CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, partisinin grup toplantısında gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu. "Huzurlu bir toplum yaratmak zorundayız" diyen Kılıçdaroğlu, "Biri konuştuğunda herkes kulaklarını tıkıyor. Emin olun üç gün sussa Türkiye'de huzur olur. Her gün konuş her gün kavga... Nereye gidecek!" ifadesini kullandı.
Kılıçdaroğlu, geçen haftaki grup toplantısında atıfta bulunarak, "Geçen hafta beraber bir duyguyu yaşadık. 301 şehidin adını tek tek saydık. Hiçbir partinin yapmadığını yaptık. Çünkü biz CHP'yiz" dedi.
Kılıçdaroğlu'nun konuşmasından satır başları şöyle:
Soma'daki madenciler yürüyor haklarını arıyor. Orada eylem yapan bütün işçi kardeşlerimi yürekten kutluyorum. Sizin emeğinizi satan sendikacılara sakın güvenmeyin. Hep sizin yanınızda olacağız. Herkes iş bulmalı, herkesin işi olmalı ama herkes örgütlenebilmeli bir araya gelebilmeli derdini anlatmalı toplu sözleşme yapmalı. Biz ortaçağ ülkesi miyiz 21. yüzyıl ülkesi miyiz. O zaman örgütlenmekten korkmayacağız. Kim buna yasal engel getiriyorsa mücadeleye hazırız. Bunu herkesin bilmesini istiyorum. Özellikle de taşeron yanında çalışan işçi kardeşlerim bilsin. Biz sizin haklarınızı savunuyoruz. Sizin için mücadele ediyoruz. Bize güvenin bize destek verin. Beraber olacağız ki güçlü olalım. Ama hala gidip de sizin emeğinizi sömüren bir siyasal partiye destek verirseniz başınıza daha çok şey gelecek. Hep beraber ağlayacağız. Ağlamak çözüm değil soruna çözüm üreteceğiz.
Biz üçüncü sınıf değil birinci sınıf demokrasi istiyoruz. Köle düzeni içinde değil uygar bir tarzda çalışsın herkes. Herkes ülkesine yasalarına sendikasına hukuka yargıya güvenmeli. Bütün bunları sağlarsak çağdaş Türkiye'yi yeniden ayağa kaldırmış oluruz.
İşçilerimize sesleniyorum. Sizin yeriniz sizin ocağınız Cumhuriyet Halk Partisidir. Halkın partisi.. Siz halktan birisiniz. Haklarınızı savunuyoruz. Ne arıyorsunuz sağda solda? Ne bekliyorsunuz? Umut mu? Onlardan size umut yok. Onlar kendileri köşeyi dönmek istiyor. Sizi sömürmek istiyor. Soma'da 301 kişi hayatını kaybetti. Birlieri timsah gözyaşı döküyor. Bırakın onları. Haklıysanız güçlüsünüz. Unutmayın biz sizin yanındayız.
Yardım gelecek şu gelecek bu gelecek insanlar öldü ne yapalım demeyelim. Bunun mücadelesini yapmamız lazım. Onlar da işçiydi siz de işçisiniz. Ama emeğinizi sömürtmeyin. Çağdaş bir insan gibi alın teri döküyorsunuz. Alın terinin hakkını almak zorundasınız. Bunun mücadelesini yapacağız. Yeriniz artık burası. Geleceksiniz eliniz mahkum. Ya sömürülmeye katlanacaksınız ya da artık yeter ben de özgür bir yurttaş gibi yaşamak istiyorum alın terinin karşılığını almak istiyorum diyeceksiniz. Öyleyse gelin ortak ses çıkaralım.
Soma'nın hesabını soracağız hiç endişe etmeyin. Geçen hafta beraber bir duyguyu yaşadık. 301 şehidin adını tek tek saydık. Hiçbir partinin yapmadığını yaptık. Çünkü biz CHP'yiz. Halkın partisiyiz. Hiç kimsenin burnu kanasın istemeyiz. Bu ülkede eğer mutlu olacaksak herkesin çalıştığı ama güvence içinde çalıştığı bir toplum yaratırsak mutlu oluruz. Aksi halde dağılırız. Huzur ve barış istiyoruz.
