Prof. Tayfun Atay, Kemal Kılıçdaroğlu'nun beş yıl önce genel başkanlığa başlarken en büyük derdinin "Baykalizm"i aşma ve Türkiye'den çok kendini CHP'ye kabullendirme olduğunu öne sürdü. "Baykalizm"in Deniz Baykal başkanlıktan gittikten sonra partide taş gibi kaldığını ve Kemal Kılıçdaroğlu'nun tepesine bindiğini ifade eden Atay, 7 Haziran seçim sonuçlarının Kılıçdaroğlu için hem parti içi dertlerle hem de parti dışı Türkiye meseleleriyle sarmalanmış bir süreçten başarıyla çıktığını ifade etti. Tayfun Atay, "Kılıçdaroğlu beş yıl önce 'Vira-Bismillah' deyip topluma ulaşmak arzusuyla yola koyulur koyulmaz adımlarına pranga olan feci bir engelle karşılaştı" ifadelerini kullandı.
Prof. Tayfu Atay'ın Cumhuriyet'te "Oyları artmadı ama yine de kazandı" başlığıyla yayımlanan 11 Haziran 2015 tarihli yazısı şöyle:
"CHP, Türkiye’de iktidar ufku epey bir süre Ankara-ODTÜ’nün karşısındaki genel merkez binasıyla sınırlı kalmış bir partidir.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun 2011 seçimleri öncesinde başlayıp bugüne değin süren CHP başkanlık performansını bu noktayı dikkate almadan değerlendirmek haksızlık olur.
Kılıçdaroğlu beş yıl önce “Vira- Bismillah” deyip topluma ulaşmak arzusuyla yola koyulur koyulmaz adımlarına pranga olan feci bir engelle karşılaştı. Ve Türkiye’yi kazanmadan evvel CHP’yi kazanmak gibi bir sorunla baş başa olduğunu fark etti.
“Baykalizm”i aşmanın en büyük dert olarak önünde durduğunu gördü.
Başkanlığa hayli nahoş bir hadise sonrası, apar-topar, neye uğradığını bilemeden, ama o günkü koşullarda mevcut en uygun ve makul isim olarak geldi o...
Söz konusu hadise sonrası Baykal başkanlıktan gitti, ama “Baykalizm” Parti’de taş gibi kaldı ve Kılıçdaroğlu’nun tepesine bindi.
“Baykalizm”, ODTÜ’nün karşısındaki binada iktidar olmayı, Türkiye’de iktidar olmaya tercih eden hareketin adıdır.
Bu hareket sayesinde CHP, Türkiye partisi olmaktan çıkıp Ankara’yla sınırlı bir “Genel Merkez Partisi” haline geldi.
“Devlet sınıfı”, özellikle de askeri bürokrasi gözetiminde sosyal demokrat soldan kopmuş, böylece “toplumcu” olmaktan çıkıp sıkı devletçi, tam anlamıyla elitist, bundan öte “militarist” bir parti olmaya savruldu.
Ve Kürtlere “empati” duygusunu da hayli köreltip “ulusalcılık” kisvesi altında faşizan eğilimlere yelken açtı.
Dersim’in Nazımiye’sinde “Düzgün Baba”nın eteklerinde büyümüş, “seyit ailesi” sayılan Kureyşanlar’a mensup “kavruk” bir Kürt çocuğu, “sosyal demokrat” bir kimlikle başkanlığına soyunduğu partinin kapısından içeri girdiğinde yukarıdaki tablo karşısında duvara toslar gibi olmuştur. Adeta nereye yüzünü dönse şamar yemiştir.
Aleviliği de başına bela oldu, Kürtlüğü de başına bela oldu, Dersimliliği de başına bela oldu. Hem içerde, hem dışarda...
Bir yandan “Parti’yi Alevileştiriyor” diye içeriden kıskaca aldılar; öbür yandan Dersim Katliamı’na sessiz diye dışarıdan yüklendiler.
Bir yandan Parti’yi ulusalcı, Atatürkçü, laik prensiplerden uzaklaştırıyor diye içten vurdular; diğer yandan dıştan da bir “devlet-parti” olan erken dönem CHP’sinin laiklik- Atatürkçülük adına gerçekleştirdiği toplum mühendisliklerinden hoşnutsuzlukların bedelini onun sırtına yüklediler.
Bir yandan içeride Dersim Katliamı’nın üzerine giden partili isimleri hizaya çekmemekle suçladılar; diğer yandan dışarıda-meydanlarda feci bir nefret dili uzattıkları İsmet İnönü CHP’si ile yargıladılar.
Tüm bunlar karşısında Kemal Kılıçdaroğlu’nun ben bu kadarını hak edecek ne yaptım diye isyan etmemesi bile onun ferasetini ve olgunluğunu işaret eder.
Kemal Kılıçdaroğlu böylesi hasmane bir parti-içi ve dışı konjonktürde CHP’yi yeniden topluma kazandırma yolunda, ama kimseyi de kaybetmemeye çalışarak çırpındı durdu. Parti’yi yeniden (1990’ların değil) 1970’lerin Ecevit’inin, “Genç Ecevit”in toplumcuhalkçı CHP’si kılma yolunda adımlar atmaya çalıştı.
