Ankara Adliyesi 10. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen 12 Eylül Davası'nda karar 18 Haziran 2014 tarihinde çıktı. Kararda, Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Kenan Evren ile eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya hakkında müebbet hapis cezası verildi. Ayrıca Evren ve Şahinkaya'nın askeri rütbelerin de sökülmesine karar verildi.
Evren ve Şahinkaya'nın 21 Aralık 1979'da dönemin Başbakanı'na verdikleri muhtırayla Anayasa'yı ve TBMM'yi ortadan kaldırmaya ve görevini yapmasını engellemeye teşebbüs suçunu işledikleri, 12 Eylül 1980'de de cebren Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nı tağyir, tebdil veya ilgaya ve bu kanun ile teşekkül eden TBMM'yi ıskat ve cebren men suçunu işledikleri gerekçesiyle eylemlerine uyan 765 sayılı TCK'nın 146/1. maddesi gereğince "ağırlaştırılmış müebbet" hapis cezasına çarptırılmıştı.
Mahkeme, sanıklar hakkında, zincirleme suç maddesinin uygulanmasına yer olmadığına karar vererek, sanıkların duruşmadaki tavır ve hareketleri ile dosya kapsamı ele alınarak, takdiri indirimle bu cezanın "müebbet hapse" çevrildiğini kaydetmişti.
İddianamede, “deliller” şöyle sıralandı:
“İddianame, müşteki beyanları, Mehmet Demir adlı kişinin gönderdiği 1 adet DVD, TBMM Kanunlar ve Kararlar Başkanlığının 29 Kasım 2011, Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğünün 27 Aralık 2011 tarihli yazıları ve ekleri, Kahramanmaraş Eski Belediye Başkanı Ahmet Uncu ve Çorum eski Valisi tanık Rafet Üçelli'nin ifade tutakları, Aksiyon Dergisinin 770. sayısı, 201552 sayılı 1980 tarihli 'Bayrak Harekat Direktifi' başlıklı 21 sayfadan ibaret 'Çok Gizli' ibareli belge, Adana Cumhuriyet Başsavcılığınca Kenan Evren hakkında Cumhuriyet Savcısı Sacit Kayasu tarafından hazırlanan iddianame, sanıkların avukatlarınca verilen savunma dilekçesi, TBMM Genel Sekreterliği Kanunlar ve Kararlar Dairesi Başkanlığı Kanunlar ve Kararlar Müdürlüğünün 10 Haziran 2011 tarihli 64982 sayılı ekinde 5 Haziran 1977'de yapılan milletvekili genel seçimlerinde Millet Meclisi 5. Dönem üyeliğine seçilen milletvekillerine ilişkin listenin bulunduğu yazı, Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğünün temin etmiş olduğu 12 Eylül 1980 Askeri darbesi ile ilgili gazeteci yazar Mehmet Ali Birand tarafından hazırlanan 12 Eylül Belgeselinin bulunduğu 4 adet DVD, Şahinkaya'nın ifade tutanağı ve ifadeye ilişkin 2 adet mini DVD kaset ve 2 adet DVD, Başbakanlık Personel ve Prensipler Genel Müdürlüğünün 1 Haziran 2011 tarihli ve 5897 sayılı ekinde 13 Kasım 1979'da göreve başlayan Bakanlar Kurulu listesi ile kabinedeki değişikliklerin yer aldığı Resmi Gazete nüshalarının ilgili bölümleri, Kenan Evren'in ifade tutanağı ve ifadenin kaydına ilişkin 1 adet DVD, 12 Eylül 1980 tarihli 17103 mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 12 Eylül Askeri darbesiyle ilgili bildirilere ilişkin Resmi Gazete çıktısı (Ülke yönetimine el konulduğuna ilişkin ilk bildiri olan 1 numaralı bildiri ile 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9 numaralı bildiriler ve Kenan Evren'in basına açıklamasına ilişkin belge), 16 Ekim 1981 tarihli 17486 mükerrer sayılı, 28 Ekim 1980 tarihli 17145 sayılı, 12 Aralık 1980 tarihli 17188 mükerrer sayılı, 5 Haziran 1981 tarihli 17361 sayılı Resmi Gazetelerde yer alan 2533 sayılı, 2324 sayılı, 2325 sayılı, 2356 sayılı kanunlar, Milli Güvenlik Konseyinin 52 sayılı kararı, Türkiye İnsan Hakları Vakfı tarafından yayınlanan “İşkence Dosyası Gözaltında ya da Cezaevinde Ölenler” isimli kitap, sabıka ve nüfus kayıtları ve tüm dosya kapsamı.”
12 Eylül askeri darbesi ile ilgili, dönemin Genelkurmay Başkanı, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile Emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya hakkında hazırlanan iddianamede, “Güvenlik ve kamu düzeni, devletin bekası tabii ki önemli ve vazgeçilmez hususlardır. Yanlış olan, bunlar yönünden bir tehlike yokken bilerek ya da bilmeyerek sanal bir tehlike paranoyası içerisinde özgürlükleri kısıtlamak ve ortadan kaldırmaktır” denildi.
İddianamede, soruşturmanın, 12 Eylül 2010'da yapılan referandumla Anayasanın geçici 15. maddesinin kaldırılmasının ardından, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına ve Türkiye'nin değişik yerlerindeki Cumhuriyet Başsavcılıklarına verilen şikayet dilekçeleri üzerine başlatıldığı belirtildi.
Müştekilerin, 12 Eylül askeri darbesi ve bu dönemde maruz kaldıklarını belirtikleri işkence iddialarıyla ilgili suç duyurusunda bulunduğu ifade edilen iddianamede, şüpheliler Ahmet Kenan Evren, Ali Tahsin Şahinkaya, Nejat Tümer, Sedat Celasun ve Nurettin Ersin hakkındaki Anayasayı ihlal (askeri darbe) suçundan yürütülen soruşturmanın tefrik edildiği, iddianamenin de tefrik edilen soruşturma sonucunda hazırlandığı ifade edildi.
Tartışılan bir takım eksiklikleri olmasına rağmen demokrasinin, en iyi yönetim biçimi olarak kabul edildiği belirtilen iddianamede, demokrasinin kısa tarihi anlatılarak, “Demokrasi bugün itibariyle geldiği noktada bütün kıtalara, insanlığın var olduğu her yere göreceli olarak yayılmıştır. Demokratik olmayan baskıcı rejimler birer birer yıkılarak demokrasi adına adımlar atılmaktadır. Bu durum, çoğunlukla halkın baskıları ve ayaklanmaları sonucunda yönetimleri zorlamasıyla ortaya çıkmaktadır” denildi.
