‘Kendimizi Türk halkına anlatamadık’

‘Kendimizi Türk halkına anlatamadık’

T24- ‘Kendimizi Türk halkına anlatamadık’Ruken Yetişkin: Bizim eksik yanımız Türk halkına kendimizi anlatamadık. Yeterince anlatabilsek, bir Türk anası da soracaktır, ‘Benim oğlum niye ölüyor, şehit oluyor?’ diye

YÜKSEKOVARuken, Kürtçe güler yüzlü demek. Ruken Hanım da öyle. Hem güler yüzlü hem konuşkan.Gever diye söze başlıyor.“Gever de neresi?”Gülüyor Ruken Hanım:“Yüksekova buranın resmi adı. Asıl ismi Gever. 1936’da devlet, her yerde olduğu gibi burada da Türkçeleştirmiş isimleri, Yüksekova demiş. Ama gidin çarşıya gezin, bir tek Allah’ın kulu bulamazsınız Yüksekova diyen...”Ruken Hanım’ın soyadı Yetişkin. Van Gölü kıyısına, Tatvan’a gidiyor aile kökleri. Tatvan doğumlu. Beşi kız, beşi erkek on kardeşli bir aileden...Eşi berber, o hiç konuşmuyor. Koltuğunda, ellerini göbeğinin üstüne bağlamış, bizi dinliyor sessizce... Ruken Hanım, İstanbul’da yıllar yılı Kürt siyasetinin içinde bulunmuş. Avcılar’da HADEP ilçe başkanlığı yapmış. Uzun yıllar Cumartesi Anneleri’ne katılmış. Diyor ki:“Polisin gazıyla copuyla siyaset yaptık. Kaç kere gözaltına alındığımı hatırlamıyorum. Ama her seferinde raporumu aldım, poliste dayak yediğime dair...”48 yaşında, ilkokul mezunu.2009 yerel seçimlerinde BDP adayı olarak yüzde 90 oyla Yüksekova Belediye Başkanı seçilirken Türkiye oy rekorunu da kırmış...Yüksekova ya da Gever özel bir yer. Hem devlet hem PKK açısından öyle. Dağlarla çevrili öyle bir coğrafyaya sahip ki, bu durum Yüksekova’yı birçok bakımdan stratejik kılıyor.  Zirveleri yılın ilk karıyla beyaza boyanmış heybetli Cilo Dağları’nın arkası Irak, en çok 55 kilometre. Beri tarafta 40 kilometre yol alırsanız İran.PKK’nın uzun yıllardır cirit attığı bu coğrafyanın, ya da daha basit deyişle, Hakkari-Yüksekova-Şırnak üçgenin kalbindeki en önemli merkez Yüksekova denebilir.Sohbetin koyulaştığı sırada biri söze giriyor:“Gever’de sizin kaldığınız Oslo Oteli bir tampon bölge sayılır. Onun bir tarafına biz Kürdistan deriz, öbür tarafına Türkiye. Polis, güvenlik güçleri oradan oraya geçti mi olay çıkar. Bunu bildiği için de geçmez.”Diğeri devam ediyor:“Asker, polis kaç yıldır şehre inmez. Lojmanda yaşarlar. Etrafı duvarlarla, kum torbaları ve dikenli tellerle çevrili lojmanlarda yaparlar alışverişlerini de, kendi dükkanlarından... Halktan tamamen tecrit olmuşlardır.”Bir başkası sözü alıyor:“Bir uzman çavuş, adı Yasin Ak, geçen yaz Haziran ayında sabah vakti yedi buçukta çarşıya çıktı, maskeli biri tarafından ensesine arkadan sıkılan tek kurşunla öldü.”  Yüksekova Belediye Başkanı Ruken Hanım’la önceki akşam evinin salonunda sohbet ediyoruz.Düzgün, akıcı Türkçesi var. Ama hep kendi diline, Kürtçe’ye olan özlemini ifade ediyor:“Şimdi ben bu röportajı sizinle Kürtçe yapsam, emin olun, kendimi daha iyi ifade ederdim. Kürtçe düşünüp Türkçe konuşuyorum oysa. Zor olan bu...”Soruyor:“Düşünüyorum hep, bu kötülüğü devlet bize niye yaptı diye. Biz ona ne düşmanlık yaptık ki, bizim dilimizi yasakladı, kültürümüzü inkar etti. Niye bu inkar ve imha siyaseti?.. Üstelik biz Kürtler bu topraklara Türklerden de önce gelmiştik. Öyle değil mi?.. Kurtuluş Savaşı’nda Atatürk Kürt dedi, Kürtleri çağırdı, Türklerin, Kürtlerin devleti olacak dedi. Yalan mı, hayır gerçek bunlar. Ama sonra sen bana bütün bunları niye reva gördün, beni her şeyimle neden inkar ettin? Sen beni niçin bu kadar ötekileştirdin?“Ruken Hanım duruyor.Gözümün içine bakıyor konuşurken:“Bakın Hasan Bey, insanın özünü boşaltmak o kadar kötü bir şey ki. İnsanın diliyle bağını koparmak o kadar kötü bir şey ki.” İnsanın özünü boşaltmak!Diliyle bağını kopartmak...Lübnanlı büyük romancı, kendini hem Arap hem Fransız hisseden, güzel romanlarını Fransızca yazan Amin Maalouf, ‘Ölümcül Kimlikler’ isimli kitabında insanın diliyle bağını koparmanın korkunçluğunu, sonuçlarını anlatır.Ruken Hanım da aynı konuya değiniyor. Başkale’de, Hakkâri’de yol boyu hep kulağıma çalınan bir eleştiriyi yineliyor:“Başbakan Erdoğan gitti Almanya’ya, yine asimilasyondan yakındı. Asimilasyon insanlık suçu dedi. İyi dedi, doğru dedi. Ama Almanya’daki Türkler için, Bulgaristan’daki Türkler için söylediğini neden kendi ülkenin Kürtlerinden esirgiyorsun, neden? Bizim tarihimiz asimilasyon tarihi değil mi? Neler yapıldı Kürtlere... Hâlâ anadilimizde eğitime karşı çıkıyorsun, neden?.. Ben bugün hâlâ Kürtçe seçim propagandası yapmaktan yargılanıyorum, hapis cezası istemiyle...”Ruken Hanım’ın iki oğlu var. Biri Antalya’da yaşıyor ve bir Türkle evli. “Benim gelinim Türk” diye söze devam ediyor, “Biz bölünmek istemiyoruz, biz İstanbul’u, Ankara’yı vermek istemiyoruz, biz barış içinde bütünlük istiyoruz.”

