Kibrit başı kadar bir ışık yeter bazen

Kibrit başı kadar bir ışık yeter bazen

T24 - Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı Yasemin Çongar'ın Ex Libris / Dünya Bunları okuyor adlı köşesine "Kibrit başı kadar bir ışık yeter bazen" başlığıyla yayımlanan (3 Eylül 2011) yazısı şöyle: Kibrit başı kadar bir ışık yeter bazenKibrit başı kadar bir ışık yeter bazenBir tercih yaptın sen. Mucizeye fırsat tanımak istemiş olsan bile, bunun imkânsızlığını biliyordun sanırım. Bilerek atladın. Soğuk bir ölümü seçtin çünkü. Öyle değil mi?İlâhiyatçı Mark D. Thompson, yirmibirinci asrın başında çaresizliğin en kuvvetli tezahürünü, sanatta, edebiyatta hatta popüler müzikte bile değil, bu tek fotoğrafta bulduğunu söyledi sonra. Boşluğa atlamakla, bilmeden bir karede dondurdun sen kendini, kendi sonunu sonsuz kıldın. “Çaresizliğin resmi” oldun. Öyle mi hakikaten? Her şey bundan mı ibaret? Söyle bana... Pırıltılı bir eylül sabahında kendilerini ve senin gibi hiç tanımadıkları, hikâyelerini hiç bilmedikleri binlerce insanı yakmayı seçen o esmer gençlerin öngördüğünden farklı bir ölüm istediğin için de atlamadın mı biraz sen? Dumanda boğulmaktan, ateşte kavrulmaktan, çelikte erimekten, imkânsız bir kurtuluş için çırpına çırpına önce kora, sonra küle dönüşmektense, hayatın boyunca seni rahmine doğru çeken yeryüzünün kudretine ilk kez büsbütün teslim ederek kendini, tek bir darbenin kesin hükmünü seçmiş olmadın mı? Boşluğun nefesinin içinden geçerek varacağın soğuk bir ölümü, sıcak bir sona tercih etmedin mi? Söyle.

Özgürlük ateşinden kimse müstesna değilBir eylül sabahında Dünya Ticaret Merkezi’nin Kuzey Kulesi’nden atlayarak ölümlerden ölüm beğenen o “çaresiz” adamla, on yıl sonra bir şubat sabahı süpürgelerini kapıp Tahrir Meydanı’nı temizlemeye gelen “muzaffer” isyancıları hangi duygunun birleştirdiğinin hikâyesi henüz yazılmadı. Ne de olsa “Arap Baharı,” tomurcukları dalında bir mevsim hâlâ; isyanın ağaçları daha meyve vermedi. 1961 Paris doğumlu Jean-Pierre Filiu’nun kitabını da bunu bilerek okumak gerek. Kısaca “Sciences Po” diye namlanan Paris Siyasal Etüdler Enstitüsü’nde hocalık yapıyor Filiu ve son dönemde daha ziyade İslam’ın küreselleşmeyle ilişkisi üzerine çalışıyor. Yeni yayımlanan The Arab Revolution: Ten Lessons from the Democratic Uprising (Arap Devrimi: Demokratik Ayaklanmadan On Ders) adlı kitabında Tunus’un, Mısır’ın, Libya’nın, Suriye’nin başkaldıran sokaklarının bize neler öğrettiğinin erken bir çetelesini tutmuş. Evet, “erken” ama Filiu’nun, bir gazete haberinin şipşak kutusu olabilecek kadar tezcanlı bir liste ve “turfanda” yorumlarla dokunduğu olgularda, zamanla sınanarak olgunlaşırken kuşkusuz yeni dönüşümler geçirecek olan hakikatin nüvesini yakalamak pekâlâ mümkün.

Öncelikle, bütün saçmalığına rağmen Batı düşüncesinde kendine yer bulabilmiş bir ezberin sonunun nihayet geldiğini tescil ediyor Filiu; Arap toplumlarını, demokratik idealin nüfuz edemediği bir güruh, devâsâ bir “istisna” olarak kabullenen köryargıyı tarihe gömerken, söz konusu özgürlükse, her halk gibi Arapların da bu ateşten müstesna olmadığını hatırlatıyor. Ayrıca, “Bir Müslüman sadece Müslüman değildir” diyor; herkes gibi bir Müslümanın da karakterinde, düşüncelerinde, hayallerinde illâ ki başka kimliklerin izlerini taşıdığı gerçeğini, bütün basitliği içinde, kimi kıraç zihniyete “yeni” gelebilecek bir tarzda muştuluyor. Orada durmuyor. Gençlerin öfkesi kadar, bu öfkeyi sanal âlemde buluşturup çoğaltarak sokağa döken sosyal ağların da, toplumsal dönüşümün motoru haline geldiğini, “Arap Baharı”nı gün be gün izleyen herkesin gördüğü gibi gören Filiu, belki herkesin görmediği ya da görse bile kavramsallaştıramadığı bir olguyu da masamıza bırakıyor ki, kitabının en önemli katkısı bu bence. Biraz da sosyal ağların bu eşitleyici ve yatay düzeyde örgütleyici gücü sayesinde, bugün artık devrimlerin “lidersiz” yapılabildiği bir çağdayız biz; The Arab Revolution’u okurken daha iyi anlıyorsunuz bunu.