Demokrasinin ve çoğulcu demokrasinin tartışıldığı iddianamede, “çoğulcu ve çoğunlukçu” demokrasi anlayışı açısından bir değerlendirme yapıldığında, 1924 Anayasasının çoğunlukçu demokrasiyi, 1961 ve 1982 Anayasalarının ise çoğulcu demokrasi anlayışını hakim kılmak istediğinin anlaşıldığı kaydedildi.
1924 Anayasasında kanunların Anayasaya aykırılığının denetimsiz bırakıldığı, azınlık haklarının güvencesiz kaldığı savunulan iddianamede, 1961 ve 1982 Anayasalarında kanunların anayasaya aykırılığının denetiminin, Anayasa Mahkemesine verildiği, bu şekilde azınlığın haklarının güvence altına alındığı ifade edildi.
İddianamede, 1924 Anayasası demokratik sistemi benimsemiş olmasına ve Anayasadaki “Egemenlik kayıtsız Milletindir. Türk Milletini ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi temsil eder ve Millet adına egemenlik hakkını yalnız O kullanır” şeklindeki düzenlemeye rağmen Türkiye'de çok partili seçimlerin ilk kez 1946 yılında yapılabildiği anlatıldı.
1961 Anayasası ile getirilen sistemde, çoğulcu demokrasi rejiminin benimsenmiş olmasına rağmen, siyaset kurumu ve siyasetçiye güvensizlik ortaya koyan ve çoğunluk iktidarını bazı bürokratik mekanizmalarla denetlemeyi ve sınırlamayı amaçlayan vesayetçi düzenlemelerin bulunduğu ileri sürülen iddianamede, bunlardan birisinin, 1960 askeri darbesini gerçekleştiren Milli Birlik Komitesinin 13 Aralık 1960'taki başkan ve üyelerinin (23 kişi) ömür boyu, Cumhuriyet Senatosunun doğal üyesi seçilmesi olduğu kaydedildi.
1961 Anayasasının, bir askeri müdahale ürünü oluşu nedeniyle askeri otoritenin, sivil otorite karşısındaki konumunu güçlendirecek düzenlemeler getirdiği savunulan iddianamede, bunlardan en önemlisinin, 1924 Anayasasında bulunmayan Milli Güvenlik Kurulunun, bir Anayasal organ olarak kurulması olduğu savunuldu.
1961 Anayasasında, askeri bürokrasinin, sivil otorite karşısındaki durumunu güçlendiren bir başka düzenlemesinin de 1924 Anayasası döneminde Milli Savunma Bakanlığına karşı sorumlu olan Genelkurmay Başkanının, Başbakana karşı sorumlu kılınması olduğu ileri sürülen iddianamede, “Bu dönemde seçilen üç Cumhurbaşkanının (Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk) siyaset dışı ve asker kökenli oluşu tamamen bir tesadüf eseri olarak değerlendirilemez. Bunlar, askeri bürokrasinin siyaset üzerinde ne kadar etkili olduğunun bir göstergesidir” denildi.
İddianamede, “Yakın tarihimizde sivil otorite karşısında konumunu güçlendiren askeri bürokrasi ve askeri bürokrasiyle koalisyon yapan elitler, yönetim konusunda halkın doğru karar veremeyeceğini, doğru kararı onlar adına ancak kendilerinin verebilecekleri iddiasıyla, demokrasi adına ilan edilen meşrutiyetten günümüze kadar halkı yönetime ortak etmeme düşüncesini kararlılıkla devam ettirmişlerdir. Bu şekilde 'halka rağmen halk için demokrasi' düşüncesi egemen kılınmıştır” ifadesi kullanıldı.
1961 ve 1982 Anayasasında, egemenlik hakkının millete ve onun temsilcisi olan TBMM'ye tek başına verilmediği, seçimle işbaşına gelmemiş kişi ve kurumlara egemenliğin paylaştırıldığı savunulan iddianamede, her iki Anayasa da da egemenliğin, Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanılacağı ibaresinin bulunduğuna dikkat çekildi.
Bu durumun, mevcut sistemde tam demokrasinin halen içselleştirilemediğinin, gücünü milletten almayan, seçimle işbaşına gelmemiş bürokrasinin bir şekilde ipleri elinde tutmak istediğinin göstergesi olduğu iddia edilen iddianamede, şunlar kaydedildi:
“Bu kesimler şeklen demokrat görünmekle birlikte, işler kendilerinin veya ideolojisine hizmet etmiş oldukları güç odaklarının istediği gibi gitmediği takdirde demokratik yönetime müdahale yollarını aramaya başlarlar. Bunun içinde sürekli sistemde kendilerine bu imkanı sağlayacak boşluklar bulunmasını arzu ederler. İstedikleri ortama demokrasi dışı yollarla ulaşmak gerekiyorsa derhal o oluşum ve çalışmaların yanında yer alırlar.
Demokrasi tarihimize bakıldığında, devletin kutsal ve dokunulmaz kabul edildiği tarihi geleneğimiz içerisinde devlet toplumdan soyutlanarak, adeta sanal varlık olarak görülüp güvenlik, kamu düzeni gibi gerekçeler ileri sürülüp özgürlüklerin ve hakların heba edildiği anlayışlar dayatılmaya devam edilegelmiştir. Güvenlik ve kamu düzeni, devletin bekası tabii ki önemli ve vazgeçilmez hususlardır. Yanlış olan, bunlar yönünden bir tehlike yokken bilerek ya da bilmeyerek sanal bir tehlike paranoyası içerisinde özgürlükleri kısıtlamak ve ortadan kaldırmaktır.”
Demokratik bir devlet anlayışında olması gereken “Devlet toplum içindir” özdeyişinin tersine çevrilerek “Toplum devlet içindir” anlayışının hakim kılındığı savunulan iddianamede, “Bireylerin özgürlükleri, en temel ve vazgeçilmez hakları sanal ve dokunulmaz bir devlet anlayışına feda edilmiştir. Oysa toplumunun ve bunu oluşturan bireylerin mutluluğunu sağlayamayan devlet ne kadar güçlü olursa olsun, güvenliği ne kadar yüksek olursa olsun yıkılmaya, değişmeye mahkum devletlerdir” ifadesi kullanıldı.
İddianamede, Türkiye'de, son yıllarda Avrupa Birliği ile bütünleşme çabaları yolunda, kişi özgürlüğü ve hakları ile ilgili atılan adımlar ve yapılan yasal düzenlemelerle sürecin, demokrasinin lehine değişmeye başladığı kaydedildi.
İdeal bir demokratik rejimde, kendi çıkarlarının ne olduğuna karar veremeyecek olan istisnai yetişkinler ile çocuklar dışındaki diğer yetişkinlerin yönetim konusunda, neyin iyi ve çıkarlarına uygun olduğuna kendilerinin karar vermesi gerektiği ifade edilen iddianamede, “Bir kişiye ya da zümreye süresiz ve sınırsız yönetme yetkisi verilemez. Ya da bu sonucu doğuracak yasal düzenlemeler yapılmamalıdır” denildi.