Türkiye riskli bir sürecin içine girdi. Kullanılan dil gerginliği besliyor. Bu gerginlik bu kaygı toplumun dokularına işledi. Tekerlek kırılınca yol gösteren çok olur. Ama biz tekerlek kırılmadan yol göstermek istiyoruz. Bunu aydınlar akademisyenler sanatçılar yapacak. Bu ülkenin siyasetçileri yapacak. Nasıl davranmamız gerektiğini anlatacağız. Siyasetçinin sorumluluğu aydınlardan biraz daha fazladır. Bizim bir de temsil yetkimiz var. Oy almışız halktan. Gelmişiz bu kürsülere ve burada biz halkın dertlerini dile getirmek çözüm üretmek zorundayız. Kendisi sorun olan bir siyasal iktidara karşı çözüm üretmeliyiz. Aksi halde sağlıklı bir süreci yakalayamayız.
Yol göstermek siyasetçinin ve aydınların görevidir. Taşeron sistemi nasıl engellenecek? Uluslararası standartlar var onları getireceğiz. Sendikacılık.. Ona da uluslararası standartlar var. Yeniden keşfedecek bir şey yok. Çözümler hazır.
Gerginliklerden belli siyaset kurumları beslenmeye çalışıyor. Bu tehlikeli bir sürece bizi götürür. Siyasetçinin bir görevi vardır. Siyasetçi halka hesap vermek zorundadır. Siyaseti zenginleşmek için yapmaz. Halka adanmıştır. Halkın sorunlarıyla ilgilenirsiniz. O dertlere çözüm üretirsiniz. Eğer bunları bir kenara bırakıp kendi iktidarınız için toplumu kamplara ayrıştırırsanız sorun yaratırsınız. Bugün geldiğimiz nokta budur. Sorun yaratan bir siyasal iktidar var. Biri konuştuğunda herkes kulaklarını tıkıyor. Emin olun üç gün sussa Türkiye'de huzur olur. Her gün konuş her gün kavga... Nereye gidecek!
Huzurlu bir toplum yaratmak zorundayız. Biz olabildiğince muhalefet yapıyoruz. Adı üstünde.. İşimiz iktidarın yanlışlarını dile getirmektir. Bizim görevimiz bu. Hükümet ülkeyi akılla yönetir öfkeyle değil.
Siyasetçinin bir avantajı da kürsü dokunulmazlığıdır. Ama aydınlar da demokrasiyi savunmak zorunda. Zalimin ve yanlışın karşısında durmak zorundalar. Aksi halde onlara aydın diyemeyiz. Toplumun önderidir aydın. Bir bedel ödenecekse aydın bedel ödemekten korkmaz. Onun için biz ona aydın diyoruz. Eğer korkup sesini kesiyorsa ona aydın denmez. O farklı bir şeydir.
76 milyon yurttaşıma sesleniyorum. Biz üstümüze düşeni yapıyoruz. Hatta bazı hataları fazla kutuplaşma olmasın diye özenle görmüyoruz. Soma olayları konusunda çok dikkatli bir tutum izledik. Gezi olaylarında da çok dikkatli bir tutum izledik. Gencecik çocuklarımız gömülmesin diye mücadele ettik. Biber gazını bizim vekillerimiz yedi. Copları bizim vekiller yedi. Hastanaye kaldırıldılar. Vatandaşın çocuğu dövülmesin biber gazı yemesin diye yaptık.
Yanlış mı yapıyoruz biz acaba? Biz çatışmadan yana değiliz. Bu arada yüzü maskeli elinde silah olayları çıkaranlar kimse bunlar çıkarsınlar ortaya. Biz yüzü maskeli elinde silah olay yaratan kişilere karşıyız. Her zaman söyledim yine de söylüyorum.
O kişiler acaba kim? Gezi olaylarında Toma'ya molotof kokteyli atan polisleri gördük. Fotoğraflarını gördük. Şimdi toplumda bu kutuplaşmayı yaratanlar kimler? Hükümetin bir an önce bunu ortaya çıkarması lazım.
Şimdi konuşmayacaksak ne zaman konuşacağız. Kamplaşma yaratılıyor. Öyle bir tabloyla Türkiye ilk kez karşı karşıya kalıyor. Müthiş bir yarılma... Bunu yapan siyasal iktidarını korumak için çaba gösteren iktidar. İlk kez Türkiye böyle bir tabloyla karşı karşıya.
Ben 68 kuşağındanım. Hep ülkemin bağımsızlığını savundum, huzuru savundum. 1960 ihtilali sonrası üç siyasetçiyi darağacına gönderdik. o dönem belki birileri alkışladı ama bugün siyasetçilerin idam edilmesinin ne kadar yanlış olduğunu hepimiz görüyoruz. Daha sonra üç gencimizi idame gönderdik. Neden? İntikam hırsıyla.
