Yavuz ADUGİT*
İnsan ile dünya, benlik ile canlılık, değerler ile olgular, kararlar ile politikalar ve kültürler… Özce farklı, hatta çoğunlukla çatışma içinde olan bu ikiliklerin sürekli karşılaşması, insanı gizemli, yaşamı ise başına buyruk kılar. Benliklerin, değerlerin, kararların taşıyıcısı insan arzularla donanmıştır. Ve arzularını değerlerin sınırları içinde yaşamak için olgular dünyasını çekip çevirmeye yeltenen insan, ya kendini gerçekleştirmesine katkıda bulunan, ya onu değerlerin reddettiği arzulara esiri kılan ya da onu değerlerin sınırları içindeki arzularının fersah fersah uzağına fırlatıp atma riski taşıyan bir kültür dünyası yaratır. Son iki sakıncalı durumdan biri gerçekleştiğinde, insanın, bütün arzularıyla bağı kopar ve yalnızca varoluş eğilimini koruma çaresizliğine teslim olur.
Sevgisiyle, aşkıyla, evliliğiyle arasına planlanmamış bir mesafe giren, çocuğunun geleceğini, kendisinin sevincini tehdit eden bir hastalık tarafından bütün neşesi katledilmiş Emine’nin yardımına çok şeye gebe bir rastlantının sakin bir biçimde koşması… Yalın, ama dolu ve yoğun… Ancak her fırsat, insani beklentilere ve insan bilincine maruz kalmış bir durum ya da ilişkiler ağının eseridir. Ve yazık ki bu fırsatı yaratan Ziya’nın gönlü, geride kalmış bir sevginin yaşanmamış eksiklikleri, bilinci ise, yanlış bir değer perspektifi yaratmış bir kültürün fazlalıklarını taşıyor. Bu iki kusur, iyiliğin bütün büyüsünü bozuyor. Yardım eder, ama bunun, Emine’nin karar verme kudretini düşürdükçe düşüren ağır bir bedeli olur. Zaten kendisiyle yüzleşme konusunda bütün bütüne beceriksiz Emine, Ziya’nın kafa karıştırıcı sözleri ve bağımlılığı daim kılan temellük mantığına dayalı yardımlarıyla adeta hiçleşir. Durum Ziya’nın cephesinde böyle, fakat Emine’yi sadece kaderin gadrine uğrayan birine indirgemek, onun insanlığına saygısızlık etmektir. Böyle durumlarda, değerlere zeval vermeden hayata tutunmanın tek çaresi, kişinin önce kendine, sonra başkalarına “hayır” deme gücüne elde etmesidir. Kolay olmayan, ama bırakın elde edilmesini, elde etmeye yönelik çabanın bile insanı bambaşka bir kudretle donattığı bir hamle. Oysa bu seçeneğe dair cılız bir fikri dahi olmayan Emine’nin, kendine dair bütün duygusu keder, başkalarına dair tek duygusu ise kelimenin olağan anlamıyla nereden geldiği kestirilmeyen garip bir merhamettir. Nasıl olur da çok şeye muhtaç bir kadın, her türden gaddarlığı yapmaya hazır birçok erkeğe merhametle yaklaşır! Kendisini hasta bir çocukla yüzüstü bırakıp giden Cemal’den gördüğü can sıkıcı şiddetin sonucu olan acılarının değil, Cemal’in kendini üzmemesinin, Ziya’nın hiçbir asalet nüvesi barındıramayan kaba-saba cinsel ilişki yaşama biçimini, söylemlerini, neredeyse hiçbir şeyi karşılıksız yapmamasının değil, onun isteklerinin gerçekleşmesinin önemli olduğunu düşünür. Sevişme esnasında ilkin “abi yapma, dur!” ama hemen akabinde “durma, devam et!” diyen bir kadının ruhundaki o şirazesinden çıkmış, Deleuze’un terimleriyle, kaos ve felaket tahayyül edilmesi zor bir bayağılığın belirtisidir, ama kadının ruhunda değil, bu karmaşayı yaratan eril dünyanın ruhunda serpilip büyüyen bir bayağılığın... Yeri gelmişken söylemek lazım; Demirkubuz’un kadının dünyasına çevirdiği aynayı, onun kadınlığı aşağılamasına vermenin gerisinde, sanat eserinin sanatçının savunduğu bir teori olduğuna dair son derece hatalı görüş yatar. Oysa bir sanat eseri, sanatçının dünya görüşü değildir, insanların dünyasının görünüşüdür. Sanatın doğasının gerçekliğiyle aramıza koyduğumuz ideolojik mesafeyi ortadan kaldırır kaldırmaz, kadını bu altüst edici konuma sürükleyen dünyayı son derece nesnel bir biçimde deşifre eden sinemasından dolayı, Demirkubuz’a olan teşekkür borcumuzu ödemek için vakit kaybetmeden sıraya girmemiz gerektiğini anlayacağız. İnsanlığın, Nietzsche’ye olan borcunun üstünde yüzyıllardır yatmasının nedeni de aynı yanlış anlamadır.