12 Eylül askeri darbesine ilişkin olarak Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya hakkında hazırlanan iddianamede, 1 Mayıs 1977'de Taksim'de yaşanan olay, 16 Mart katliamı, bazı kişilere gönderilen bombalı paketler, Sivas, Kahramanmaraş ve Çorum'daki olaylar, Fatsa operasyonu, Abdi İpekçi suikastı, MSP'nin 6 Eylül 1980'de Konya'da düzenlediği Kudüs mitingi gibi olayların, ülkeyi kaosa sürükleyerek, askeri darbeye zemin hazırlamak isteyen güçler tarafından çıkarıldığının anlaşıldığı savunuldu.
12 Eylül askeri darbesine ilişkin iddianamede, “12 Eylül 1980 Askeri Darbesi Öncesi Meydana Gelen Önemli Terör Olayları” başlığı altında, birçok olay irdelendi.
İddianamede, 1970'li yıllarda, toplumda güçlü ideolojik akımların yaygın olarak boy gösterdiği ifade edilerek, toplumda yasal olarak örgütlenen sivil toplum kuruluşlarının, ekonomik ve sosyal amaçlardan çok, siyasi ve ideolojik amaçlarını ön plana çıkardıkları, özellikle bireylere eşit hizmet sunması gereken devlet memurları arasındaki siyasal ve ideolojik örgütlenmelerin, toplumun kamplara bölünmesine yol açtığı belirtildi.
Bu anlamda, öğretmenler ve polisler arasındaki örgütlenmelerin toplumda büyük huzursuzluk oluşturduğuna dikkat çekilen iddianamede, şunlar kaydedildi:
“Sağcı polisler POL-BİR, solcu polisler POL-DER adı altında, sağcı öğretmenler ÜLKÜ-BİR, solcu öğretmenler TÖB-DER çatısı altında örgütlenmişti. Diğer meslek gruplarında da benzeri karşıt görüşlü örgütlenmeler oluşturulmuştu. Toplumdaki bu ideolojik bölünmelere ek olarak, ülkede yaşanan kronikleşmiş ekonomik krizin etkisiyle yoksulluk had safhaya ulaşmış, ülke borçlarını ödeyemediğinden iflasın eşiğine gelmişti. Ülkede kaos ve kargaşa oluşturarak, darbeye zemin oluşturmak isteyen güçler, bu ekonomik ve sosyal istikrarsızlığı kaçırılmaz bir fırsat olarak değerlendirerek tertipledikleri terör olaylarıyla ülkeyi adım adım askeri darbeye sürüklemişlerdir.
12 Eylül askeri darbesi öncesi ülkede yaşanan terör olaylarında, halkı kışkırtmak ve karşı karşıya getirmek için çoğunlukla aynı argümanların kullanılması, olaylarda herkes tarafından görülen asıl faillerin olaylardan sonra bir türlü yakalanamaması, yakalanarak yargılananların ise birbirlerine karşı kışkırtılarak çatışmaya sürüklenen kişiler olması, olaylara ya hiç müdahale etmeyen ya da geç müdahale eden güçlerin tutum ve davranışları, bazı olaylarda bizzat güvenlik güçlerinin kullanılması hususları gözetildiğinde, olayların, ülke yönetiminin askeri otoritenin eline geçmesini isteyen güçler tarafından çıkarıldığı, şüphelilerin denetiminde bulunan askeri yönetiminse, ülkenin kaosa sürüklenerek darbe şartlarının oluşmasını bekledikleri sonucuna varılmaktadır.”
Türkiye'nin 12 Eylül'e götürüldüğü süreçte yaşanan, toplumu en çok etkileyen ve askeri darbede gerekçe olarak kullanılan terör olayları irdelenen iddianamede, bu olaylar ele alınırken, Ali Kuzu'nun “12 Eylül İhtilali ve Onların Çocukları”, Mehmet Ali Birand, Hikmet Bila ve Rıdvan Akar'ın “12 Eylül Türkiye'nin Miladı”, Muslih İpekliler'in “Anılarda 12 Eylül”, Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın “İşkence Dosyası, Gözaltında ya da Cezaevinde Ölenler”, Murat Belge'nin “12 Yıl Sonra 12 Eylül”, Yaşar Okuyan'ın “12 Eylül'den Anılar, Mektuplar ve Belgeler, O Yıllar”, Ahmet Ulu'nun “Mamak'ta 30 Gün” adlı kitaplarından alıntılar yapıldı.
12 Eylül öncesinde, 34 kişinin ölümüyle sonuçlanan 1 Mayıs 1977 olayına yer verilen iddianamede, olayın oluş şekli, görgü tanıklarının anlatımları, ateş edenlerin birçok kişi tarafından görülmesine rağmen gerçek suçluların hiçbirisinin yakalanamaması gözetildiğinde, olayın toplumu kaosa ve iç çatışmaya sürüklemek, nihai hedef olarak ise askeri darbeye zemin hazırlamak amacıyla devlet içinde yönetimi ele geçirmek isteyenlerin yönlendirmesi ve kurgulamasıyla çıkarılmış bir provokasyon olduğu kaydedildi.
İddianamede, 6 Nisan 1978'de Ankara Emek Postanesi'nden evine gönderilen bombanın patlaması sonucu Adalet Partili Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu ile gelini ve torununun öldürüldüğü, Fendoğlu'nun solcularca öldürüldüğü düşüncesiyle halkın ayaklanarak, Aleviler ile solculara karşı saldırılar gerçekleştirildiği, aynı tarihte, aynı postaneden Adıyaman Emniyet Müdür Muavini Abdülkadir Aksu'ya da bombalı paket gönderildiği, alıcıya ulaşmadığı gerekçesiyle iade edilen bombanın, uzman ekiplerce imha edildiği anlatılan iddianamede, 7 Nisan 1978'de de Çankaya Postanesi'nden Kahramanmaraş'ın Pazarcık ilçesinin CHP'li İlçe Başkanı ve milletvekili adayı Memiş Özdal'a paket içerisinde bomba yollandığı, Özdal'ın şüphelendiği paketi geri gönderdiği, bomba nedeniyle postanedeki bir memurun hayatını kaybettiği hatırlatıldı.
İddianamede, “3 adet bombanın, aynı ilden bir gün arayla farklı siyasi görüşteki kişilere gönderilmesinin, olayın toplumda kaos oluşturmak ve darbeye zemin hazırlamak isteyen gizli güçler tarafından tertiplendiğini gösterdiği” savunuldu.
