Kıbrıs'ta uzun yıllardır her iki taraftaki kayıp kişilerin izini süren gazeteci Sevgül Uludağ bu yıl Nobel Barış Ödülü için aday gösterildi. Uludağ ile son 18 yıldır sürdürdüğü araştırmasını konuştuk.Kıbrıslı gazeteci Sevgül Uludağ adada kaybolan kişilerin son 18 yıldır izlerini sürüyor. Kayıpların sadece Rum tarafında değil, Türk tarafında da bulunduğunu yıllar önce tesadüfen öğrendiğini ifade eden Uludağ, okuyucuların ihbarları sayesinde bugüne çok sayıda kaybın izlerini bulduklarını belirtiyor. DW Türkçe'ye konuşan gazeteci, araştırmasının iki toplumu birleştirmesi ve geçmişle yüzleşilmesi bakımından önemini vurguluyor.Kanada'daki York Üniversitesi'nin girişimi ile bu yılki Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterilen Uludağ ile araştırmasını, bugüne kadar karşılaştığı zorlukları ve kendisini cesaretlendiren unsurları konuştuk.DW Türkçe: Uzun yıllardır Kıbrıs'ta kayıpların bulunması ve hikâyelerinin kamuoyu ile paylaşılması için çaba gösteriyorsunuz ve bu çabalarınız sizin Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterilmenizi de beraberinde getirdi. Bu fikir nasıl ortaya çıktı?Sevgül Uludağ: Tamamen tesadüf ile başladı. Kıbrıslı Türk toplumunda "kayıplar" çok bastırılmış, gizlenmiş ve tabu haline gelmiş bir konuydu. Çünkü 1963 ve 1964 yıllarında insanlar kaybedildiğinde devlet yetkilileri bu kayıpların başına neler geldiğini aktif bir biçimde araştırmadı. O dönemin koşulları ve politikaları öyleydi. Ancak tesadüfen, çok iyi tanıdığım birisinin babasının kayıp olduğunu öğrendiğimde şoke oldum, çünkü ailelerin kendileri de hiçbir şekilde bu durumdan bahsetmiyordu.Bir buçuk ay uğraştıktan sonra bana konuşacak beş Kıbrıslı Türk buldum. Daha sonra bu yazı dizisini "İncisini Kaybeden İstiridyeler" başlığı altında yayınladım. Kıbrıslı Türkler tüm dünyada kayıplarını o güne kadar aktif bir biçimde aramayan tek toplumdu.Bunlar 2001 ile 2002 yıllarında yaşandı. Ardından Kıbrıs'ta 2003 yılında barikatlar açıldı. Bu kez hem Kıbrıslı Türklerin hem de Kıbrıslı Rumların kayıp ailelerinin acılarını kaleme almaya giriştim. "Kayıpların İzinde", "Ölümün Kıyısından Dönenler" şeklinde uzun yazı dizilerini Rumca ve Türkçe olarak her iki tarafta da yayınladım.Bu yazılar her iki toplumda da bir deprem etkisi yarattı. Çünkü Kıbrıslı Rumlar da bu bilginin onlardan gizlendiğinin hiçbir şekilde farkında değillerdi. Rumlar kayıpların sadece kendi taraflarından olduğunu sanıyordu ancak Kıbrıslı Türk kayıplar da bulunuyor. Böylece toplumlarımız arasında bir tür yüzleşme süreci başlatmış oldum. Kayıpların acısının Türk ya da Rum acısı olmadığını, insani bir acı olduğunu göstermeye çalıştım.Tüm bu süreçte ilk kez iki toplumdan, sevdikleri toplu mezarlarda gömülmüş kayıp yakınlarını bir araya getirdim ve onlarla birlikte çeşitli etkinliklere imza attık. Toplumlarımıza bunun insani ve paylaşılan bir acı olduğunu göstermeye çalıştık. Yakınların kaybetmiş kişilerin "Birlikte Başarabiliriz" başlıklı, iki toplumlu bir kayıp yakınları ve savaş mağdurları örgütü kurmalarına yardımcı oldum.Bu süreç içerisinde bugüne kadar sizi en çok ne zorladı?Beni en çok zorlayan şeyler bu topraklarda bu denli vahşet ve tecavüz olaylarının yaşandığını, toplu mezarların bulunduğunu ve bunları yapan insanlar arasında bizzat Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rumların olduğunu ayrıntılarıyla öğrenmek ve bunu hazmetmeye çalışmak oldu.Eşim beni Zümrüdüanka kuşuna benzetiyor. Diyor ki, gece yanar, gündüz tekrar küllerinden doğar. Oturup, depresyona girip, aylarca içime kapanma seçeneğim