T24 - Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Yasemin Çongar'ın Ex Libris / Dünya Bunları Okuyor adlı köşesinde "Kelimeler güçlüdür, palavralar güzeldir" başlığıyla yayımlanan (27 Ağustos 2011) yazısı şöyle:Kelimeler güçlüdür, palavralar güzeldirHer demlik dipsiz bir kuyu bu diyarda. Çay bardakları hiç boş kalmıyor, fark ettiniz mi? Allahım ne çok çay içiyoruz, ne çok konuşuyoruz. Bana en tuhaf gelen de bu aslında. Çay içip konuşmayı bu kadar severken biz, demliğin ortasında, hikâyeleri hâlâ sıcacıkken, son bir buruk yudumla kalkıp yerlerinden, sessizce boşluğa yürüyor bizim çocuklarımız. Yıllardır. Görüyoruz onları, canımız acıyor, susuyoruz. Niye? Karanlığın içinden kelimelerimizin kudretiyle geçmek varken, üstelik bugün her zamankinden daha fazla mümkünken bu, söylenesi her şeyi şimdi pekâlâ söyleyebilecekken, gencecik insanların ölüme gitmesini seyretmek niye? Kelimeleri sevmeyen bir katili anlamak daha kolay benim için. Konuşmayanların, konuşamayanların içinde büyüyen şiddeti işitmek daha kolay. Sessizliğe tahammülsüz insanların kelimelerden vazgeçmelerini kavramakta zorlanıyorum ama. Söyleyecek söz bulamamak nedir hiç bilmeyen bir toplum nasıl susabiliyor böyle? Hayallerimizi katık ettiğimiz kelimelerimizle, nice akşamı gecede eritip, nice geceyi sabaha erdirerek, denizine sabırsızlanan deli nehirler gibi durup dinlenmeden konuşabilirken biz, neden asıl söylenmesi gerekenleri yutkunuyoruz bazen? Niye hep bir ağızdan susuyoruz ki silah konuşsun?
“Dünyada bir delik açmak istiyorum”
Kuru temizlemecinin faturasındaki uyarı cümlesi her şeyi özetliyor aslında: “Bazı lekeler ancak dokunun kendisi yıpratılmak suretiyle temizlenebilir.” Mizahının sırrını bu cümleye dayandıran bir büyük “kâşifin” yazdıklarını okuyorum şimdi. Demliklerin değil belki ama fıçıların dipsiz olduğu bir diyarın, bizim buraların şimdiki halinden çok daha karanlık bir zamanında, hiç boş kalmayan bardağındaki beyaz köpüklü arpa suyunu yudumlaya yudumlaya, geceler boyu anlattığı hikâyelerle hayata tutunmuş bu adamın kelimelerinde kırık gülüşler gizli. Bir başkasının yaşadıklarını nefesini bu kadar nefesimde hissederek, tebessüm ve minnetle okuyabilmek ne güzel. Yirminci asrın en büyük, kadri en az bilinmiş yazarlarından biri olduğuna inanıyorum ben onun. Kanaatten daha kuvvetli bir şey bu, bir his! Şimdi, kendi hayat hikâyesini, gerçek kişi ve olaylar üzerinden romanlaştırarak karısı Eliska’nın ağzından anlattığı üçlemenin son kitabının da nihayet İngilizcede yayımlanması sayesinde, onun “ilk yazarlık” yıllarının, daha doğrusu “yazmaya” olmasa da “kitapları basılan bir yazar” olmaya başladığı yılların hikâyesini öğrendikçe büsbütün kesifleşen bir his. Zira burada, baştan sona, yazının iktidarını teslim edip, yazarlık uğraşının ciddiyetini bilerek ve sanırım bu yüzden de, yazarı ti’ye alarak yazıyor. Kendini bir “roman kahramanı” olarak çoğaltırken, hayatının öznesini parça parça eksilterek yapıyor bunu. Güle oynaya.
1914’te Brno’da doğup 1997’de Prag’da ölen Bohumil Hrabal’ın Çekçede ilk kez 1986’da ve gizli bir anti-komünist yayınevi tarafından samizdat usulü yayımlanan otobiyografik roman üçlemesi, sırasıyla Svatby v dome (Ev Düğünleri), Vita nuova (Yeni Hayat) ve benim şimdi İngilizcesini (Gaps) okuduğum Proluky’den (Boşluklar) oluşuyor.