Ama dışa-dönük adımlar ürkek, iç tepkiler ise kükrer olunca çok fazla yol katedemedi.
2015 seçim süreci onun için bir yandan bu “iç yük”ü silkinip sırtından atmak, öte yandan da AKP’nin dinbaz totaliteryanizmine, “Tek Adam” rejimi yaratma çabalarına karşı mücadeleyle geçti.
Erdoğan despotizmi karşısında Gezi olaylarından bu yana elinden geleni yaptığını belirtmek gerek. 30 Mart yerel seçimleri sonrası, zafer sarhoşluğu içindeki muktedirin tüm Türkiye’yi dehşete düşüren korkunç balkon konuşmasının hemen sabahında aynı (“nitelik”te değil) ağırlıkta karşılık verip totaliter gidiş karşısında kararlı, sağlam ve yürekli bir demokratik duruş sergileyişini unutmamak lâzım.
Tabii ki izlediği stratejiler tartışılabilir, hatalı bulunabilir. Cumhurbaşkanlığı seçiminde Ekmeleddin İhsanoğlu tercihi gibi... Belediye seçimlerinde Ankara için Mansur Yavaş tercihi gibi...
Ama kazanılmış bir Ankara’nın son anda göz göre göre kirli resmi müdahalelerle koparılması sürecinde kendi örgütünün, partililerinin, milletvekillerinin (ortaya çıkarılmış adaydan dolayı) kayıtsızlığını kabul etmek de hiç kuşkusuz kolay değildir.
Tüm bunların eşliğinde içerisine girdiği ve bir başkanlık sistemi seçimine dönüşmüş 7 Haziran sürecinde o, adeta “kara delik” gibi ülkenin ufkunda belirmiş tehlikeye karşı bir strateji benimsedi. Gerçekten de giderek yaşanacak bir yer olmaktan çıkan ülkede “Yaşanacak bir Türkiye sözü veriyorum” afişiyle kendisine yönelik bir “sigorta” hissinin yoğunlaşmasına imkân açtı.
Öte yandan milletvekilliği adaylık sürecinde son derece demokratik bir anlayışla aday belirme için ön seçim uygulamasına giderek başlı başına takdir edilmesi gereken bir kararın altına imza attı. Denilebilir ki “Baykalizm” bu noktada, üstelik Baykal’ı da harcamadan aşıldı.
Dolayısıyla CHP’nin 7 Haziran seçimlerinde aldığı sonucu bu iki nokta üzerinden birlikte değerlendirmek gerekir. Parti içinde en nihayetinde yaşanan kırılma partiye destek açısından bir şey götürmüş müdür, buna da bakılmalıdır.
Elbette alınan oyun yeterli sayılması, başarı kaydedilmesi söz konusu olamaz ve Kılıçdaroğlu da böyle bir motivasyon sergilemiyor.
Ama hatırlayalım, Baykal sergilemişti!.. AKP’nin 13 puanlık oy oranı artışı gerçekleştirdiği 2007 seçimlerinde, 2002’deki yüzde 19 CHP oyunun yüzde 20’ye çıkmış olmasını başarı addeden ifadeleri olmuştu.
Kılıçdaroğlu 7 Haziran seçiminde başarı önceliğini yıllardır bir yenilmez armada haline gelip ülkeyi diktatörlüğe taşımak isteyen iktidarın hevesinin kursağında kalarak sarsıntıya uğramış olmasına verdi. Seçim sonrası yaptığı ilk konuşmada buna şahit olduk.
Evet, oy artışı yoktur; ne kadar oy CHP’den HDP’ye yukarıda zikredilen diktatörlük kâbusu nedeniyle gitmiştir; onlar olsaydı durum farklı mı olurdu, vs.; bunları konuşmaya da gerek yoktur.
Kimlik ve yaşam biçimi temelli bir kutuplaşmanın pekişip siyasi gidişata yön verdiği bir ortamda oyların iktisadi veya başka önceliklerle atılabileceğini düşünmek çok gerçekçi değildir. HDP’deki artışın sebepleri de Kürtlerin kimliksel hassasiyetine ek olarak 7 Haziran’ın AKP karşısında bir hayat-memat seçimi olmasıyla bağlantılıdır. İnsanlar panik içerisinde kendi partilerinin ne alacağından çok AKP’nin ve HDP’nin ne alacağına kilitlendiler.
Ayrıca yüzde 25’te demirlemiş CHP, bu haliyle dahi Türkiye’nin Cumhuriyet geçmişinin hiçe sayılamayacağının, “reklam arası” addedilemeyeceğinin bir göstergesidir. Tek göstergesi değildir, ama bariz bir göstergesidir.
O yüzden de Kılıçdaroğlu’nun, bir oy artışı olmasa da laik, çoğulcu, demokratik Türkiye arzusunun, bu arzuyu taşıyan insanların temsilcisi olarak büyük resme bakıp dini vesayet anlayışının darbe yemiş olmasına başarı önceliğini vermesi de anlaşılırdır ve bu, onun hakkıdır!..
Sonuç olarak 7 Haziran, Kılıçdaroğlu için hem parti-içi dertlerle, hem de parti-dışı Türkiye meseleleriyle tortop sarmalanmış bir seçimdi.
İçerde kesin, dışarda kısmen kazanmıştır."