Celil Erman
Milliyet’in Genel Yayın Yönetmeni Derya Sazak, ‘bizim için konu kapanmıştır’ diyor, ama bu tabii sadece bir temenniden ibaret.
Öyle olmasını isityordur belki, ama konu ardına kadar açık.
Gazete yazı işlerinin Ankara’dan başlayarak nasıl bir editoryal süzgeç ve içerik denetimi uyguladığı bir yana, Can Dündar gibi isimlerin neden haber dışı bırakıldığı sorusu, Taraf’ın ısrarına ve tartışamalara rağmen hala cevapsız.
Haydi onu da ‘talidir’ diye haydi bir yana bırakalım. Gazetenin bu azarlama sarsıntısı ve patron ayarı ardından nasıl habercilik yapabileceği esas merak konusu.
Basının duayenlerinden, uluslararası medya aleminin de yakından tanıdığı, eski genel yayın yönetmeni ve gazete yazarı Hasan Cemal’in köşesine dönüp dönmeyeceği, dönerse nasıl bir tavır sergileyeceği hiç belli değil. O zaman ne olur tamamen meçhul.
Hasan Pulur’un çok rötarlı da olsa eteğindeki taşları döküp ilerlemiş yaşın da verdiği cesaretle bir zamanların Emin Çölaşan’ı gibi ne var ne yoksa adını koyarak T24’e anlatması da konunun hiç de öyle kolay kapanmayacağını gösteriyor.
Bir şeyler yerinden oynadı, çünkü bu Milliyet herhangi bir gazete değil. 60 yıl boyunca rüzgar fırtına ortalarda durmuş, ama gerçekle bağını tüm aksi yönde zorlamalara, yapay bazı yönetici atamalarına hoyratlıklara rağmen koparmamış.
Sazak’ın gerçekle bağı son sarsıntı nedeniyle bir parça kopukluğa uğramış olabilir. Anlaşılabilir bir şey bu. Sadme sert çünkü. Ancak, Sazak’ın atanmasıyla gazetenin ezik büzük, karnından konuşan ana akım medyada bir yeni rüzgar yaratacağını hem o bir iddia olarak dile getirmişti, hem de medya kasabası bundan hafif heyecan da duymuştu. Bunu yapabilecek birileri varsa, Sazak da onlardan biri idi çünkü. Ama otomobil daha ilk virajda direksiyonuna başkalarının ani müdahalesiyle savruldu, şarampole yuvarlanmadı ama jant, lastik ve kaporta bayağı hırpalandı.
Velhasıl, bundan sonrası hakikaten meçhul. Ya virajlı anayoldan çıkılıp ara yollardaki konvoya katılınıp sakin bir sürüş başlar veya ikinci virajda mürettebat da savrulur gider. Tercihler belli. Birinci ihtimal daha kuvvetlidir. Öyle olursa ne yazık ki basının bundan sonra silkinmesi de çok ötelere, bilinmeyen tarihlere savrulur.
Bir bakıma Milliyet’in basındaki durumu, CHP’nin siyasetteki hali ile benzeşiyor. Organik bir bağ veya ideolojik parallelik açısından bunu öne sürmüyorum. Her ikisindeki değişime kapalı DNA’ların baskın karakteri, kendi alanlarındaki kapıların açılmasını zorladığı gibi, tepe noktasındaki kişileri de ‘ya cesaretle ileri ya da cambazlık’ ikilemine sürüklüyor.
Konu kapanmamıştır. Yaşananlar, yukarıdaki tablo dikkate alınırsa, Özgür Gündem’in bombalanması, Nokta’nın baskı karşısında kendini kapatması, ve Taraf’a güvenlik baskınının eşiğinden dönülmesine benzer, ama açıktır ki onlardan da büyük bir traumadır.
Krize sadece ara verilmiştir, bundan sonrasında olacaklar veya olmayacaklar pekçok şeyi tayin edecektir.
‘Onlara da söyledim, bir kere ipin ucunu kaçırdınız mı, tutamazsınız’ diyor Pulur. Haklı. Gitti mi gider. Sınırlar yeniden çizilir.
***
Şimdi tekrar ‘tutanak’ olayına geri dönelim. T24 şöyle özetlemişti:
28 Şubat Perşembe günü, Namık Durukan imzasıyla, İmralı’da Abdullah Öcalan ve BDP heyeti arasında geçen görüşmenin tutanağı “İmralı zabıtları” başlığıyla Milliyet’te yayımlandı.
Cumartesi günü Başbakan Tayyip Erdoğan, Milliyet’i hedef alarak “Böyle yapacaksan, batsın senin gazeteciliğin” dedi.
Pazartesi günü Milliyet Genel Yayın Yönetmeni Derya Sazak, “İmralı zabıtlarıyla tarih yazmak” başlıklı yazısında “Haber doğruysa basarız! Sayın Başbakan’ın ‘Batsın böyle gazetecilik’ sözlerini üstümüze almıyoruz!” dedi.
Aynı gün yazarlardan Hasan Pulur’un yazısı yayımlanmazken, Salı günü Hasan Cemal’in köşesi boş kaldı, Can Dündar’ın yazısı yumuşatıldı.