16 Mart 1978'de İstanbul Üniversitesinden çıkan sol görüşlü öğrencilere açılan ateş ve atılan bomba sonucu 7 öğrencinin öldüğü, 50'den fazla kişinin yaralandığı hatırlatılan iddianamede, olaydan uzun süre sonra bombayı atan Zülküf İsot'un, katliamı ailesine itiraf ettiği, İsot'un, itiraftan kısa süre sonra kendisi gibi ülkücü olan Latif Aktı tarafından öldürüldüğü belirtildi.
İddianamede, bu olayla ilgili, “Olayda, suçlunun takibine amirleri tarafından müdahale edildiğini belirten görevli polisin beyanları, yıllar sonra ortaya çıkan ve yargılanıp ceza alan fail Zülküf İsot'un eylemi polisin kendisine yaptırdığını belirten beyanları, olayın oluşu, o tarihlerde POL-DER ve POL-BİR olarak bölünmüş olan polis içerisindeki görevlilerin de kullanılmasıyla toplumda kaos oluşturmak ve yönetimi ele geçirmek isteyen güçler tarafından çıkarıldığı anlaşılmaktadır” görüşüne yer verildi.
İddianamede, 1978'te Sivas'ta Alevi ve Sünniler arasında meydana gelen olaylara yer verilerek, dönemin Devlet Bakanı Enver Akova'nın, “Sivas halkının olaylara karışmadığı ve aşırı uçların silah aldıkları kaynakların aynı olduğu” yönünde beyanda bulunduğuna dikkat çekildi.
Bazı güvenlik güçlerinin, Sivas'a dışarıdan toplulukların getirildiğine ilişkin ifadeleri vurgulanan iddianamede, Sivas'ın, Alevi ve Sünni vatandaşların birlikte yaşaması nedeniyle provokatif eylemler için uygun olması, olayda Malatya, Maraş ve Çorum olaylarındakine benzer şekilde Sünnileri Aleviler aleyhine kışkırtmaya yönelik sloganların atılması gözetildiğinde, “olayın ülkeyi kaosa sürükleyerek, askeri darbeye zemin hazırlamak isteyen güçler tarafından çıkarıldığının anlaşıldığı” kaydedildi.
Kahramanmaraş'ta 19-26 Aralık 1978 arasında meydana gelen olayların, 12 Eylül sürecine giden yolda önemli dönüm noktalarından biri olduğu belirtilen iddianamede, “Kahramanmaraş olayları, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin nedenlerinden biri olarak görülmektedir” ifadesi kullanıldı.
Olayların ardından 26 Aralık 1978'de 13 ilde sıkıyönetim ilan edildiği bildirilen iddianamede, “olayın, toplumda kaos oluşturmak ve askeri darbeye zemin hazırlamak isteyen güçler tarafından çıkarıldığı, etkin güvenlik kuvvetlerince de müdahale edilmediği kanaatine varıldığı” görüşü yer aldı.
Milliyet gazetesi Başyazarı Abdi İpekçi'nin, 1 Şubat 1979'da Mehmet Ali Ağca tarafından öldürüldüğü anımsatılan iddianamede, “Ağca'nın, kendisine eylemi yaptıranları açıklayacağına dair açıklamasından sonra Maltepe Askeri Cezaevi'nden asker elbisesi giydirilerek kaçırılmasının, ülkenin kaos ve çatışmaya sürüklenerek yönetilemez hale getirilmesini isteyen güçler tarafından planlandığını gösterdiği” kaydedildi.
Çorum'da 1980'de meydana gelen olaylarda bir kez daha Alevi ve Sünnilerin karşı karşıya getirildiği ifade edilen iddianamede, olaylarıyla ilgili şu değerlendirmede bulunuldu:
“Çorum olaylarında da yine Kahramanmaraş ve Malatya olaylarındaki gibi 'Cami bombalandı' , 'Sular zehirlendi' gibi söylentilerle Alevi ve Sünni halk kitlelerinin karşı karşıya getirilmesi, olaya müdahale için gelen Amasya Tugay Komutanı'nın olaylar yatışmadan birliklerini geri çekmesi, olayı bizzat yaşayan Adnan Baran'ın polis ve askerin olaylara müdahale etmediği, kendisiyle birlikte firari sanıkların kentte rahatça gezmelerine izin verildiği, bazı subayların sağ ve sol gruplara silah ve patlayıcı verdikleri, Alaaddin Camisi'ne bomba atıldığına ilişkin yalan haberin asılsız olduğunu camide anlatmaya çalışan Kazım Aras isimli şahsın gerçeğin ortaya çıkmasını istemeyen kişilerce sopa darbeleriyle etkisiz hale getirildiğine dair beyanları birlikte değerlendirildiğinde, olayın ülkede kaos çıkararak yapılacak darbeye zemin hazırlamak isteyenler tarafından çıkarıldığı anlaşılmaktadır.”
Ordu'nun Fatsa ilçesinde, 14 Ekim'de 1979 ara seçimlerinde, “arkasında Devrimci Yol Örgütü'nün desteği olan, Terzi Fikri adıyla üne kavuşan Fikri Sönmez'in” belediye başkanı seçildiği hatırlatılan iddianamede, Fatsa'da bu tarihten sonraki gelişmeler özetlendi.
Bu gelişmelerin ardından Fatsa'ya 8 Temmuz 1980'de Samsun'dan gelen askeri birliklerle operasyon düzenlendiği belirtilen iddianamede, operasyon emrini dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'in verdiği, direnişle karşılaşmayan operasyonlar sonucunda Sönmez ile birlikte 300 kişinin gözaltına alındığı anlatıldı.
İddianamede, şunlar kaydedildi:
“Devlet içerisinde küçük bir devlet gibi örgütlenen Ordu'nun Fatsa ilçesine, Genelkurmay Başkanı şüpheli Kenan Evren'in emriyle müdahale edilmişti. O tarihte sıkıyönetim ilan edilen iller arasında Ordu yoktu. Dolayısıyla TSK, sıkıyönetim kurulmamış bir bölgedeki olaylara müdahalede bulundu. Oysa şüpheli Kenan Evren, Kahramanmaraş olaylarına asker olarak neden müdahale edilmediği sorulduğunda, sıkıyönetim ilan edilmediği için yetkilerinin olmadığını belirtmiştir. Esasen her gün onlarca insanımızın terör olaylarından öldüğü bir ortamda, başbakan, hükümet ve diğer siyasi parti liderlerine doğrudan, Cumhurbaşkanına ise doğrudan olmasa bile dolaylı olarak müdahalede bulunabileceğine ilişkin uyarı mektubu verebilecek kadar kendisini güçlü gören askeri yönetimin, terör olaylarına müdahale ederek suçluları adli merciler önüne çıkarması, toplum ve siyasi iktidar tarafından ancak takdir edilebilirdi. Fatsa operasyonu bu yönüyle dikkate değerdir.”
Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün görev süresinin 6 Nisan 1980'de dolmasının ardından Cumhurbaşkanı seçimine yönelik çalışmalara yer verilen iddianamede, “dönemin TSK komuta kademesinin, yapmış olduğu darbe planının akamete uğramaması için Cumhurbaşkanının seçilmesini istemediği, siyasi istikrarsızlığı darbe yapmak için bir fırsat olarak gördüğü, asıl amacın her halükarda darbe yapmak olduğu” ileri sürüldü.
12 Eylül askeri darbesine giden süreçteki önemli olayların birinin, MSP'nin 6 Eylül 1980'de Konya'da düzenlediği Kudüs mitingi olduğu ifade edilen iddianamede, darbenin bir diğer işaretininden de Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'in 30 Ağustos Zafer Bayramı nedeniyle verdiği mesajlar olduğu savunuldu.
Evren'in, TSK'ya verdiği mesajda, “Aziz arkadaşlarım. Sizler de bu olayları görüp duydukça eminim ki en az benim kadar üzüntü duymaktasınız. Ancak şuna inanız ki bu satılmış zavallılar bir avuç azınlıktır” , “Siz onların hepsini bir anda yok edecek güçtesiniz. Asıl, sessizliğimizi ve sabrınızı güçlerinin kanıtıymış gibi göstermek isteyenler, nasıl yanıldıklarını bir zaman gelecek acı şekilde göreceklerdir” gibi ifadeler kullandığına dikkat çekilen iddianamede, bu olay şöyle değerlendirildi:
“Bu olayda, İstiklal Marşı sırasında ayağa kalkmayan kişilerin, mitingi düzenleyen MSP'nin Genel Başkanı olan Erbakan'ın komutuyla söylettiği İstiklal Marşı sırasında ayağa kalkmamaları, olaydan sonra hem Erbakan hem de Belediye Başkanı Mehmet Keçeciler tarafından yapılan şikayetlerden bir sonuç alınmaması ve bu kişilerin irtica görüntüleri veren abartılı kıyafetleri dikkate alındığında MSP'li olmadığı, benzer provokatif eylemler için hazırlanmış, yapılacak darbede gerekçe kullanılacak kişiler olduğu sonucuna varılmaktadır.”
Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesinin, 12 Eylül askeri darbesine ilişkin dönemin Genelkurmay Başkanı, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya hakkında hazırladığı iddianamede, darbeyle TBMM'ye, Cumhuriyet Senatosuna ve cumhurbaşkanına ait yetkilere cebren el konulduğu ifade edildi.
İddianamede, 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde, Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel'in hükümet kurduğu dönemlere de yer verilerek, o günlerin Türkiye'sinin, ekonomik çöküntü içerisinde olduğu, terör olaylarının günden güne tırmandığı kaydedildi.
Askeri müdahale fikrinin 1979 Temmuz ayında ordunun üst kademelerince konuşulmaya başlandığı, Kenan Evren'in kuvvet komutanlarıyla görüşmeler yaptığı anlatılan iddianamede, Evren'in yaptığı görüşmelerde Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Haydar Saltık'tan bir çalışma grubu kurmasını istediği ifade edildi.
İddianamede, 21 Aralık 1979'da, Kenan Evren'in kuvvet komutanları, Harp Akademileri komutanı, ordu ve kolordu komutanlarının katılımlarıyla toplantılar yaptığı, 26 Aralık 1979'da hükümetteki parti liderleriyle, diğer siyasi parti liderlerine “uyarı mektubu” verilmesinin kararlaştırıldığı ifade edildi.
Kenan Evren'in, 27 Aralık 1979'da, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin'in, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülend Ulusu'nun, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya'nın ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun'un imzalarını taşıyan, Türk Silahlı Kuvvetlerinin görüşünü içeren bir “uyarı mektubunu”, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e verdiği belirtilen iddianamede, Korutürk'ün de 2 Ocak 1980'de Başbakan ve Adalet Partisi (AP) Genel Başkanı Süleyman Demirel ile CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit'i, Çankaya Köşküne davet ederek, bu mektubun örneğini iki lidere verdiği kaydedildi.
Cumhurbaşkanı Korutürk'e verilen “Türk Silahlı Kuvvetlerinin Görüşü” başlıklı uyarı mektubunun da yer aldığı iddianamede, “Türk Silahlı Kuvvetleri ve onun komuta kademesinin, içerisinde bağlı oldukları başbakanın da bulunduğu siyasi parti liderlerine göndermiş olduğu mektupta, 'Türk Silahlı Kuvvetleri;... uzlaşmaz tutumlarını sürdüren siyasi partileri uyarmaya karar vermiştir' ifadesini kullanması, cumhuriyet tarihimiz boyunca askeri darbe gerekçesi olarak kullanılan İç Hizmet Kanunu'nu da hatırlatarak uyarması demokratik rejim açısından tehdittir” denildi.
Askeri darbe planı hazırlıklarını tamamlayan Orgeneral Saltık'ın 4 Haziran 1980'de Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'e sunduğu “Bayrak Harekatı” adı verilen planın Evren tarafından incelendiği anlatılan iddianamede, 1 Temmuz 1980'de komuta kademesince yapılan toplantıda darbe günü olarak 11 veya 12 Temmuz'un belirlendiği, ancak darbenin bu tarihte gerçekleştirilemediği ifade edildi.
Askeri şuranın Ağustos 1980'de yapıldığı, burada askeri darbenin komuta kademesinin belirlendiği anlatılan iddianamede, komuta kademesince 26 Ağustos 1980'de gerçekleştirilen toplantıda harekatla ilgili son kontrollerin yapıldığı, ikinci kez harekat zamanı olarak 12 Eylül'ün belirlendiği kaydedildi.
Askeri Harekatın tarih ve saatinin, planda “G” günü, “S” saati olarak kodlandığına yer verilen iddianamede, 5 Eylül 1980'de Genelkurmay Başkanlığından çıkan kuryelerin, harekatın “12 Eylül-saat 04.00”te yapılacağını belirten emrin bulunduğu zarflarla Türkiye'nin dört bir yanına hareket ettiği belirtildi.
İddianamede, 12 Eylül 1980'de saat 03.59'da TRT'de, Genelkurmay ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Kenan Evren imzasıyla yayınlanan Milli Güvenlik Konseyi'nin bir numaralı bildirisine yer verilerek, bildiride, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin emir-komuta zinciri içerisinde ülke yönetimine el koyduğu, parlamento ve hükümeti feshederek sıkı yönetim ilan ettiği, yurt dışına çıkışları yasakladığının yer aldığı kaydedildi.