Filiu’nun üzerinde durduğu diğer bir “ders,” barışçı eylemin etkisiyle ilgili. El Kaide gibi, dünyanın gördüğü gelmiş geçmiş en gözükara örgütlerinden birinin şiddet kullanarak yapamadığını, sadece sokağa çıkıp slogan atarak yapabilen Tunuslu ve Mısırlı gençler, cihadçı radikalizmi “İslam’ın ve Arap âleminin tarihinde bir paranteze dönüştürüyorlar” Filiu’ya göre ve El Kaide, İslamcı mücadele tarihinde bir “doruk” değil bir “sapma” halini alıveriyor.

Ziyaretçiler hücreme hayat getirirdiFiliu’nun “Arap devrimlerinde domino etkisi aramayın” gibi epey tartışılabilecek bazı tezler de içeren derslerini burada bırakıp, size Ahmed Errachidi’yi anlatmak istiyorum. On yıl önce, benim bir yandan sarsıla sarsıla ağlarken, bir yandan da her şeyden çok karnımda büyüyen fasulye tanesi için korktuğumu bilerek ve bu yüzden kendimden utanarak çıplak gözle izlediğim vahşeti, Londra’nın kuzeydoğusunda, aşçılık yaptığı lokantanın karşısındaki bir café’nin televizyonunda seyretmiş Errachidi. “Dehşet ve şok içinde kalmıştık” diye hatırlıyor bugün; her şeyden çok kendisi için korkmanın aklına bile gelmediğini söylemeksizin.

1966 Fas doğumlu Errachidi’nin 2012’de Britanya’da yayımlanacak olan A Handful of Walnuts (Bir Avuç Ceviz) adlı hatıratından bölümler okuyorum şimdi. Mevsimlik “yeni yazı” dergisi Granta, son sayısını “Ten Years Later” (On Yıl Sonra) başlığıyla 11 Eylül saldırılarının yıldönümüne ayırmış; Errachidi’nin kitabından geniş bir bölüm de bu sayıda yer bulmuş kendine.

“Üç biraderin ölümünden sonra, beni 5 numaralı kampa taşıdılar” diye yazıyor Errachidi, “buradaki hücreler betondandı. Arka duvarın ortasında azcık ışık geçiren buzlu camdan bir pencere vardı. Pencerenin üst kenarında, kibrit çöpü başı büyüklüğünde bir yerde şeffaflaşıyordu cam. O küçücük noktadan dışarıyı görebiliyordum. Beton yatağın üzerinde ayakta durup, güneşe, mavi gökyüzüne, bulutlara, hatta kuşlara, ağaçlara, tepelere bakardım. Üç yılı tecritte geçirdikten sonra, bu güzel fırsattan ötürü şanslı hissederdim kendimi.”

590! Errachidi’nin Guantanamo’daki kimlik numarası bu: Beş yüz doksan. Dünya, daha doğrusu dünyanın büsbütün sağırlaşmayı reddeden küçücük bir azınlığı onun adını ilk kez, 2006’da, avukatı Clive Stafford Smith’in Guardian gazetesinde, yukarıda bahsi geçen üç mahkûmun ölümü üzerine yazdığı makale sayesinde duydu. O üç mahkûm tecritte intihar etmişti; Errachidi’nin de aynı sonu seçmesinden, hızlı bir ölümü, her gün azar azar ölmeye yeğlemesinden çekiniyordu Smith.

A Handful of Walnuts, çift kutuplu bir aklı olan, yani hayatı birbirini izleyen manik ve depresif dönemlere ayrılmış bir halde yaşayan Errachidi’nin, 11 Eylül saldırıları sonrasında, 2002’de Bannu’da Pakistanlı ajanlarca Amerikalılara satılmasından 2007’de mahkeme kararıyla değil, kamuoyu baskısıyla serbest bırakılmasına kadar, hakkında hiçbir adlî süreç işletilmeksizin geçirdiği mahpusluk dönemini anlatıyor. İlkin kendi böğründen taşıp, bir işkencehanenin taş duvarlarında yankılanan “Ne isterseniz söylerim” çığlığının dilden dile taşınırken aldığı halden ibaret olan “Usame Bin Ladin’in tepe generali” tevatürü dışında niye orada tutulduğunu hiç bilmemiş Errachidi; ne ilk başta anlamış “suçunu” ne Fas’taki ailesinin yanına döndükten sonra.