Sazak’ın açıklaması ile sansür arasındaki boşluğu dolduran Milliyet’in sahibi Erdoğan Demirören’in müdahalesi oldu.
Olayın 28 Şubat’ta yaşanması tarihin cilvesi midir?
Gerçekten de öyle görünüyor. Yaklaşık son iki-üç yıldır gelişmelere bakıldığında bir ‘28 Şubat simetrisi’ ile karşı karşıya olunduğu söylenebilir. Hatırlatmaya gerek yok ama gene de hatırlatalım: 1990’larda giderek askerin ve onunla iş tutarak işini gören medya patronajının işbirliğiyle sesleri kısılan, köşelerine asma kilit vurulan, yabancılaştırılan, itilip kakılan kim varsa çareyi Yeni Şafak gibi o dönemde marjinal görülen, tehdit altında tutulan ama taviz vermeyen gazetelere sığınmıştı.
Milliyet’te yaşanan Atakürt kriziyle Ahmet Altan’ın, orada yazanların yere veya tavana bakışları altında kovulması, ardından Birand ve Çandar olayı, ve diğerleri medyanın sefaletini sembolize ettiler.
Şimdi de benzeri yaşanıyor. Ama ters yönde hışımla savurup çarparak. Muhaliflerin inatçısı, keskini veya yumuşağı makulü sağduyulusu ayırt edilmeksizin hoşgörüden giderek uzaklaşmış bir başka iktidarın ürkütmesiyle, sesini duyurmak için uç ve kenarlarda çıkan gazetelere sığınan kanaat önderleri sayıca hızla artıyor.
Bir kısmı ise ‘kontamine’, ‘radyasyonlu’ durumda. Onlar da cüzzamlı muamelesi görüyor. Almanların Soğuk Savaş’ta uyguladığı türden bir nevi ‘berufsverbot’ hali belirginleşiyor.
Hal böyle iken en hazin olan şey tepki gösteren ‘olmaz bu’ diyenlere ‘ama sen de şuna sessiz kalmıştın’ cevabı yetiştiren veya şimdiki gibi Sazak’ı Cemal’i hedef tahtası olarak gösterenler. ‘Oh olsun’ mealinde yazı yazıp fikir beyan edenler. Manasız polemikler yaratıp esası kaçıranlar. Eski hesapları nefretle güncelleyenler.
Tabii öbür tarafta da her zaman olduğu gibi meşrebine uyanları savunanlar, uymayanlara yok muamelesi yapanlar.
Toprağı bol olsun, ünlü nörolog Henri Laborit’nin bir deneyi vardır. Fareleri bir tel kafese kapatır ve içeri artan ölçüde elektrik verir. Bir süre sonra fareler birbirlerine saldırmaya başlarlar. Önemli deneydir.
İçne düşülen işte bu nevi bir ahmaklıktır.
Pulur’la mülakattan da anlaşılmalı ki kimse suçsuz kabahatsiz değildir, ama mesele artık o kadar kangren ki bu saatten sonra günahı olmayanın atacağı ilk taşla da hiçbir şey düzelmeyecektir.
Çünkü korkarım böyle giderse bu medya düzeni değişmeyecektir.
Bugün olduğu gibi yarın da iktidara hakim olan, kendisinin ve dalkavuklarının sesinden başka bir şeye tahammül etmeyecek, izin vermeyecek. Para para para diyerek medyaya dalmış iş adamı iktidarla otorite karteli kurup işe ehil değil ‘söz dinler’ kişileri alacak, ‘özgür’ ‘bağımsız’ kelimelerini telaffuz edenleri kapının önüne koyacak. Böyle haberler çıktığında iktidar-patron dalkavuğu (bazen ikisi bir arada) editörler ‘tabii ki bu haberi yayınlamazdım’ diyecek, gerçekten de ne kadar doğru olursa olsun rahatsızlık verecek işleri bozacak haberleri yayınlamayacak, patronlarının ihale, teşvik, ‘yürü ya kulum’ patikalarını temiz tutacak. Mutlak itaat ve acımasız omerta ile işler yürüyecek.
Buna kafa yoran var mı? Yok.
Başbakanı veya medya patronlarını ‘onurumuzu beş paralık etmeyin’ diye kim nasıl ikna edecek? Belli değil.
Ama Sazak yine de yanılıyor. Konu kapanmadı. Çünkü sonuç itibarıyla demokratikleşmeyi Kürt meselesinin çözümünü çok uzun süredir savunan bir yazarın susturulmasına gelip dayanan bitmiş görünen ama bitmemiş bir hadisede sarsıcı bir mantıksızlık var. Bunu özgürleşme, yüzleşme ve normalleşmeyi baskıyla nasıl bağdaştıracaksınız? Mümkün mü? Değil tabii.
Cin şişeden çıkalı çok oldu. Medyanın söz meclisten dışarı Laborit fareleri misali kapışanlarının da farkında olmadığı budur.
Hayır, konu kapanmadı. Daha yeni açılıyor. Bakalım neler olacak.