İddianamede, Türk Silahlı Kuvvetlerinin yayımladığı “4 numaralı” bildiride, Milli Güvenlik Konseyinin, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun'dan oluştuğu ve Milli Güvenlik Konseyi sekreterliğine Orgeneral Haydar Saltık'ın atandığının belirtildiği aktarıldı.
İddianamede, 2324 Sayılı Anayasa Düzeni Hakkında Kanunun 2. maddesinde yapılan “Anayasada Türkiye Büyük Millet Meclisine, Millet Meclisine ve Cumhuriyet Senatosuna ait olduğu belirtilmiş bulunan görev ve yetkiler 12 Eylül 1980 tarihinden itibaren geçici olarak Milli Güvenlik Konseyince ve Cumhurbaşkanına ait olduğu belirtilmiş bulunan görev ve yetkiler de Milli Güvenlik Konseyi Başkanı ve Devlet Başkanınca yerine getirilir ve kullanılır” düzenlemesiyle, TBMM'ye, Cumhuriyet Senatosuna ve cumhurbaşkanına ait yetkilere cebren el konulduğu savunuldu.
12 Eylül askeri yönetimince ülkenin tamamının denetim ve kontrol altına alındığı, siyasi partilerin faaliyetlerinin yasaklandığı, 16 Ekim 1981 tarihinde çıkarılan 2533 sayılı Kanunla başta Atatürk'ün kurduğu CHP olmak üzere bütün partilerin kapatılarak siyasi partiler ve yan kuruluşlarının bütün mallarının hazineye devredildiği anlatılan iddianamede, 11 Eylül 1980'de parlamento üyesi bulunan siyasi parti mensupları ile her kademedeki siyasi parti yönetici ve mensuplarının, sözlü veya yazılı beyanda bulunmalarının, makale yazmalarının, toplantı yapmalarının, sıkıyönetim komutanlıklarının koyduğu yasakları ve aldığı kararları herhangi bir şekilde tartışılmasının yasaklandığı belirtildi.
Askeri darbeden sonra Türkiye'nin 13 sıkıyönetim bölgesine ayrıldığına yer verilen iddianamede, basına uygulanan sansüre ilişkin, dönemin gazetecilerinden Nadir Nadi'nin ifadelerine ve 14 Eylül 1980'de TRT'ye gönderilen emirlere yer verildi.
Toplum üzerinde kurulan baskı ve yayın yasaklarıyla düşünce hürriyetinin tamamen ortadan kaldırıldığı ifade edilen iddianamede, şu bilgilere yer verildi:
“Bu dönemde 1402 sayılı sıkıyönetim kanuna dayanılarak hiçbir yargı kararı olmadan 30 bin memurun görevine son verildi. 7233 memur bölgelerinin dışına gönderildi. 300 bin kişiye sakıncalı oldukları gerekçesiyle pasaport verilmedi. Pasaport verilmeyenler içerisinde Türk Halk Müziği sanatçısı Ruhi Su da vardı. Kanser hastalığına yakalanan Ruhi Su pasaport verilmediği için tedavi olamadı ve yaşamını yitirdi. 12 Eylül yönetimi tarafından yurt dışına kaçan 14 bin kişi vatan haini oldukları gerekçesiyle vatandaşlıktan çıkarıldı.”
12 Eylül askeri darbesine ilişkin olarak hazırlanan iddianamede, 12 Eylül Döneminin 2. Ordu Komutanı Bedrettin Demirel'in 1987'de verdiği bir mülakattaki, “12 Eylül'ün geç yapıldığına inanıyorum. Arkadaşlarımın çoğu 'Tam olgunlaşsın, millet tarafından tasvip edilsin' dediler. Bana kalsaydı en az bir yıl önceden yapardım” sözleri aktarılarak, “Bu sözlerden, şüphelilerin darbe yapmaya yaklaşık bir yıl önceden karar verdikleri, yapılacak askeri darbenin halkın gözünde meşru görülebilmesi için terör ve anarşi olaylarının üzerine bilerek gitmedikleri, şüphelilerin darbe yapmak için bir yıl şartların olgunlaşmasını bekledikleri, darbe için fırsat kolladıkları anlaşılmaktadır” denildi.
İddianamede, “askeri darbe yönetimince gözaltında ve cezaevlerinde uygulanan işkencelere ilişkin olarak işkence mağdurlarının beyanlarına” yer verildi.
Buna dair başlık altında, bazı kişilerin, konuyla ilgili olarak basın-yayın organlarına verdiği demeçlerden alıntılar yapıldı, bazı kişilerin ise soruşturma sürecinde savcılığa müşteki olarak verdiği ifadeler aktarıldı.
Bu kişiler arasında, eski BBP Genel Başkanı merhum Muhsin Yazıcıoğlu ile Nimet Tanrıkulu, Namık Kemal Zeybek, İbrahim Ünal, Yaşar Yıldırım, Celalettin Can, 12 Eylül döneminde idam edilen Erdal Eren'in amcasının oğlu Gökhan Eren, Yaşar Okuyan, Emek Partisi Genel Yönetim Kurulu Üyesi Mustafa Yalçıner, eski Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcısı Mahir Kadir Damatlar, Oğuzhan Müftüoğlu, Yılma Durak, İbrahim Ünal, Selim Dindar, Orhan Miroğlu, Abdurrahman Yücel, Mustafa Kahya, Yılmaz Kızılırmak, Yener Turan, Reşat Keskin, Metin Terzi, Cumhur Yavuz ve Osman Başer yer aldı.
12 Eylül Döneminin 2. Ordu Komutanı Bedrettin Demirel'in, 5 Temmuz 1987'de Milliyet Gazetesinden Yener Süsoy'a verdiği mülakattaki, “12 Eylül'ün geç yapıldığına inanıyorum. Arkadaşlarımın çoğu 'Tam olgunlaşsın, millet tarafından tasvip edilsin' dediler. Bana kalsaydı en az bir yıl önceden yapardım. Bir yıl çok kan aktı” sözlerine dikkat çekilerek, “Bu sözlerden, şüphelilerin darbe yapmaya yaklaşık bir yıl önceden karar verdikleri, yapılacak askeri darbenin halkın gözünde meşru görülebilmesi için terör ve anarşi olaylarının üzerine bilerek gitmedikleri, şüphelilerin darbe yapmak için bir yıl şartların olgunlaşmasını bekledikleri, darbe için fırsat kolladıkları anlaşılmaktadır” denildi.
