Kış Uykusu: Bir başyapıt ötesi

Kış Uykusu: Bir başyapıt ötesi

Feridun Andaç 

Şunu hemen söylemeliyim ki, Nuri Bilge Ceylan Kış Uykusu filmiyle geldiği noktada, edebiyatta romanın yapamadığını sinemada  başarıyor. Yüz yıllık sinema tarihimizin birikiminin sonucu olarak mı değerlendirmeli bunu bilemem, bu sinema eleştirmenlerinin işi.

O, ülke insanının ruhunu yakalayan bir anlatıcı. Lütfi Akad, Metin Erksan, Halit Refiğ, Atıf Yılmaz, Yılmaz Güney sinemasını arkasına alarak yürüyen bir usta; sinemamızda yeni bir akımın/ekolün yaratıcısıdır bence! Yerel olduğu kadar evrensel bir dil kuran/yakalayan anlatıcı…Onun anlatıcı gözü/anlatımcılığı bu kez daha derine inmiş; insan ruhuna, ülkenin en kaygı verici sorunsallarına cesaretle bakabilmeyi öncelemiş. Her filminde olduğu gibi, bu filmindeki izleyicisini de şaşırttığı gibi, kendi kendini aşan bir yapıtı ortaya çıkarmış.

Kendini aşan bir yönetmen

Kasaba’dan beri ilgiyle izlediğim, filmleri üzerine de yazdığım Ceylan’ın sinema dilindeki Çehov vari öğeyi  filminde gözlemem ilgimi artırmıştı. Hayata bakışındaki yalınlık, gerçekçilik duygusunu var etmedeki  saydamlık etkileyiciydi.

Ceylan, adım adım ilerledi sinemada. Her yeni filminde, bir öncekini aşarak yol aldı. Sabırla, bilgiyle, bilerek kurdu kendi sinema yolunu.  Onda, el aldığı ustalarla alışverişinin en temel tözü, gelenekle bağ kurmanın ötesinde, “ben ne yapmalıyım” kaygısı da vardı elbette.

Ceylan, sanatta süreklilik kadar özgünlüğü de bilen bir sanatçı.

Benim, çağdaş sanatta yaratıcılığın sınırlarını irdelerken altını çizdiğim şu temel kavramlar, Ceylan sinemasında da belirgince öne çıkan unsurlardır:

*içtenlik/yalınlık

*açıklık/sahihlik (gerçeklik)

*konuşmak/iletmek

*perspektif/bakış açısı

*zorunluluk/güzelduyusal (estetik) kaygı.

Bunların açılımına şu an girecek değilim. Ama Kış Uykusu’nu iki kez izlediğimde bende uyanan ana düşünce öncelikle bunlar oldu.

İyi bir sanat yapıtı kendisi üzerine yazılabilecek her türlü yazının içeriğini/biçimi belirler aslında. Filmi ikinci izleyişim görsel iletişim tasarım eğitimi almış olan oğlumlaydı. Çıkışta filme dair sürdürdüğümüz uzunca konuşma/yorumlarımızda gördüm ki; kendinden bu kadar yoğunca söz ettirebilen, yeni yeni düşünceler üretmemize neden olabilen “yapıt”ın tözüydü.

Ceylan, sinemasını kurarken çıkış noktasındaki minimalist çizgiyi öyle çok aşmadan, ama yapıtına daha derinlik/yoğunluk kazandıran yeni boyutlar yakalamıştı bu kez Kış Uykusu’nda. Bunu salt söze indirgeyerek yapmamış, görselliğin dilini ustalıkla kurarken  sinemanın neredeyse bütün unsurlarını dengeli biçimde yapıtına ağdırmıştı. Önceki filmlerinde olmayanları da burada oldurmuş, oyuncu yönetiminde de ne denli usta biri olduğunu kanıtlamıştı.

Yukarıda sözünü ettiğim kavramların yansımalarını bir bir görmek ise, onun sinema dilini kurarken ne denli özenlice çalıştığının bir kanıtı.