1963’te başlıyor Proluky; Hrabal kırk dokuz yaşında ve bir önceki romandan (Vita Nuova) gayet iyi bildiğimiz gibi, 1940’larda basılan ilk şiir kitabı ve dergilerde yayımlanan hikâyeleri dışında, ölümsüzlük kuyusunun dibine henüz bir taş bırakabilmiş değil. Romanın açılışında, ilk hikâye kitabı Perlicka na dne’nin (Derinlerin İncisi) matbaa örnekleri geçiyor Hrabal’ın eline. Pragmatik ve sabırlı bir kadın olan Eliska’nın yıllardır sükûnetle dinlediği, “Çağımın en iyisi benim; bir numara olacağım” kükremesi küçük bir kitaba dönüşüyor nihayet. Ve Vita Nuova’da, “imzası çok güzel, daktilosu da çok hızlı” diye övüp, “Sanki başyapıtını çoktan yayımlamış da, şimdi iyi bir yazar olmanın nasıl da kolay bir şey olduğu konusunda sağa sola ahkâm kesmekten başka bir işi kalmamışçasına hayatın içinden öylece süzülüyor” diye anlattığı kocasını nihayet gerçek bir “yazar” olma yolunda görüyor Eliska. Ama okurla bir dertleşme anında, Hrabal’ın o ilk kitaptaki hikâyelerinin tümünü, “Bay Çehov’un tek bir hikâyesine değer bulmadığını” da araya sıkıştırmaktan geri durmuyor. Tabii, biz Hrabal’ın “Hrabal” olacağını bilerek okuyoruz. Türkçede, birinin baskısı tükenen iki kitabıyla (Sıkı Kontrol Edilen Trenler, Gürültülü Yalnızlık) yetinsek de hâlâ, Avrupalı, Amerikalı ve, evet, Asyalı okurlar onun sayısı kırkı aşan kitaplarının birçoğunu yirmi kadar dilde okuyabiliyor bugün. Hrabal’ın Eliska’dan dinlediğimiz hikâyesi de, bu bilginin ışığında, yazarın kendisini bir “yazar” olarak yaratma, yenileme ve yaşatma mücadelesinin hiç de öyle temiz-pak-hassas değil, ete kemiğe dokunan, vahşi ve hoyrat bir mücadele olduğunu anlamamızı kolaylaştırıyor. “Benim, sadece benim olan kelimeleri keşfedeceğim” diyor Hrabal; “O kelimelerle dünyada bir delik açacağım.” Eliska’yla birlikte biz de, vadedilen bu keşfe tanıklık etmeyi bekliyoruz.
Palavradan anlatım tekniği çıkarmak
“Altın Kaplan’da” (U zlateko tygra) buluyor aradığını Hrabal; yeni bir kelime değil bu ama yeni bir teknik. Prag’da müdavimi olduğu, bazen geceyarılarına kadar bira üstüne bira içerek, gelip giden herkesin dertlerini, dedikodularını, şevkle paylaştıkları anekdotlarla, kendi aralarındaki fiskoslarını dinlediği “pub”ın adı “Altın Kaplan’da.” İyi bir “pub” adamı Hrabal; samimi bir merak duyuyor insanların hikâyelerine, hakikaten dinliyor onları. Ve zamanla, dinlediklerinden kalanların “pub”ın dumanlı havasında birbirine karışarak yükseldiğini, bir bulut gibi yoğunlaşıp en tepede öylece asılı durduğunu anlamaya başlıyor; çok parçalı bir bütün, birbirine geçmiş cümlelerden müteşekkil dur-durak bilmeyen bir anlatım çıkıyor ortaya.
Hrabal “pabéní ” adını veriyor bu anlatıma; bir tür “boş söz, palavra” yani, buna “pub sohbeti” de diyebiliriz. İkinci kitabı Pabitele’yi (“Palavracılar” ya da “pub ahalisi”) “pabéní” ustaları hakkında yazarken, ileride romancılığını tanımlayacak üslûbu da bulduğunu biliyor; akarak ilerleyen, bazen hiç nokta koymaksızın, tek bir cümlenin içinde bütün bir kitabı kurgulayabilen bir anlatım bu. Farklı farklı insanların farklı farklı hikâyeleri, şakaları, sırları ve ballandırarak anlattıkça kendilerinin kıldıkları söylentileri bir kolajın içinde erimeye başlıyor Hrabal’ın romanlarında; Joyce’un, Woolf’un “bilinç akışı” tekniği, bireysel monologlarla sınırlı tekil tezahüründen kurtulup, toplu bir hezeyana dönüşüyor adeta. “Kabarcıklanan Tecrübenin Akışı” diyor buna bir yerde Hrabal; çağrışımların sınır tanımayan geçişliliği, bir gazozun patlayıp sönen muzipliğiyle birleştikçe bir uçuculuk hissi, bir hafiflik geliyor anlatıma.
Ama etki “hafif” kalmıyor; “palavra” dediğimiz şey, hiçbir zaman palavradan ibaret değil zira. Pabéní, Hrabal’ın eserinin en güçlü nesnesini, yani insanı anlatıyor. Sıradan insanın sıradan maceralarında, “insanî olan”ın, gücünü basitliğinden alan bir portresini çiziyor Hrabal.