İddianamede, “12 Eylül askeri darbesinin baş sorumlusu şüpheli Kenan Evren”in 1 Mart 2006'da Kanal D'deki Genç Bakış programındaki şu sözlerine de bir kitaptan alıntılanarak, yer verildi:
“Yahu sorsanıza... İşkenceyi sorsanıza. Asıl bunları sormanız lazım. Evet itiraf ediyorum. Hapishanelerde işkencelere engel olamadık. Birçok insan bu yüzden sakat kaldı, öldü. O kadar rica ettik. Yapmayın filan diye. Ama bizi dinlemediler. O gardiyanlar yok mu; ah o gardiyanlar... Onlar yapıyorlardı. Çünkü 12 Eylül'den önce seslerini çıkaramıyorlardı. Mahkumlar hep onları dövüyorlardı. 12 Eylül olunca başlarına teğmenler falan diktik. Fırsat ellerine geçince gardiyanlar da ne yapsınlar? İşkence yaptılar. Fena muamelede bulundular. Çok rica ettik, yapmayın falan dediysek de maalesef dinletemedik, bu müessif olaylar oldu.”
12 Eylül askeri darbe dönemindeki gözaltı merkezleri ve cezaevlerinde uygulanan işkence yöntemlerinin tek tek sıralandığı iddianamede, darbeyle birlikte gözaltı işlemlerinde delil elde etme yöntemi olarak ifade, istenilen ifadeyi vermeyenler için ise işkencenin tek yöntem olarak benimsendiği belirtildi.
Gözaltına alınan ya da yakalanan kişiler sağ görüşlüyseler sol görüşlü polis ve askerlerden oluşturulan işkence ekipleri, sol görüşlüyseler sağ görüşlü polis ve askerden oluşturulan işkenceci ekipler tarafından sorgulara tabi tutuldukları aktarılan iddianamede, gözaltında ve cezaevinde keyfi ve sistematik işkencenin olduğu, cezaevlerinde “eğitim” adı altında bir kısım hareketler ve marşların mahkumlara psikolojik baskı ve işkence yöntemi olarak kullanıldığı anlatıldı.
Diyarbakır Askeri Cezaevi ile Mamak Askeri Cezaevinin, sistematik işkencenin merkezi haline getirildiği belirtilen iddianamede, Ankara Emniyet Müdürlüğündeki DAL'ın (Derin Araştırma Laboratuvarı), Adıyaman'da Pirin Palas Hapishanesinin ve İstanbul Gayrettepe'nin öne çıkan işkence merkezlerinden olduğu vurgulandı. İddianamede, “Sayılan bu yerler öne çıkmakla birlikte, ülkede tüm gözaltı ve cezaevlerinin o dönemde bu şekilde kullanıldığı ortaya çıkmaktadır” denildi.
Diyarbakır Cezaevinde İç Güvenlik Komutanı Esat Oktay Yıldıran, Mamak Askeri Cezaevinde ise İç Güvenlik Komutanı Raci Tetik'in bulunduğu ve işkence emirlerini verdikleri ifade edilen iddianamede, Ankara Emniyeti'nde ise polis amirleri Zeki Kaman ve Dürüst Oktay'ın işkence uygulamalarında öne çıktığı bildirildi.
İddianamede, “12 Eylül askeri darbesinin ardından cezaevleri ve gözaltı merkezlerinde insanlık dışı uygulamaların sonucunda ölümler meydana geldi. 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile yönetimin şeklen de olsa sivillere devredildiği 1983'e kadar gözaltı ve cezaevinde ölenlerin toplam sayısı 191 kişiydi. Bunlardan 5'i cezaevinde açlık grevinde, 1 tanesi de işkence sonucunda hastalanıp ölmüştü. Sadece 12 Eylül 1980 tarihiyle 31 Aralık 1980 tarihi arasında cezaevinde ölenlerin sayısı 43 kişiydi” ifadeleri yer aldı.
12 Eylül askeri darbesi nedeniyle açılan davanın iddianamesinde, sanıklar Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya'nın, soruşturma aşamasındaki ifadelerinde, eylemlerini, “Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu'nun 35. maddesine dayanarak gerçekleştirdiklerini” ifade ettikleri belirtilerek, “35. madde, hiç kimseye demokratik düzeni ortadan kaldırarak, diktatörlük kurmaya yol açacak bir askeri darbe yapma yetkisi vermemektedir” denildi.
İddianamede, 12 Eylül 1980 öncesi terör olaylarına bakıldığında, olayların toplumu kaosa, iç çatışmaya sürükleyerek ülkeyi yönetilemez hale getirip, askeri darbeye zemin hazırlamak ve yönetimi ele geçirmek isteyen devlet içindeki derin yapıların yönlendirmesi ve kurgulamasıyla çıkarılmış terör olayları olduğu, devlet içindeki etkili güçlerin, olaylarda güvenlik güçlerinin etkin olarak görev yapmasını engellediği, güvenlik güçlerinin bazı olaylarda kullanıldığı, bu kadar organize ve geniş çaplı olayların devlet içinde örgütlenmiş illegal güçlerin planlaması ve iştiraki olmadan yapılamayacağı ifade edildi.
Sanıkların darbe yapmaya yaklaşık bir yıl önceden karar verdikleri, her halükarda ülke yönetimini cebren ele geçirmek niyetinde oldukları, yapılacak askeri darbenin halkın gözünde meşru görülebilmesi için terör olaylarının üzerine bilerek gitmedikleri, müdahale etmedikleri veya tertiplenen olay amacına ulaştıktan sonra müdahale ettikleri, darbe için bir yıl şartların olgunlaşmasını beklediklerinin anlaşıldığı kaydedilen iddianamede, “12 Eylül askeri yönetiminin, gözaltına alınan sağ ve sol görüşlü kişileri aşırı fraksiyonların etkisinde kalmış, dolayısıyla topluma zararlı, yola getirilmesi gereken kişiler olarak gördüğü” bildirildi.
İddianamede, şu ifadeler kullanıldı:
“Bu nedenle gözaltı ve cezaevlerinde uygulanan yöntemlerle kişiliklerini ezip ortadan kaldırarak toplumu tektipleştirmek istemiştir. Bu amaçla cezaevlerinde 'karıştır-barıştır' denilen yöntemle sağ ve sol görüşlü kişileri aynı koğuş ve hücrelere koyup zorla yaptırmış oldukları bir kısım hareketler, bir kısım marşların ve konuların zorla öğretilmesi ve ezberlettirilerek yüksek sesle söylettirilmesi suretiyle düşünce ve farklılıkları ortadan kaldırmaya çalışmışlar, bu yöntemleri de bir işkence yöntemi olarak uygulamışlardır.”
İddianamede, Kenan Evren'in soruşturma aşamasındaki ifadesine de yer verildi.