Errachidi, kitabının önsözünü de yazan İngiliz avukat Smith, kendisine başından beri inandığı ve Londra’da on sekiz yıl aşçılık yaptığını, 2001 sonunda küçük oğlunun kalp ameliyatı için para bulmak umuduyla ucuz gümüş alıp dönüşte pahalıya satmak üzere Pakistan’a gittiğini, o sırada Afganistan sınırındaki kamplarda mültecilere yemek pişirdiğini, bu esnada iki kez de sinir krizi geçirdiğini uzun bir takip sonrasında belgeleriyle kanıtlayabildiği içindir ki, yaşıyor bugün. A Handful of Walnuts, hayatın hepimizin başına gelebilecek tuhaf tesadüfleri, aklın hepimizin aklına bir parça musallat olan müzmin tereddütleri ve başkalarının hepimiz hakkında her an, her makamdan sürdürdükleri usul terennümleri hiç umulmadık bir noktada kesiştiğinde, herhangi birimiz gibi bir insan olan Errachidi’nin, kendini nasıl “azılı bir El Kaide militanı” olmadığını kanıtlamak zorunda bulabildiğinin hikâyesi. Errachidi’nin beyninde ve etinde hissettiği acıyı, çaresizliği, hiçleşmeyi okurken sizin de kibriniz kırılıyor, insanlığınız içinize ağır gelmeye başlıyor sanki, dudaklarınızdaki o teklifsiz tebessümü çiğneyip tükürmek istiyorsunuz.

“Ziyaretçiler” başlıklı bölümde, “Her yemekten sonra, günde üç kez gelirlerdi” diyor Errachidi, “Onları sabırsızlıkla beklerdim. Onlarla otururdum, refakatleri mutlu ederdi beni. Saatler geçirirdik birlikte ama hiç sıkılmazdım. Gelir ve bana hayatın bitmediğine dair bir ümit getirirlerdi. Ne zaman onları görsem, rahatlardı içim. O kadar sessiz yürürlerdi ki, muhafızlar onların orada olduğunu bilmezlerdi.”

Böyle diyor ve çok geçmeden, “Muhteşem karınca milletinden bahsediyorum” diye açıklıyor durumu: “Bu güzelim yaratıklar beni çelik hapishanemde ziyaret ederlerdi... Onlar için gizlice bir köşede yiyecek saklardım.” Gerisi, Errachidi’nin, yuvarlak kısmı yukarı gelecek şekilde, hücrenin zeminine bıraktığı yarım bir yer fıstığının altına girip, sessizce içini kemiren karıncaların, sonra hiçbir şey olmamış gibi, fıstığın kabuğunu orada öyle bırakıp gitmelerinin hikâyesi. “Bilmeseniz, o kabuğun içinin boş olduğunu asla anlamazdınız” diyor Errachidi, “Bunu çok eğlenceli bulurdum... Karıncalar ziyaretime gelince, ölüm hücreme hayat girerdi.”

Tercih hakkını yaratmaktır özgürlük

Errachidi’nin hatıratını okuduktan sonra, Filiu’nun “Arap Baharı”ndan çıkardığı derslerde eksik bir vurgu var gibi geldi bana. Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da, Suriye’de, bir yandan da, asırlardır kırılmış bir gururun tamirine tanık oluyoruz belki de biz. Tek tek bireyler ve halklarla birlikte bütün bir kavim, benliğini yeniden inşa ediyor sanki. İlk kez tercih hakkını yaratarak yapıyor bunu. Ölümüne başkalarının çoktan karar verdiği bir dünyada, gökdelenin tepesinden atlamakla, nasıl öleceği konusunda son bir tercih kullanan o gururlu adam gibi, Arap gençleri de nasıl yaşamak istedikleri konusunda ilk kez bu kadar kararlı bir ses yükseltiyorlar. Özgürleşmek de bu değil mi zaten? İnsanın gururunu tek parça tutan şey, son tahlilde tercihleri değil mi? Ona hiçbir seçenek bırakmayan bir ölüm hücresinde, dört ayaklı ziyaretçileriyle sırdaşlık ederek ümitlenebilen bir adamın her şeye rağmen hayata tutunma tercihi, başlı başına bir gurur, bir özgürlük manifestosu değil mi aslında?