakarken yakalıyordum hep; tuhaf biçimde mutlu ediyordu bu beni. O dövmenin yapılışını gösteren gizli sahneyi canlandırıyordum kafamda. Büyükbabam bir hastane sedyesinde yatıyordu. Siyah deriler içinde devâsâ bir Alman subayı, yine siyah deriler giymiş zayıf bir Alman hemşireye bağırarak dikte ediyordu rakamları, hemşire de sığırların damgalandığı demirlerle, tek tek büyükbabama uyguluyordu.”
Halfon’un, Mañana nunca lo hablamos’ta kurduğu “denge” ise, 1980’lerin Guatemalasında şiddetten büyük ölçüde korunabilen bir çocuk olmanın suçlu huzuruyla, ülkenin kirli hakikatinin üzerine kapanan cehalet örtüsünün gizli vahşeti arasında daha ziyade. Yazar, otobiyografik olduğunu sandığım birçok ayrıntıda, ülkeyi yöneten generallerin, işkenceci polislerin, gerillalarla savaşan askerlerin ve bütün bunların ön planında da “normal” bir hayatı deneyen orta sınıf ailelerin müşterek suçunu anlatıyor bize. Bir “sessizlik” suçu bu; çocuklar ise kâh keskin bir vurdumduymazlık, kâh sahici bir merakla sessizliği bozabildikleri için taşıyorlar bu hikâyeleri; alt perdeden birer “çığlık” işlevi görüyorlar.
Adını Maya-Toltek dilinde “ağaçlar diyarı” anlamına gelen kelimeden mi yoksa, Nahoa yerlilerinin “yılan yiyen kuş diyarı” deyişinden mi aldığı henüz “bilimsel” bir karara bağlanmamış olan bir ülke Guatemala. Ve insanlarının kaderi, insanlığın iki yüz bin yıl sonra hâlâ, ortak bir hayat tarifini yakalayamadığının kanıtı sanki. On beş milyon nüfuslu ülke, Batı Yarıküresi’nin en düşük yaş ortalamasına sahip: 19.5; evet, doğru yazdım, sadece on dokuz buçuk… “Bebek ölümleri, kadın cinayetleri, uyuşturucu hesaplaşmaları” diye başlıyor 19.5’un açıklaması. Sayısını akılda tutmanın bile imkânsızlaştığı cunta yönetimlerinin gölgesinde çatılmış bir istatistik bu; 1970’lerin başından 1996’daki barış anlaşmasına dek süren iç savaşta, çoğu Maya ırkından 200 bin insanın ölmüş, bir milyonunun yerlerinden edilmiş olduğu da bugün bir dipnot gibi düşülüyor ülke raporlarına.
Bu acıyı, bütün bu acının kaynağındaki müzmin ırkçılığı içselleştirmiş hayatlarda ince çatlaklar açarak anlatıyor Halfon. Kitaba adını veren “Yarın asla konuşmayız” hikâyesinde, 1981 yazında, Guatemala ordusunun bir gerilla karargâhını basıp üçü kadın 14 yerliyi öldürmelerinin, çocuk anlatıcı ve ailesi tarafından nasıl karşılandığını okuyorsunuz. Çocuk, “muzaffer” askerlerin yüzlerine bakıyor televizyonda; onların da “beyaz” olmadığını, tıpkı paramparça cesetleri sergilenen gerillalar kadar “yerli”ye benzediklerini görüyor. O gece, “Gerilla ne demek” diye soruyor babasına. Cevap vermiyor adam. “İsyancı mı?” Sessiz bir onaylama. “Bütün karışıklığın sorumlusu bu gerillalar” diyor babası. “Gerillalar yerli mi peki?” Uzun uzun susuyor adam; sonra, “Tabii” diyor. “Ama askerler de yerli, değil mi?” Cevabı sabırla bekliyor çocuk. “Şimdi uyu, yarın konuşuruz” diyor babası. Ve tabii, yarın hiç konuşmuyorlar.
Halfon, Guatemala Milli Kütüphanesi’nde 1981 yazının gazete arşivlerine girdikten sonra yazmış bu hikâyeyi; onuncu yaş gününü kutladığı günlerde, Guatemala’yı terk edip Kuzey Amerika’ya göçmeye hazırlanan ailesinin neden kaçtığını tam anlamadığını itiraf ediyor bir notunda: “Hayali bir şeyden kaçıyorduk sanki; susturulmuş bir şeyden, trajik bir şeyden, adı konmazsa kendisi de olmayacak bir şeyden kaçıyorduk.”
Halfon’un hikâyelerindeki gibi, bazen algılamak yetmiyor hakikati, onu hayalden bilince taşımak için “adını koymak” gerekiyor. Ve –Halfon’dan mülhem rüyamdaki gibi benim– cevabını bilmediğimiz basit bir soru karşısında kendimizi çok yalnız hissedebiliyoruz bazen. Ama asıl, cevabını bilerek sustuğumuz sorular kemiriyor bizi. Susuyor ve bugün artık sadece hayaliyle bâki bir çocuk gibi, kayıp bir cennete dönüşün imkânsız adımlarını düşlemekle yetiniyoruz.