Biz yaşananlardan ders çıkarmak zorundayız. Uygar dünya yaşadığı acıları bir toplumsal kazanıma dönüştürdü.
Biz tarihten ders almadık. O acıları toplumsal kazanıma dönüştüremedik. birileri geldi bizi geçti biz toplumu ayrıştırarak yeni fay hatları yaratarak toplumu bölüyoruz.
Bugün cumhuriyet tarihinin en büyük kırılmasıyla karşı karşıyayız. Toplum ayrışmış durumda. Ayrıştıran bölen halkı kullanan halkı kendisine köle haline getiren siyasetçiler.
Eğer siz karşınızdaki insanı insan yerine koyup onun derdini acısını bilirseniz, acısını paylaşabilirseniz toplumsal kazanım yakalarsanız. Ama onu ötekileştirirseniz yakalayamazsanız. Siz düşünebiliyor musunuz empati kuramayan bir siyasetçi? Onu oy makinesi olarak gören bir siyasetçi. Onun sorunlarına çözüm üreten değil. Türkiye onları aşmak zorundadır.. Yeni bir Türkiye’yi yaratacağız. Farklılıklarımız var mı elbette var. Ama onları zenginlik olarak göreceğiz. Eğer siz birisini ötekileştirirseniz, yaptığınız tüm haksızlıkları meşrulaştırmış olursunuz.
İnanç açısından, mezhep açısından ötekileştirir ve ondan sonra söyleyeceklerine meşruluk kazandırmaya çalışır. Bakın tarihe. Biz bunlardan ders çıkardık mı? Hayır ders çıkarmadık. Her seferinde başa dönüyoruz. Biz kalkınamıyoruz, büyüyemiyoruz.
Kendi iç sorunlarıyla sürekli kavga eden bir siyaset anlayışını bir tarafa bırakmak zorundayız. Bizde güzel bir laf var “Susma sustukça sıra sana gelecek” işçilerimizin söylediği.
Sadece sizin sorunlarınızı değil Türkiye’deki bütün işçilerin sorunlarını çözmeye talibiz. Emeklinin sorunu, çiftçinin sorunu, işçinin sorunu, ev hanımlarının sorunu hepsini çözmeye kararlıyız.
Ama bu slogan ne zaman atılıyor? Sıra onlara geldiği zaman atılıyor. Oysa bizim inancımızda haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır deniyor. Haksızlıklara karşı susmayacaksın.
Ben isterdim ki TEKEL işçileri Kızılay’da dövüldüğü zaman Türkiye’nin bütün işçileri Ankara’da olsun. ben isterdim ki Soma’da 301 işçi hayatını kaybederken bütün sendikalar orada olsun. Ama bunlar olmuyor. İşçi kardeşim size sözüm var, bu sendika düzenini, sendika ağalığını yıkacağız ve onlardan da hesap soracağız.
Ayrışmadan söz ettik, kamplaşmadan söz ettik. Siz kamplaştırırsanız renkleri yok edersiniz. Bir siyah kalır bir beyaz kalır. Oysa güneş bile yedi renkli. Neden politikacı sert bir dil kullanıyor? Neden umut vaat etmiyoruz. Neden hep kavga ediyoruz. Neden ağzını açtığı zaman tepeden tırnağa hakaretlerle bu insanı maruz kalıyor. Bakın 301 işçi hayatını kaybetti. Ben de Soma’ya gittim. Bir kadıncağız bize sitemini yaptı. Yanımdakine de bu kadıncağız haklı dedim.
Sonra bir de bu ülkenin başbakanlık koltuğunda oturan zatta gitti. Evet gitmesi gerekir. Gayet güzel, bakın 301 kişi hayatını kaybetmiş. Yaş ortalaması 10 olan 432 çocuk yetim kalmış. Eşler yok, evlatlar yok. Büyük acı yaşanıyor. Bu gidiyor, sanki miting meydanı gibi kürsüyü koyuyor, başlıyor konuşmaya. Doğal bir ölüm kabul ediyor. Madenciliğin fıtratında doğasında böyle ölümler var diyor ve 1870’in 60’ın İngiltere’sinden örnek veriyor. 1860’da Abdülmecit tahtta ve ampul icat edilmemiş. Sen nasıl bu örneği verirsin. Bundan sonra Soma ayağa kalıyor. Herkes itiraz ediyor, yuh çekiyor. Efelenerek vatandaşın üzerine yürüyor. Yuh çekersen tokadı yersin diyor.