Ruken Hanım’ın soyadı Yetişkin. Van Gölü kıyısına, Tatvan’a gidiyor aile kökleri. Tatvan doğumlu. Beşi kız, beşi erkek on kardeşli bir aileden... Eşi berber, o hiç konuşmuyor. Koltuğunda, ellerini göbeğinin üstüne bağlamış, bizi dinliyor sessizce... Bana doğru eğiliyor Ruken Hanım:“Beni can kulağıyla dinleyin. Geçen Eylül ayında Hakkâri’de 28 cenaze kaldırdık. Canımız yanmıştır, tam 28 cenaze bir ayda... 13 yaşındaki bir çocuğu hedef alarak vurdular. Gençler burada siz tahmin edemezsiniz, o kadar öfkeliler ki, o kadar sertler ki. Biz burada olmasak, onları sakinleştirmeye çalışmasak daha neler olur?.. Lütfen, o gençlerin, o taş atanların duygularını anlamaya çalışın biraz...”O gençlerin öfkesi...Geçen yıl bu zamanlar Cengiz Çandar’la bu topraklarda gezerken de hep bu gençlerin öfkesi, radikalliği ve bu açıdan barış üzerinde haklı değerlendirmeler dinlemiştim.Bu sefer de farklı değil.Ruken Hanım şöyle bağlıyor:“Bizim eksik yanımız, Türk halkına kendimizi anlatamadık. Yeterince anlatabilsek, bir Türk anası da o zaman soracaktır, benim oğlum niye ölüyor, şehit oluyor diye... Ama aynı zamanda Türk halkına yürekten kırgınız, biraz olsun bizi anlamak istemedikleri için, empati kurmadıkları için... 17 bin faili meçhul... Dağlardaki bu kadar kan ve gözyaşı... Evet, biz kendimizi anlatamadık ama Türk halkı da biraz olsun bizi anlamak istemedi.”Gözleri doluyor Ruken Hanım sözünü yinelerken:“Bunun için yürekten kırgınız!”Yüksekova’dan, Hakkâri’den daha yazacaklarım bitmedi diyorum, dağlar arasından Şırnak’a doğru yola koyulurken...(Milliyet gazetesi - Hasan Cemal - 14 Ekim 2010)