“Kocam çocuk doğurmayı unutturdu”
Eliska, üç roman boyunca sadece “kocam” diye bahsediyor Hrabal’dan. Yazarın tercihi bu: Kendisini karısı üzerinden tarif ediyor, onu “bir yazar” olduğu kadar, “bir koca” olarak da görmemizi istiyor ki, yeterince eksilebilsin. Vita Nuova’da, “Herkes benim kocamın mutlu bir adam olduğunu sanırdı” diyor Eliska, “Böyle bir kocam olduğu için bütün kadınların beni kıskanması gerektiğini söylerlerdi. Kocamla hayat çok eğlenceli olmalıydı.” Sonra ekliyor tabii: “Hiç de öyle değildi… Kocamla hayat, onların sandığından çok farklı bir şeydi.” Ve Proluky’nin sonunda, Hrabal’la birlikte uzun yıllar birlikte yaşadıkları eski apartman dairesini boşaltırlarken, etrafa son bir kez daha göz gezdiriyor:
“Orada, çoktan kaybolduğunu, geçmişe gömüldüğünü düşündüğüm resimlerle gözlerim kamaşmış bir halde durdum. Günışığında çırılçıplak olan küçük avluda, bu avluya ilk ayak attığım, tavanarasının penceresinden yerleri silen o adamı, sonradan kocam olacak olan adamı ilk gördüğüm ânı; onunla tanışmadan önceki halimi, intihar etmek isteyen bir kadın olarak kendimi; kocamla olmaya başladıktan sonra artık bu düşüncelere meylimin de, zamanımın da kalmamasını; çünkü kocamın yıllarca beni ne kadar meşgul ettiğini, ne çok düşkırıklığına uğratıp ne çok öfkelendirdiğini; sonunda kendime ilişkin her şeyi, bir çocuk doğurmayı bile unuttuğumu; kocamın bana ziyadesiyle yettiğini düşündüm. Omuzlarımı silktim. Ne yapacaksın? Elbisemin kollarını, boyası dökülen duvarlara son bir kez sürtmek pahasına, gözlerimde yaşlarla merdivenden aşağı koştum.”
Proluky’nin resmettiği bu “bencil” yazar, mücadelesi sadece kendisiyle olan bir adam değil ama. Eliska, 1968 Prag Baharı’nda tomurcuklanan özgürlük umudunun üzerinden Sovyet tanklarının geçişini anlatırken, Hrabal’ın, çevresindeki çember giderek daraltılan “yasaklı” hayatına, Çekoslovakya’nın zaman zaman ne kadar boğucu, ne kadar umutsuz, ne kadar çirkin bir yere dönüşebildiğine de tanıklık ediyoruz. “Bütün duyarlı arkadaşlarım göç etmeyi seçmek zorundaydı” diyor yazar başka bir yerde, “Bense dışarıya değil, daha da içeriye göçtüm, pub’lara mesela…”
Ama pub’ların teklifsiz sohbetleri, pabéní’nin alabildiğine doğal akışı da her zaman kurtarmıyor onu. 1970’de basılan romanı Poupata (Tomurcuklar) toplatılıp, nüshalarının bir kısmı ibret-i âlem için yakılıyor, bir kısmı ise bir zamanlar Hrabal’ın da çalıştığı –ve arada, kıyıma gelen kitapları kurtararak, kendine zengin bir kütüphane kurduğu– atık kâğıt tesisine “hamur” olmaya gönderiliyor. Prilis hlucna samota (Gürültülü Yalnızlık) romanının baş karakteri Hanta’nın doğumuna tanıklık ediyoruz bu vesileyle. Artık Çek Komünist Partisi’nin “tasfiye edilecekler” listesine giren Hrabal, otuz beş yılını kâğıt atık tesisinde geçiren Hanta’nın hikâyesinde, düşünen, konuşan ve yazan bir toplumun kelimeleriyle, hiçbir baskı rejiminin, hiçbir silahlı gücün başedemeyeceğini anlatıyor aslında:
“Bir düşüncenin izini bırakabileceği tek yerin insan beyni olduğu günler çok daha güzeldi herhalde” diyor Hrabal’ın küçük adamı Hanta, “düşünceleri yok etmek isteyenlerin insanları yok etmekten başka bir çaresi yoktu o zamanlar. Ama hayır, bu bile yetmez ki... Çünkü düşünceler dışarıdan gelir bize ve tıpkı öğle yemeği için sefertasında taşıdığımız şehriye çorbası gibi bizimle birlikte her bir yere seyahat ederler. Anlayacağınız, bunlar boşuna yakıyorlar kitapları. Söyleyecek sözü olan her kitap da, sessiz bir gülüşle yanıyor zaten…”