“Yahudi dölü” diye ona hakaret ediyor. Sonra 4 bin polisle gidiyor ve de markete sığınmak zorunda kalıyor. Sonra marketteki bir vatandaşı da tokatlıyor. İlk kez bizim tarihimizde, bir ülkenin başbakanı kendi vatandaşını tokatlıyor. Bu ülkenin insanlarının 76 milyonun vicdanına sesleniyorum. Seni tokatlayan adamın hala arkasındaysan oraya ben üç nokta koyuyorum. Kimse kusura bakmasın.
Böyle bir şey olabilir mi? Bu şu demek, gidiyorsunuz cenaze evine başsağlığı dilemeye. Cenaze sahibine hakaret ediyorsunuz, bir de dövüyorsunuz. Biz oraya acıları paylaşmak için gittik. Onlar itiraz eder elbette eder. Düne kadar kim dinledi onları? Adam yerine bile koymadılar. Gideceksiniz çalışacaksınız dediler.
Üzerinde ne oldu? Okmeydanı’nda olaylar oldu. bir vatandaş başsağlığı için cemevine gidiyor ve bir kurşunla hayatını kaybediyor. Olaylara giren bir insan değil, çocuğu var küçücük, eşi var ve öldürülüyor.
Bunlardan bir yandaş şöyle bir tweet atıyor. İstanbul Kızılay Şube Başkanı İlhami Yıldırım “Ya bu ülkede eşek gibi sessizce yaşayacaksınız yada defolup gideceksiniz” Siz Erdoğan’ın bunu eleştirdiğini duydunuz mu? Bu kişi Kızılay’dan atılacak mutlaka dediğini duydunuz mu? İşte toplumu bölmek budur. Biz uğur Kurt’a da üzülürüz Ayhan Yılmaz’a da üzülürüz. Bu topraklardaki her kişi bizim kardeşimizdir. Bize oy versin vermesin o bir insandır değerlidir ve biz ona saygı göstermek zorundayız.
Ne dedim? Toplumu bölüyor, renklere tahammül edemiyor. Senin defolup gitmen lazım. Yine söyledim söylüyorum. Devlet akılla yönetilir. Sabırla yönetilir. Polislerin sabrına şaşıyorum diyor. Alsınlar silahları hepsini tarasınlar. Bir başbakanı nasıl yönetebilir?
Herkes birbirine kuşkuyla bakıyor. Geldiğimiz nokta budur. Bütün bunları emin olun bilinçli yapıyor koltuğunu korumak için. Ama bu ülkenin insanı ayrışmadı bölünmedi. Farklı renklere saygı göstermek istiyor. Ama o ısrarla bölünün ayrışın diyor. Niye kavga edelim niye ayrışalım? O koltuğunu korumayı ayrışmaya borçlu.
Biz her türlü uyarıyı yapıyoruz. Sorumluluk üstleniyoruz. Bizim de sorumluluğumuz var. Ülkenin ayrışmasına izin vermeyeceğiz. Kavgaya izin vermeyeceğiz. Beraber yaşamak istiyoruz bunu sağlamak zorundayız. Sadece biz mi uyarıyoruz, hayır. Bakın Erdoğan Almanya’ya gitti.
Merkel’in açıklaması var. “Sorumluluk bilinciyle hassas davranacağını bekliyorum” diyor. Diplomatik bir dille en ağır uyarıdır. Neden? Erdoğan’ın kendisini yönetmeyi beceremediğini, kontrolü kaçırdığını o da çok iyi biliyor. Böyle bir ağır eleştiriye emin olun ben çok üzüldüm. Almanya’nın iç barışını bozmasınlar diyor. Sen kavgaya gelirsin diyor, umarım bunu yapmazsın diyor.
Tabi Erdoğan sadece kendi itibarını değil Türkiye’nin itibarıyla da oynuyor. Eğer Türkiye’nin güçlü olmasını istiyorsanız, huzur içinde yaşayan bir Türkiye diyorsanız o zaman yeniden düşünmek zorundasınız.
