Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Başkanı Esin Köymen “Kontrolsüz büyüyen İstanbul, kendi öz kaynaklarını tüketip komşu illerin doğal kaynaklarını da sömüren azman bir kent halini aldı” dedi.
Cumhuriyet'ten Ceren Çıplak'a konuşan Köymen'in açıklamaları şöyle:
- Nasıl bir koruma anlayışına sahipsiniz?
İstanbul kültürel doğal varlıklarıyla, mimari mirasıyla ve çok kültürlü sosyolojik yapısıyla da çok önemli bir şehir. “Koruma” öncelikle “sevmekle”, “sahiplenmekle” mümkün. Biz geçmişimizle barışık bir kültüre sahibiz ve geçmişimizi seviyoruz.
- Sami Yılmaztük’ü kaybettik. Onu “Umudunu yarına taşıyacağız” sözleriyle uğurladınız. O umuttan bahsedelim biraz...
Çok değerli büyüğümüz, dostumuz yoldaşımız... Sami abimiz görevi bana devrettikten sonra 34 saat geçmeden aramızdan ayrıldı. Büyük bir şok yaşıyoruz. Hâlâ yaşamımızı normalleştiremedik ve uzunca bir süre daha böyle geçecek. Onun umudu aydınlık Türkiye geleceği idi. İnsanca ve barış içinde yaşanan ortamı sağlamaktı. Umut doluydu, yaptığı işleri sevgiyle ve inanarak yapardı. Bu da müthiş bir mücadeleci tavır geliştirmesine sebep oluyordu. Onun için bu duyguları yaşatmaya söz verdik.
- Genç mimarların bir kısmı Mimarlar Odası’nın siyaset yapan bir yer olarak gördüğü için odaya katılmıyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Genç mimarların bütününü bir potaya koyamayız. Evet sizin söylediğiniz gibi düşünen meslektaşlarımız da var. Ancak aksine bizleri yeterli düzeyde politik bulmayanlar da var. Örgütlenme sorunu ve buna bağlı olarak örgütlülüğe duyulan ihtiyaç günümüzün temel sorunu ve her alanda bunu görebiliyoruz. Özellikle 80’li yıllardan sonra gerek militarist baskılarla gerekse tercih edilen ekonomik alandaki liberal politikalar ve buna bağlı olarak oluşturulan sosyo-kültürel yapılar bireyci, benmerkezci ve tüketici insan modelini oluşturdu. Tüm bunların farkında olarak geleceğimizi yeniden kurgulamamız gerekiyor.
- İstanbul’un bugünkü silueti ne durumda?
Son 10 yılda İstanbul’un silueti bambaşka bir hal aldı. Zaten kontrolsüz büyüyen İstanbul, kendi öz kaynaklarını tüketip komşu illerin doğal kaynaklarını da sömüren azman bir kent halini aldı. Bu kontrolsüz büyüme; 3. Köprü, 3. Havaalanı, Kanal İstanbul gibi mega projelerle daha da teşvik ediliyor. İstanbul’un kuzeyindeki orman alanları, su toplama havzaları da bu projeler sonucu tükenecek...
Zaman zaman İstanbul için “bu kentte artık yaşanmaz” diyoruz ya... Böyle devam ederse bu kent yaşanılabilir bir yer olmaktan tamamen çıkacak. Hâlâ kentin nefes alabilmesi için elimizde fırsat varken bunu doğru değerlendirmeliyiz. Askeriyeden boşaltılan büyük araziler var, bu alanları asla yapılaşmaya açmamak gerekiyor. Ve kamusal niteliğini de korumak gerekiyor. Kentin ihtiyacı olan yeşil alan, orman alanı olarak korunmalıdır. Bu fırsatı da kaçırırsak artık her şey için çok geç kalmış olacağız.
- Mimarlar Odası’nın her zaman iktidarla savaşı olmuştur. Bu dönem oda daha zor bir durumda mı? Çünkü “oda kapanırsa yenisini açarız, odaya sahip çıkalım“ gibi çağrılar duyuyoruz.
