Kılıçdaroğlu: Parlamenter demokrasiyi merkeze alan yeni bir anayasaya ihtiyacımız var

Kılıçdaroğlu: Parlamenter demokrasiyi merkeze alan yeni bir anayasaya ihtiyacımız var

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, partisinin 'İktidar Kurultayı' öncesi kaleme aldığı yazıda, "Özgürlüğü, şeffaflığı, denetlenebilir olmayı, hukukun üstünlüğünü temel ilke olarak belirleyen, seçim sistemini en geniş temsil esasıyla düzenleyen parlamenter demokrasiyi merkeze alan yeni bir anayasaya ihtiyacımız var." düşüncesini dile getirdi. 

Kılıçdaroğlu, "Tüketime, ithalata dayalı bir ekonomik model yerine üretimi, verimliliği, katma değeri yüksek ürün üretmeyi hedefleyen yeni bir büyüme stratejisine ihtiyacımız var. Böylece hem yeni sürece güçlü hazırlanabilir hem de küresel ekonomide ortaya çıkacak yeni fırsatlardan yararlanabiliriz." görüşünü savundu.

Kılıçdaroğlu, "Pandemi süreci, kayıt dışı çalışma ve çalıştırmanın sadece ekonomik hayatı değil, toplumsal sağlığımızı da etkilediğini göstermiştir. Oysa ihtiyacımız olan kayıt dışı çalışmaya göz yumarak, hatta özendirerek önlem almayan devlet değil, vatandaşının geleceğini güvence altına alan bir sosyal devlettir." değerlendirmesinde bulundu. 

Cumhuriyet gazetesine yazan Kılıçdaroğlu, "Dolayısıyla 'kayıt dışı istihdamın azaltılması ve gelir dağılımı eşitsizliğinin giderilmesi konularında özel sektörün de sorumluluk üstlenmesi' gerekmektedir. Bu bağlamda özel sektörün de hakkaniyetli, adil, çalışanlarının tüm haklarını gözeten, şeffaf bir istihdam politikasını sağlayacak yeni bir toplumsal mutabakata ihtiyacımız var. Bu bağlamda, daha adil bir vergi politikasına geçilmesi, sadece çalışanların değil, işletme sahiplerinin de talebi olmalıdır. Günümüzde asgari ücretin neredeyse ortalama ücrete dönüştüğü bir ekonomik düzenin, toplumsal barışı da bozucu etkisi olduğu unutulmamalıdır." ifadesini kullandı. 

Kılıçdaroğlu yazısında şunları kaydetti: 

Buyurgan, baskıcı devlete değil, danışan, ürettiği çözümleri tartışan, sosyal adaleti sağlamak için çaba harcayan, vatandaşın ödediği vergilerin hesabını vatandaşına vermenin onurunu yaşayan bir devlet anlayışına ihtiyacımız var.

Özellikle Covid-19 süreci bize, herkesin temel sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkının, hepimizin sağlığının korunması açısından devlet için vazgeçilemez bir görev olduğunu göstermiştir. Dolayısıyla prim borcu vb. gerekçeler sağlık hizmetlerinden yararlanamamanın bahanesi olamaz. Bu bağlamda, Genel Sağlık Sigortası (GSS) pirimi, katılım payı ve ilave ücret uygulamalarının kaldırıldığı, temel sağlık hizmetlerinden eşit bir şekilde herkesin yararlanmasını sağlayan yeni bir sağlık sistemine, konut ve gıdaya ulaşım hakkının güvence altına alındığı yeni bir düzenlemeye ihtiyacımız var.

Anayasamız yoksulun, işsizin de korunmasını ve işsizliğin önlenmesini öngörmektedir. Bu kapsamda, işsiz bir bireyin, ailesiyle birlikte, iş bulana kadarki tüm geçimi ve sosyal güvenlik hakları kamu tarafından güvence altına alınmalıdır. Bu güvence sadece sosyal yardımlar yoluyla sağlanamaz; “Aile Destekleri Sigortası” bu güvencenin ilk ve kalıcı adımı olarak “mümkün olduğu kadar kısa zaman içinde” yaşama geçirilmelidir. Böylece dar gelirlinin korunması devletin bir “lütfu” değil, vatandaşın “hakkı” ve devletin de bir görevi olduğu bilinecektir.