İddianameye göre Evren, ifadesinde, 12 Eylül 1980 öncesinde ülkenin içinde bulunduğu sosyal ve siyasi durumu özetleyerek, anayasal kurumların görevini yapamaz hale geldiğini, ülkenin felç olduğunu, bu nedenle yönetime el koymak durumunda kaldıklarını anlattı.
“Ülke yönetimine el koymayı istemediklerini, bu nedenle uzun süre beklediklerini” söyleyen Evren, “o zaman ülkenin içinde bulunduğu durumu gözeterek, Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmetler Kanunu'nun 35. maddesinin ülke yönetimine el koyma yetkisi verdiğini kendisini ve diğer komutanlar olarak değerlendirdiklerini, bu yetkinin şartlar itibariyle sahip oldukları kanaatine vardıklarını” bildirdi.
Ülke yönetimine el koyduktan sonra TBMM ve hükümetin feshedildiğini, kesinti olmaması için bu yetkileri kullanacak kurumlara ihtiyaç olduğunu, bu nedenle TBMM, Senato, cumhurbaşkanına ait yetkileri, oluşturulan Milli Güvenlik Konseyine geçici olarak verdiklerini ifade eden Evren, ardından oluşturdukları Danışma Meclisine görevleri devrettiklerini ve parlamenter sistemi esas aldıklarını savundu.
“TSK'nın, insanların ölümünü bekleyip, sonuçta bunu fırsat olarak değerlendirip yönetime el koymasının düşünülemeyeceğini, bunu vicdanlarının kabul etmeyeceğini, bunu kesinlikle kabul etmediğini” dile getiren Evren, “pişman olmadığını” bildirdi.
“12 Eylül sonrası, Ege sorunu konusunda Yunanistan'dan herhangi bir yazılı güvence almadan, NATO Başkomutanı Rogers'ın vermiş olduğu sözlü güvenceye dayalı olarak Yunanistan'ın NATO'ya girmesine izin vermesinin hata olduğunu” kaydeden Evren, 1982 Anayasası taslağında cumhurbaşkanının 2 kez seçilebileceği konusunda hüküm bulunduğunu, ancak kendisinin “Cumhurbaşkanı 2. kez seçilecek olursa, tekrar seçilebilmek için iktidardaki partiye destek vermeye başlar” diyerek, bu hükmü anayasaya koydurtmadığını dile getirdi.
Tahsin Şahinkaya ise soruşturma sırasında alınan ifadesinde, özetle, “darbe yapmadıklarını, kanlı olayların önüne geçtiklerini” öne sürerek, “darbe yapan insanın 2-3 yıl sonra hükümeti bırakmayacağını” söyledi.
Şahinkaya, 35. maddede verilen, devleti koruma ve kollama yetkisine dayanarak yönetime el koyduklarını savunarak, “memleketin o dönemde sahibinin olmadığını, bu çerçevede ne gerekiyorsa onu yaptıklarını” kaydetti. Şahinkaya, “12 Eylül askeri darbesinin ABD'nin bilgisi ve desteğiyle yapılmış olduğu iddiasına kesinlikle katılmadığını” da ifade etti.
Sanıklar ve avukatlarının, savunmalarında, askeri darbenin 35. maddesindeki yetkiye dayanarak yapıldığını belirttikleri anımsatılan iddianamede, şu değerlendirmelere yer verildi:
“Anayasa ile kurulmuş bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti'nde yasal düzenlemeler arasında bir hiyerarşi olduğu, bunlardan en yukarıda anayasanın yer aldığı, kanunların ise anayasanın hiyerarşik olarak altında yer aldığı, dolayısıyla kanunların anayasaya aykırı olamayacakları temel hukuki kurallardandır. Bu nedenle, kanunlar anayasaya aykırı olamayacakları gibi kanunla verilen bir yetkinin anayasayı ortadan kaldırmak amacıyla kullanılması da mümkün değildir. Dolayısıyla söz konusu hüküm, anayasal düzeni, anayasa ile kurulmuş devlet düzeninin temel kurumlarından olan TBMM ile hükümeti ve tüm hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmak amacıyla kullanılamaz.”
Kaldı ki darbeyi yapanların, darbe ve sonrası eylemlerinden dolayı yargılanacaklarını ve eylemlerinin suç olduğunu bildiklerinden 1982 Anayasasının geçici 15. maddesinindeki düzenlemeyi oluşturma ihtiyacı hissettikleri ifade edilen iddianamede, “Sonuç olarak, İç Hizmet Kanunu'nun 35. maddesi hiç kimseye demokratik düzeni ortadan kaldırarak, diktatörlük kurmaya yol açacak bir askeri darbe yapma yetkisi vermemektedir” denildi.
İddianamede, “zaman aşımı” yönünden değerlendirmelere de yer verildi.
1982 Anayasasının geçici 15. maddesindeki düzenlemenin, sanıklar hakkında bir soruşturma ve yargılama engeli ortaya koyduğu belirtilen iddianamede, ancak gerek anayasada gerekse Türk Ceza Kanunlarında, soruşturma ve yargılama engelinin bulunduğu hallerde zaman aşımının işlemeyeceği kuralının öngörüldüğü ifade edildi.
İddianamede şunlar kaydedildi:
“Anayasanın 12 Eylül 2010 tarihinde referandumla kaldırılan geçici 15. maddesi de burada olduğu gibi bir soruşturma ve kovuşturma engelidir. Dolayısıyla şüphelilere atılı bulunan eylemlerde zaman aşımı, eylemlerin gerçekleştiği 2 Ocak 1980 ve 12 Eylül 1980 tarihlerinde işlemeye başlamış, ancak 1982 Anayasasının geçici 15. maddesinin yürürlüğe girdiği 9 Kasım 1982 tarihinde durmuştur. Söz konusu suçlarda zaman aşımı süresi 20 yıl olup, 9 Kasım 1982 tarihinde durmuş olan zaman aşımı geçici 15. maddenin kaldırıldığı referandum sonucunun Resmi Gazete'de yayınlandığı 23 Eylül 2010 tarihinden itibaren yeniden işlemeye başlamıştır. Açıklanan nedenlerle iç hukukumuza göre zaman aşımı süresinin dolmadığı anlaşılmaktadır.
Anayasanın geçici 15. maddesinin bir tür af kanunu olarak değerlendirilmesi mümkün değildir. Anayasayı ihlal (askeri darbe) suçu temadi eden bir suç olup, bu suç TBMM'nin görevine başladığı 6 Aralık 1983 tarihine kadar işlenmeye devam etmiştir. Anayasanın 15. maddesi ise 9 Kasım 1982 tarihinde yürürlüğe girmiştir.”
İddianamede, bugün hayatta bulunmayan dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun hakkında TCK'nın 64/1. maddesi gereğince ek kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verildiği de belirtildi.