Mekân duygusuyla birlikte insan öğesini bir araya getirirken öykü anlatmanın gücünü/güçlüğünü bilerek, görsel anlatımla kurulması gereken bir dengenin nasıl olabileceğini de adeta bu filminde bize gösteriyor. Ötesi, öğretiyor/eğitiyor.

Onun Koza ile başlayan yolculuğunun asıl kırılma noktasıdır Üç Maymun. Ama Bir Zamanlar Anadolu’da da sanki Kış Uykusu’nu muştuluyordu. Kemal Tahir, Halit Refiğ, Oğuz Atay’dan beri sıklıkla yinelenen “Türkiye’nin ruhu” kavramına yeni bir bakış/duyuş getiriyor Ceylan, bence.

Başyapıt ötesi bir birikim

Kış Uykusu’nda öne çıkan kavramlara bakınca; ki, bu yalnızca aydın sorunsalı/eleştirisi değildir, aynı zamanda; hayatımızdaki iğretilikler, bırakılmışlık, tamamlanmamışlık, perspektif yoksunluğu…Günübirlik yaşama telaşı, vicdan sorgusu/sağaltımı, kötülük, sıkışıp kalmışlık, sürükleniş ve tutunamama…En önemlisi de hiçleşme serüvenimizin sanrıya dönüşen kör noktalarına bakıştır.

Nuri Bilge Ceylan tüm bunları öylesine yalın bir durulukta, Çehov duyarlılığı ve Dostoyevski sızısıyla anlatıyor ki; ortaya koyduğu film bir başyapıt ötesi nitelikte bizi karşılıyor. Sarsıcı, duygulandırıcı, öfke havuzlarından geçirici…

Bize, bu hayatların akışının neden/niçin değişmesi gerektiğini hatırlatmanın ötesinde gerekliliğini anlatıyor aslında. Giderek artan  iletişimsizlik ikliminde debelenen insanın hali; düşkünlük ve iğretilikle dolan hayatın umarsızlıkları Kış Uykusu’nun nirengi noktasında yer alıyor.

Ceylan’ın yarattığı gerçeklik duygusunda kuşkusuz hikâyesini anlattığı insanlarınduruşu/davranışı/düşünüş biçimleri önemli. Nereden gelip nereye gittikleri, nasıl yaşadıkları… Orada, sıkışıp kalınmış mekânlardaki hayatları gösterirken, dışarının uğultusunu kulaklarınıza getirebiliyor. Dışarıdan yansıyan ya da şöyle diyelim “kötülük dışarıdadır”ın yetmezliğini, içimizdeki kötülükleri besleyen/yaşatanların da neler olabildiği üzerine düşündürmesi de çok önemli bence.

Aydın karakteri dolayımında kurulan öykünün aslında odak alınan ana temi, aydın sorgusu olmanın ötesinde; taşra gerçekliğinin de ötesinde, bırakılmış insanın sürüklenişi; din/inanç/düşünce/sadakat/bağlılık/hiçlik/öfke duygularıyla neyi nasıl/niçin yaşadığının ağıtsı anlatımıdır.

Ceylan, usta bir anlatıcı olarak bu kadar çok izleği, yan öğeyi öylesine dengeli biçimde kurup anlatıyor ki; görsel şölenle birlikte anlatımcı bir sinema dilini yakaladığını gözlüyoruz.

Hayatımızdaki iğretilik, olamama/olduramama çabası, vasatlıklar, yabanlık, ilkesizlik, sıkışıp kalmışlık arasında debelenen insanın öyküsüne dönüyor Ceylan. Bizi acıtanları göstermek, oradan bir melodram çıkarmak değildir derdi elbette. İnsanlık durumuna bakışında gösterdikleriyle sarsalıyor izleyenini. Öyle ki, edebiyatta romanın yapamadığını yapıyor. “Hakikatsizliği” getirip bir düş sanrısına dönüştüren anlatıcılara ibret olabilecek bir öykü kuruyor üstelik. Minimal bir durumdan, ândan nasıl bir yapıt kurulabileceğini, öykünün dalbudak sarabileceğini de gösteriyor.

