Fatih Özgüven
(Radikal - 5 Ağustos 2012)
Gore Vidal, 20. yüzyılın Amerika’ya hediye ettiği en kendine özgü Amerikalılardandı; huysuz, yakışıklı ve eğlenceli… 20. yüzyılda, Amerikalı olup da bir çeşit aristokrat gibi davranmayı zahmetsizce becerebilen nadir karakterlerden biri. 50’lerden bunu ancak sinema yıldızları ya da ‘Grey Gardens’ belgeselindeki ana-kız Edie’ler gibi Amerikan egzantrikleri yapabilmiştir. O her iki kategoriye de girer. ‘Grey Gardens’deki Bouvier’ler gibi Bouvier’lerle, dolayısıyla Jackie Kennedy’yle bir hısımlığı vardır, ailesi Amerikan politikasının yıldız isimleriyle doludur. Kendini övmekten bir sayfa bile geri durmadığı otobiyografisi ‘Palimpsest’e bakılırsa da, öz babasının üç, ilk üvey babasının iki, ikinci üvey babasının tek hayası vardır, klasik Oedipal şemanın tersine annesinden her zaman nefret etmiş, ayrıca sarhoş oldukları bir gece Jack Kerouac’ı yatağa atmıştır. Bu ‘dekadan’ vasıflara uygun olarak Tinto Brass’ın ‘Caligula’sının senaryosunu yazmış, irili ufaklı sinema rollerinde gözükmeyi seven ‘natür’ü dolayısıyla da ‘Gattaca’ en başarılısı olmak üzere birçok filmde ‘Amerikan ilerigelen’i rollerine çıkmıştır.
Sinemanın Amerikan popüler kültürünün kendine özgü bir veçhesini oluşturduğunu, bastırılmış cinsel enerjinin, dolayısıyla cinsel aşırılığın, dolayısıyla cinsel ‘poz’ların Amerikan filmlerinin motoru olduğunu erken tarihte fark etmiş, roman konusu etmişti. Transseksüel bir film akademisyeninin ders verdiği üniversitede tozu dumana katışını anlatan ‘Myra Breckinridge’ (1968) ve devamı ‘Myron’ (1974), film alıntılarından oluşan kes-yapıştır tekniği, mektup-roman türü ve akademik yazı parodisinin ‘orji’sinden türeyen benzersiz eserlerdir. Vidal, başta Susan Sontag olmak üzere, zamanının kalburüstü şahsiyetleriyle de dalga geçmekten kendini alamaz.
Bu ‘kendini alamama’ hali ve sözünü sakınmama arzusu muhtemelen onun çağdaş Amerikan edebiyatı kanonundaki yerine zarar vermiştir. Yoksa Amerika tarihi ile ilgili romanları (en iyisi ‘Burr’) ya da Roma İmparatorluğu’nun son imparatoru Mürtedi Julian’ı anlattığı ‘İmparator’, ona edebiyatta daha saygın bir köşe sağlamaya yetebilirdi. Öte yandan, cinsiyetin akışkanlığını tabii bir şey olarak kabul eden ilerki kuşaklar onun ‘Myra…’sından da ileri gittilerse de, Gore Vidal’i pek yalvaç ilan etmediler. Kimseyle geçinmeye gönlü olmayan Vidal onları da hor görmüş olabilir. Ama bu arada en az iki kuşak parti sahnesine dahil olmayı da bilmiştir; Tennessee Williams’ın yakın dostu, Maya Deren’in deneysel filmlerinde oynamış bir ‘altın çocuk’ olarak 50’ler New York avangardına, daha sonra da Warholgillerin Stüdyo 54 curcunasına… Gore Vidal’in su gibi, sade, naif, neredeyse zamandışı bir tek romanı vardır. Türkçe'ye ‘Kent ve Tuz’ adıyla çevirdiğim, 1948 tarihli ikinci romanı. Eşcinsellik daha edebiyat sahnesine çıkmamışken, yeniyetme iki erkek arasındaki yarım kalmış aşkı sereserpe anlatan bu ‘yetişme romanı’ genç Vidal’i bir yanıyla Amerikan edebiyatının pastoral taşra anlatılarına, Thomas Wolfe, Thornton Wilder, Sherwood Anderson’a, hatta Saul Bellow’a bağlar. Daha genel anlamda ise dünya edebiyatındaki sona ermeden kalakalan bütün aşkların edebiyatına. Ahmet Güntan’ın deyişiyle, ‘gençken, güzelken ve karnı aşağıya dümdüz inerken’ yaşadığı ve açık bir yara gibi kalakalan gençlik aşkına sonuna kadar sadık Jim Willard’la bu yarayı hafife alan Bob Ford’un hikâyesi. ‘Kent ve Tuz’un genç kahramanı Jim, yarasıyla birlikte bütün bir İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika’sını kat edip Bob’u yeniden bulur. Ama ‘ateş soğumuş, küller savrulmuş’tur. Yahya Kemal’i hafifçe yamultarak söylersek Gore Vidal’i ‘bir tek bu romanı için bile sevmeye değer’.