Özel sektörün bütünüyle kontrolüne bırakılamayacak olan eğitim, sağlık, sosyal hizmet ve güvenlik alanlarıyla, doğal tekel alanlarının geniş çaplı bir istihdam hamlesiyle tahkim edilmesi “yeni devletçiliğin” sorumlulukları arasında yer almalıdır. Bu sayede yüz binlerce aile, en az bir bireyi yoluyla düzenli gelire kavuşmuş olacaktır.

Saray iktidarının, yandaşları için uyguladığı kayırmacı politikalar ekonomide istikrarsızlığa, kaynakların savurganca kullanımına, gelir dağılımında dengesizliğe ve Türkiye’yi üretimsizliğe mahkûm etmektedir.

Yandaş endeksli politikalar, sadece vatandaşın bugününü değil, çocuklarımızın geleceğini de ipotek altına sokmaktadır. Kaldı ki yandaşlar, ileride bir iktidar değişikliğinin kendileri için oluşacak bir riski de yok etmek için Londra’daki mahkemelerin yetkili kılınmasını iktidara kabul ettirmişlerdir.

Böylece sömürü düzeninin hukuk sistemi, egemen güçlerin kontrolüne (güvencesine) teslim edilmiştir. Bir iktidar değişikliğinde Türkiye’nin ve tüm çocuklarımızın, gençlerimizin mutlu ve özgür geleceği için bu sömürü düzeninin sonlandırılması gerekmektedir. Bunun yolu da hukuk içinde bu yatırımların kamulaştırılmasıdır.

Buradaki ilginç nokta, iktidarın kamu yatırımları olarak kamuya sunduğu yatırımların, sömürünün sonlandırılması için kamulaştırılmasıdır. Demek ki bu yatırımlar kamu yatırımı değildir, ama kamulaştırılması gereken yatırımlardır.

Bu noktada CHP’nin 3. Genel Başkanı Bülent Ecevit’in, Yön dergisinin 27 Aralık 1961 tarihli ikinci sayısında yayımlanan (Dergiyi çıkaran ekibin ilk sayısında yayımladığı bildiriyi eleştiren mektubu) mektubuna bakmak zihin açıcıdır.

Ecevit, mektubunda, bildiriye ilişkin itirazlarını sıralarken özellikle “devletçilik” ile ilgili şu görüşünü paylaşır: “...Önemli olan devlet işletmeciliğine her türlü özel teşebbüs imkânını köstekleyici ve teşebbüs ruhunu baltalayıcı avantajlar sağlamak değildir; önemli olan, devlet işletmeciliğine teşebbüs ruhunu, özel teşebbüse de devlet işletmeciliğinin toplumsal sorumluluğunu kazandırmaktır.”

Bugün doğrudan bir devlet işletmeciliğinin gerekli olup olmadığı tartışılabilir. Ancak tartışılamayacak olan özel teşebbüsün de devletin her türlü yozlaşmaya rağmen taşımaktan vazgeçemediği toplumsal sorumluluğunu kazanması gerektiğidir.

Günümüz koşullarında “devletçilik” anayasamızda da belirtildiği üzere “Çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek, çalışanları ve işsizliği korumak, çalışanları desteklemek ve işsizliği önlemeye elverişli ekonomik ortamı yaratmak” amacından ayrı düşünülemez.

Dolayısıyla yaklaşık 90 yıllık bir geçmişi ve birikimi olan devletçiliğin, “Sosyal Devlet Devletçiliği” hedefiyle yeniden tanımlanması gereğin de ötesinde zorunludur. Tek bir çocuğun dahi yatağa aç girmeyeceği bir düzeni, tüm vatandaşlarımızı da kapsayan ve kucaklayan bir anlayışla hep birlikte kurmalıyız.

Şu bilinen bir gerçektir: Bir ülkede en büyük ekonomik aktör devletin kendisidir. Çünkü devlet vergi toplar, borçlanır ve bunlar dışında da bazı gelirlere sahiptir. Soru şudur: “Devlet bu kaynakları kim için, nasıl harcayacaktır?” Sosyal devlet olmak, refah devletini inşa etmek bu sorunun yanıtında yatmaktadır. Sosyal devlet mantığıyla yapılacak her harcama günümüz sosyal devletçiliğinin temel anlayışını yansıtacaktır. Yeniden anımsatmak gerekirse devlet, evlatlarını bir ana şefkatiyle, ayrım yapmaksızın ve yaptırmaksızın korumak ve kollamak zorundadır.