Geçen hafta TOBB Genel Kurulu’na katıldım. Bütün kurumlar onlara uyarlar. Gidersiniz Kutlu Doğum Haftası vardır, protokole göre herkes konuşur. Sadece bizde mi, hayır bütün ülkelerde vardır bu. Ama ne hikmetse, iş veren dünyasının yaptığı toplantılarda buna uyulmaz. Erdoğan gelir konuşur ve çeker gider. Ben de onlara diyorum ki yahu siz korkuluk musunuz, devletin protokolünü uygulamak zorundasınız. Bunu uygulamayacaksanız bunu neden yapıyorsunuz o zaman? Bunu yapmıyorlar çıktı konuştu. Ben diktatör değilim diyor. ‘Şu önde oturan var ya’ diyor önde oturan, bana diktatör değilim diyor. ‘Ben diktatör olsam’ diyor ‘sen meydanlarda böyle gezemezsiniz’ diyor.
Sevgili Erdoğan ben meydanlarda cesaretle geziyorum, sen benim konuşmamdan korkup kaçıyorsun. Sanıyor meydanlar kendisinin tapulu malı. Meydanlar senin değil halkın. Elbette meydanda gezeceğiz. Diktatörlerin ortak özelliği çok korkak olmalarıdır. Benim konuşmamı dinlemeye tahammül edemiyor. Çünkü hemen müdahale edecek ve bunu yaptığı zaman da bunu biliyor. O nedenle kaçmayı tercih etti.
Elbette diktatörlük önemlidir. Birisinin diktatörlüğe soyunması siyaseten hepimizin irdelemesi gereken bir olaydır. Ben ona diktatör dedim. Doğru, hatta diktatör bozuntusu da dedim. O da doğru. Benim diktatör dememle o diktatör olmuyor tabi. Bilim adamları acaba nasıl tanımlıyorlar? Siyasetçinin eleştirilmesi farklı, ama bir bilim adamının diktatörün ne olduğunu söylemesi farklı.
2013 Mayıs’ta Erdoğan ABD’ye gitmişti. Muhterem eşlerine bir kitap armağan edildi “Diktatörlüğün psikolojisi” Bu kitabı aldık baktık. Önemli bir kavram geliştiriyor, diktatörlük demokrasi sarkacı diye önemli bir kavram. Nedir diyor bu sarkaç? Saf demokrasi ve diktatörlük arasındaki durumu gösteriyor. Ve şunu soruyor kendisine kitabında “Sarkacı demokrasi yada diktatörlük kutuplarına yakınlaştıran şey nedir?” ve şöyle bir yanıt veriyor “Diktatörlük tek bir kişinin, veya hizipleşmiş bir grubun topluma hükmetmesi, politik muhalifleri bastırmasıdır” diyor ve devam ediyor “diktatörlüklerde bağımsız yargıdan söz edilemeyeceği gibi geçerli olan kanunlar diktatörün veya hizipleşmiş bir grubun ölçüsüz isteklerine kulak verir” ve devam ediyor “eğitim basın haberleşme sistemleri üzerine eşi görülmemiş bir kontrol gibi, toplumun hareketleri de kontrol altında tutulur”
Herhalde Türkiye için yazıldığını düşündünüz değil mi? Demokrasiyi de tanımlıyor “Dört kritere bakacaksınız diyor. Dört kriter uygun değilse diktatörlük var diyor. Şehir meydanı testi birinci kriter, iktidarı seçim sandığında, azınlık haklarının testi, bağımsız yargı testi”
Şehir meydanı testinde şunu diyor “Bir yurttaş yaşadığı şehrin meydanına çıkıp tutuklanma korkusu olmadan özgürce konuşabilir mi? Konuşursa demokrasi var diyor, konuşamazsa diktatörlük var diyor.
İkincisi iktidarı seçim sandığında gönderme testi. Bizde seçim var, oylarımızı kullanıyoruz. Burada bir sorunumuz yok. Ama iki temel sorun yaşıyoruz. Birincisi yüzde 10 seçim barajı. Kim getirdi bunu? Bir başka diktatör getirdi. O diktatörün yasasının arkasına sığınan bir başka diktatör hüküm sürüyor şimdi. Değiştir diyoruz, hayır diyor ben de onunla aynı fikirdeyim diyor.
İkincisi her seçim sonrası ortaya çıkan şaibeler.