Sadece Mimarlar Odası değil TMMOB’a bağlı meslek odaları her zaman iktidarların hedefinde olmuştur. Çünkü bu meslek insanları bilimsel bir eğitimin sonucunda bir mesleki formasyon kazanmakta. Ve mesleki bilimsel doğrular, evrensel değerler; insanlığı, doğayı yaşayan yaşamayan tüm varlıkları gözeterek meslek icra etmenizi zorunlu kılar. İktidarların beklentisi eğer bu yönde değilse işte o zaman karşıtlık başlıyor. İktidarlar hatta yerel yöneticiler tarafından kentlerimiz yaşam alanı olarak değil de finansal kaynak alanı olarak görülürse bu karşıtlık büyür. Mimarlık kültürünü, bilimsel verileri, doğal kaynakları koruyarak oluşturulması gereken kentleşme politikalarını savunuyoruz. İstanbul’da parça parça yapılan planlar, kentin bütününden kopuk olarak, gayrimenkul spekülasyonlarına açık bir şekilde hatta onların yönlendirmesiyle gerçekleşiyor. Kentler bir sektörel alan olarak şekilleniyor. Artık kentler için “marka kentler”, “yarışan kentler” ifadeleri kullanılıyor. Bu da kentleri sermayenin saldırısına açık hale getirmek demektir. Günümüzde yaşadığımız temel çelişki buralardan kaynaklanıyor ve iktidarların da hedefi oluyorsunuz. Bu sadece günümüz için geçerli olan bir durum değil. Geçmiş dönemlerde de yaşandı. Hedef olmak hiç önemli değil, önemli olan evrensel değerler ve doğrulardır.
- Kentler bir yandan da iş sahası olarak görülür, şehirde yaşam ve hayat dengesi nasıl kurulmalı?
Şehirler, bina yapılan, rant getiren tüketim odaklı bir mekân kurgusu üzerinden şekillendiriliyor. Bu durum kent içinde açıkça bir sınıf ayrımını görünür kılıyor. Kent merkezlerindeki büyük siteler ve residance yapılarında oturanlarla, kentsel dönüşüm, acele kamulaştırma, riskli alan vs. düzenlemelerle yerlerinden edilen alt gelir gruplarındaki insanlar kentin çeperlerine doğru itilmeye başlanıyor. Bunun çok örneğini yaşadık. Kent merkezlerinde kalan eski sanayi yapılarının olduğu alanlar hızla AVM-Rezidans komplekslerine dönüşürken, buralarda işçi olarak çalışanların kurdukları mahalleler de dönüşüm nedeniyle hızla biçim ve el değiştirmeye başlıyor. Elbette yaşam alanlarına sahip çıkmak için direnen, bu hızlı dönüşüme karşı çıkan mahalleler de direnmek için bir araya geliyor.
- Kent içindeki kamu alanları da ötekileştiriliyor mu?
Bir diğer durum ise kentin içindeki kamuya ait alanların özelleştirme yoluyla tüketilmesi. Kamusal hizmetlerin özelleştirilmesine bağlı olarak gelişen bu durum, ekonomik krizleri aşmanın da bir aracı olarak kullanılıyor. Tüm bu özelleştirmeler sonucunda kent merkezlerinde kamusal hizmetlere erişimimiz de gittikçe imkânsız hale geliyor. Eğitimden sağlığa pek çok alanda özel sektörlere o kadar destek olunuyor ki, kentin merkezlerinde kamusal hizmetler neredeyse verilemez hale geldi. Özel okullar, özel hastaneler, hatta son yıllarda hızla geliştiri len şehir hastaneleri bu siyasi tercihin kentlere yansımasıdır. Kentler özelleştiriliyor neredeyse... Kamuya ait alanlar, yollar, köprüler bir bir satılıyor. Oysa bu tür alanların kamunun ihtiyaçları doğrultusunda ve kamu yararına kullanılması temel ilke olmalıdır.
- AKM, Gezi Parkı...
Tabii bir yandan şehirlere ideolojik olarak da saldırılar var. Bu saldırılar kentlinin hafızasına da saldırı anlamına geliyor. Ankara’da Atatürk Orman çiftliği, istanbul’da Taksim Meydanı, Topçu Kışlası, Gezi Parkı, Atatürk Kültür Merkezi’nin yıkılması gibi pek çok örnek verilebilir. Bu tür projelerin bilimsel ve kültürel dayanakları da yok. Yapılan hiç bir eleştiri dikkate alınmıyor. Kentleri ciddi anlamda etkileyecek projeler konusunda toplumun bilgilendirilmesi, bilimsel ve teknik hazırlıkların yapılıp tartışma ortamına sunulması yerine, hızlı karar alma ve uygulama yöntemleri kullanılıyor. Bu tutum kentlere büyük zarar veriyor.