yoktu çünkü ben her gün yazıyorum. Sadece kayıpları, toplu mezarları ve birbirini kurtarmış olanların öykülerini yazıyorum. Ancak yazdıkça bu süreçte o zehri içinizden atıyorsunuz ama tortusu kalıyor.Bugüne kadar sizi en çok ne cesaretlendirdi?Her iki taraftan okurlarımın olağanüstü tepkisi ve yardımcı olmaları beni cesaretlendirdi. Zaten bu ödüle adaylık da bir yerde okurlarımın başarısıdır. Çünkü onların ve ailemin tam desteği olmasaydı asla devam edemezdim.Pek çok ölüm tehdidi ve taciz ile karşı karşıya kaldım, ancak hep kendime şunu söyledim: En iyi yaptığın iş nedir? Onu yapmaya devam et sadece. Ve 18 yıldır da bunu yapıyorum.Biraz "hot line" (ihbar hattı) fikrinden bahsedebilir misiniz?1981 yılında Kıbrıs'ta Kayıp Şahıslar Komitesi kuruldu. Resmi komite, Kıbrıs Türk tarafından bir, Kıbrıs Rum tarafından bir ve Birleşmiş Milletler'in Uluslararası Kızılhaç Komitesi'nden atadığı üçüncü bir temsilciden oluşuyor. Bu komite 1981 yılında kurulduğu halde yaklaşık sekiz dokuz yıl boyunca sadece tüzük tartışmalarına sahne oldu.2006 yılında yeni bir yazı dizisi başlattığım zaman Komite son iki yıldır etkin değildi. Ben Kayıp Şahıslar Komitesi'nin bu süreçte yapacağı çalışmalara yardımcı olmak ve ciddi bir kamuoyu oluşturmak amacıyla okurlarıma bir çağrı yaptım. "Kim olduğunuzu bilmek istemiyorum, eğer mahallenizde, köyünüzde, şehrinizde bir şeye tanık olduysanız, gömü yeri biliyorsanız, bana söyleyin" diyerek bir Kıbrıslı Rum bir de Kıbrıslı Türk telefon hattı ile bir çağrıda bulundum. Ardından binlerce telefon aldım ki bu aramalar halen devam ediyor.Edindiğim tüm bilgileri Kayıp Şahıslar Komitesi ile gönüllü ve insani bir biçimde paylaştım. Ayrıca öğrendiklerimi her iki tarafta gazetelerde yazdım. Okurlarım bazen Komite ile muhatap olmak istemedi, o durumlarda bana gömü yerlerini gösterdiler, ben de bu bilgileri Komite'ye ilettim. Kıbrıslı Türk olsun, Kıbrıslı Rum olsun pek çok insanın kalıntıları bulundu. Komite bu alanlarda kazı çalışmaları yaptı, bulunan kişilerin DNA testleri ile kimliklerini belirledi ve 45-55 yıl sonra defnedilmek üzere küçük tabutlar içerisinde ailelerine iade etti.Tüm bu süreçlerde de ailelerin yanında oldum ve cenazelerine katıldım. Özellikle okurlarımızın ihbarları ile bulunmalarına yardımcı olduğumuz kayıp şahısların cenazelerine katıldım ve onların öykülerini yazdım. Kayıpları birer istatistik olmaktan çıkarıp onlara insani bir yüz kazandırdım. Bunlar her iki tarafta da okurlarımı çok etkiledi.Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterilme süreci nasıl yaşandı?Kanada'daki York Üniversitesi'nde çok değerli akademisyen arkadaşımız Anna Agathangelou'nun önerisiyle Nobel Barış Komitesi'ne ismim sunuldu ve bu beni çok mutlu etti. Anna'yı Kıbrıs'ta Barış İçin Kadın Hareketi'nden tanıyorum ve birlikte bir süre çalıştık. Onun da annesi ile bir röportaj yapmıştım. Onun köyünden çok sayıda kayıp insan vardı ve o nedenle Anna kayıpların öykülerini çok iyi biliyordu. Kendisi ayrıca yıllardır benim çalışmalarımı da takip ediyordu ve beni önermiş olması beni çok onurlandırdı.Nobel Barış Ödülü'nü alsam da almasam da esas olan bu önerinin her iki toplumdan binlerce kişiyi çok heyecanlandırması ve insani bir konu çerçevesinde toplumlarımızı birleştirmesi. Bu da gösteriyor ki insanlarımız barışa çok susamış durumda ve bu adada iyi şeyler olmasını istiyor. Daha fazla gerginlik, daha fazla kan, daha fazla kayıp, daha fazla acı istenmiyor. İnsanımız soluklanıp geleceğe bakmak istiyor. İşte bu ödülün anlamı budur.Söyleşi: Çağrı Özdemir© Deutsche Welle Türkçe