Geliyorum azınlıkta kalanların testi. “Toplum şehir meydanı testinden geçmiş olabilir. Özgürce konuşabilir. Ayrıca iktidar seçim sandığında değişebilir. Ancak bütün bunlara rağmen toplumun çoğunluğu azınlığa kalanlara karşı oy verirse demokrasiden söz edemez. Demokrasinin üçüncü olmazsa olması azınlıkta kalanların haklarının korunmasıdır” diyor. Diyor ki “ABD’de köleliğin meşruiyetini kabul etmişlerdi. Köleliğin olduğu yerde demokrasi olmaz”
Bağımsız yargı testi “Şehir meydanı testi, iktidarı sandıkta değiştirme testi, ancak bağımsız yargının varlığıyla uygulanabilir. Yoksa hiçbirinin önemi yoktur” diyor. Mokaddan herhalde bunu Türkiye için yazmadı, ama bakıyorsunuz Türkiye’yi anlatıyor. Yasama yargı ayak bağıdır demedi mi? Sen diktatörsün diyorum, ben diktatör değilim diyor. O zaman nesin? Diktatör bozuntususun.
Ayrıca diktatörler, mahkemeleri gayri milli ilan ederler. Ama onu öyle görüyor. Kendi istediği yönde karar verirse mahkeme millidir.
Diktatörlerle yolsuzluklar arasında “diktatörlüklerde vatandaşlar yolsuzluklara karşı sesini yükseltmekten korkarlar. Çünkü bu hareketler ölümcül bir günah gibidir diyor. Derin ve haklı bir korku kol gezer diyor. Sessizlik olunca, rüşvet komisyonun iş yaşamında normal karşılanan unsurlar haline gelir diyor.
Onun için rahatlıkla telefon ediyor “oğlum paraları sıfırla” diye. Onun için hakimi savcıyı gönderiyor. Bütün bunların hepsini biliyoruz. Bu kitap diktatörlerin psikolojisi kitabı çok önemli bir kitaptır.
Şunu da söylüyor “Diktatörler kadını kontrol altına almayı ilk hedef olarak görür.” Yine devam ediyor “bundan sonra güzel sanatların kontrolüne odaklanıyor” “Çünkü güzel sanatlar doğaları gereği ifade özgürlüğüyle iç içe geçmiştir. Güzel sanatlar diktatörler için kontrol edilmesi gereken tehditlerdir” diyor.
“Diktatörlük kurmak yaşatmak için dış tehdit algısının abartılarak kullanılması başvurulan bir yöntemdir” diyor. Devam ediyor “diktatörlükler şöyle derler ‘tehlikeli bir düşman kapımıza dayandı. Bize saldırmak istiyorlar (bize darbe yapmak istiyorlar) biz de elimiz kolumuz bağlı oturmayacağız” diyor. Bu düşman icad etme, dış tehditlere karşı odaklanma hali halkı iç problemlerle uğraşmamasını sağlar.
Havuz medyası da bunun için kuruluyor zaten. Onun için havuz medyasının yetkilisi “alo Süleyman iki milyon gönder” cesaretini buluyor.
Daha kapalı toplum yaratmak amacıyla özgürlükleri kısıtlaştırmayı hedefler. “Tüm diktatörler muhalefeti ezmeyi denerler” yine devam ediyor “bu amaçla içeriden düşman icat etmeyi yöntem olarak kullanırlar”
“Diktatörlerin en önemli özelliği, liderliğin her şeye kadir oluşudur. Ben her şeyi yaparım, ben kudretliyim. Diktatörlerin özelliği bu diyor. Hayatın akışında diktatörün karar vermemesi gereken hiçbir şey yoktur. Diktatör açıkça hiçbir fikir sahibi olmadığı alanlarda bile her şeyin en doğrusunu kendisinin bildiğini var sayar. Kadın nasıl giyinecek, kaç çocuk yapacağım, doğumu nasıl yapacağım diktatör karar veriyor.
“Diktatörün hemen her konuda sıradan halkı, en basit işler hakkında bile söz söyleme eğilimi vardır. Diktatörün gözünde uzmanlık eğitimin hepsi harcanabilir. Cahil ve yeteneksiz olsa bile sadık birey makbul olandır” diyor.
Diktatörlerin yanılgıları diyor. Diyor ki “ Diktatörler halkın kendilerini sevdikleri ve sonuna kadar liderliklerin arkasında duracakları illüzyonlarıyla yaşamayı tercih ederler.”
Diktatörün Psikolojisi kitabından bölümler okudum size. Erdoğan’ın yakınındaki arkadaşlara rica ediyorum, bu kitabı alın ona okuyun. Ben diktatör değilim diyor, bu kitabı oku özelliklerin tamamının sende olduğunu göreceksin. Ben boşuna bir adama diktatör demem, ben diktatöre diktatör derim.