İyi sinemacıların yaptığını yapıyor Ceylan, kendi öyküsüne yaslanıyor. Kendi duyarlığını yansıtabilecek izlekler seçiyor. Sanırım Kış Uykusu’nda en çok konuşulacak/tartışılacaklar da bunlar olacaktır.

Kurucu anlatıcı

Kuşkusuz sinemayı “diyalog”suz düşünemeyiz, ama bunun da her şey olmadığını bilir iyi bir yönetmen. İyi bir öykü az sözle de anlatılabilir. Onun, anlatıcı olarak Çehov’a, ruh kazıcısı olarak da Dostoyevski’ye yakın durmasını sinema-edebiyat ilişkisi olarak göremem. İyi bir yönetmen her şeyden beslenendir. Carlos Saura’yı hatırlayalım; onun sinemasındaki müzik, dans, resim, tarih, edebiyat kendi anlatımcı belleğini kuran sanatçının birikimi/vazgeçilmezidir. “Ekol” dediğimiz şey böyle yaratılabilir ancak. Alan, taşıyan, etkilenen, kendi birikimi/bakışıyla özgünlüğünü yakalayan…Kurucu anlatıcıların yolculukları hep böyledir. Yeni bir yapıtıyla bir öncekini de aşarak yol alırlar.

“İyi sanat” böyledir

“Recep İvedik”leşen bir ülkede Nuri Bilge Ceylan’ın  vicdan sorgusuyla estetik düzeyi yüksek film yapması alkışlanacak bir olgudur.

Filmi, İstinye Park’taki sinema salonunda dokuz kişiyle izledik oğlumla.

Dışarıda sürüleşen bir güruh alışveriş delisi olarak adeta saldırıyordu o mağazadan bu mağazaya… İçerdeki salonda kendilerini anlatan bir baş yapıttan ve yüzlerine tutulan aynadan habersizdiler.  “İyi sanat” biraz böyledir, içinden geçtiği zamanı anlatır, ama yaptığı  geleceğe ışık düşürmek olduğu kadar, bugüne de tanıklıktır. Bunun “seçkin”likle filan hiç ilgisi yok. Ceylan, işte o iğretiliklerimizin/bırakılmışlığımızın, hayatın kötülük sarmallarını nasıl yarattığımızın sorgusunu yapıp/sorularını soruyordu  filminde. Ağrısı olan bir sanatçının bakışı/duyarlılığıyla yapıyordu bunu da üstelik.

Bir gün önce, bir başka salonda Sait Maden’i anlatırken şunu söylemiştim: “Onun şiirini anlayacak zamanı yakaladığımızda modernlik ve çağdaşlık bilincine ancak erişebileceğimizi düşünürüm.”

Nuri Bilge Ceylan için de aynı şeyi söylemek hiç de abartılı gelmemeli.

O da, tıpkı Sait Maden gibi, bugüne bakıyor, içinden geçtiği zamanın ruhunu anlatıyor. Ama o insanın dönüp bunu anlamaya ne bilinci yeterli ne vakti var! Oysa, Ceylan, işte asıl bunu sorguluyor/sorduruyor filminde; “niye böyleyiz”/”nasıl bu duruma geldik” ya da “neden bu toplum/insan bir türlü büyüyemedi, hep çocuk kaldı”.

Bu filmi daha çok konuşacağız, şimdi gelin Mevlânâ’nın şu dizelerini hatırlayalım burada sevgili okurum:

“İyi insanların şarkıları

ta yukarlardan aşağılara

güneş ışıkları gibi iniyor.

İyi insanlar yağmur demiyor, kar demiyor,

ortalık kış kıyamet,

kolları sıvamışlar,

taze yaz meyveleri yetiştiriyorlar.” (A.Kadir , Bugünün Diliyle)

 

Bu yazı edebiyathaber.net sitesinden alınmıştır.