Emine’nin durumu böyle! Bu durumdan anlıyoruz ki, ne merhamet bir değerdir, ne de merhamet duymamak acımasızlığa çıkarılmış bir davetiyedir. Muhtemeldir ki bugüne değin en büyük acımasızlar, merhameti değer ilan edenler arasında çıkmışlardır. Masumiyetten fersah fersah uzak biri elbette kötülüğü hak etmez, ama ona iyilik yapılmaması da insanın gönlünde fazla kırıklık yaratmaz. Oysa Emine masumdur, gerçekten masum… Fakat yazık ki kötülüğe maruz kalır. Ne ki bunun tasarlanmış bir kötülük olduğundan emin değiliz. Cemal’i ya da Ziya’yı hemen kötü ilan edip bir kenara çekilmek, dünyaya bir katkıda bulunmak demek değildir. Fakat doğru! Hiç, ama hiç masum da değiller. Nietszche’nin Zerduşt’u onlara şöyle buyururdu: Olup-bitene, asil değerler adına çelik kadar sağlam sinirlerle müdahale etmeyen hiç kimse masum değildir. Oysa Emine’nin masumiyetini, Ziya’nın eskiden kendisine âşık olup olmadığını sorduğu o olağanüstü sahnede bütün açıklığı ve gerçekliğiyle hissediyoruz. Masumiyet, ancak zarafet ile içtenliği deneyimlemiş bir insan ile buna kafasını fena halde takmış bir başka insanın karşılaşmasında böyle görkemli bir şekilde görünüşe gelebilir. Aslıhan Gürbüz ile Zeki Demirkubuz, Caner Cindoruk, Taner Birsel’in de yardımıyla, bu kısa sahnede adeta varlığı elden geçiriyorlar. Bu sahneden sonra sinema için şu tespiti yapmaktan bir beis doğmaz: Sinemadan sonra olanaksızlıklar dünyası çok daraldı, artık duyguları görmek olanaklı.
Emine ile Ziya cephesinde dünya böyle yol alırken, Cemal, her şeyi yüzüstü bırakıp gittiği Romanya’dan sessiz sedasız çıkıp gelir. Gelir, ama kaçıp gitmesi, geride bıraktığı hiçbir derde deva olmamıştır. Emine’nin ameliyat için gerekli olan parayı bulma yolu konusundaki kuşkuları içini kemirir. Oysa Emine, dünyayla ilişkisini, dünyanın gidişatından öyle bağımsız bir biçimde kurmuş ki, her şey onun aleyhine işlese de, o, her şeye karşı minnet ve borçluluk hisseder, fazla vebal almamak için didinip durur. Bundandır ki, Cemal’in gururunu korumak için feci şekilde dayak yemeyi göze alarak, parayı Cemal’ın kıskandığı Ziya’dan aldığını söylemek istemez. Cemal’ın gururunu korumaya çalışırken, kendi benliği ve bedeni zedelenir. Ve bir kez daha anlıyoruz ki gurur, insanın kendini değerlerin nezdinde görmesinden doğan bir değerlilik hali olmaktan ziyade, kendine başkalarının gözleriyle bakmanın ürünü bir zaaftır. Ama gururdan yoksunluk da benliğin kaybıdır. Gururu gerçeğin önüne çekmek, gururun yarattığı saydam bir zihinle hayata inat etmek değil, değerlerin yarattığı bilinç sayesinde asil ve güçlü bir benlik kuran öz-değerlilik… Demek ki dünyevi sorunlar karşısında, insanların büründüğü sessizliğin, sığındıkları kaçışın nedeni, her zaman gurur değildir, çoğunlukla yapılıp-edilenlerin değer harcayıcı niteliğidir. Değer zedeleyici eylemler karşısında ilişkileri sahiplenmek, tamir etmeye yönelik bir adım atmak için, hiç olmazsa değerlerin değerinin harcanmış olmasının yarattığı bir pişmanlığın, bir üzüntünün tetiklediği bir güven gereklidir. Oysa Ziya’nın gururu değer bilincini gölgede bırakmıştır. Durum böyle olmasaydı, her şeyi yüzüstü bırakıp kaçıp giden biri, bir kadının çocuğunun hayatı için bulduğu paranın kaynağı konusunda bu kadar hiddetlenir miydi? Değil mi ki her zarif tutum, kişinin, sorumluluklarını hatırlamasının ürünüdür. Üstelik paranın Ziya’dan geldiğini öğrenmesi, ona yeni bir kapı açar.
Cemal yeni bir işe, Ziya yeni bir iş yeri ile eskiden kalma eksikliklerini tamamlama fırsatına kavuşur, ama bunun Emine’de gönlünde küçük bir umut yaratmaya yönelik bir getirisi yoktur. Zira gerçekten geleceği gören hiç kimse umutlu olabilecek kadar basiretsiz değildir. Umutsuz olmak değil, umut taşımamak… Ve umutlu olmayan herkes biraz kaygılıdır. Üstelik Emine kaygılarından sonuna haklıdır. Cemal’in, Ziya ile üstünü örttükçe gün yüzüne çıkan rekabeti devam eder ve Emine ile ilişkisini de zedeler.
Emine, Cemal ve Ziya… Bu üçlü arasında her türden ilişki var, ama ortada bir aşkın olduğuna dair hemen hiçbir güçlü delil yoktur. İnsan, hayata müdahil olduğunda öznedir, hayata kapıldığında ise tam manasıyla bir nesne... Bu tür insanların dünyasında, Kant’ın pek de şaşırmayacağı gibi, özgürlüğün tahtına doğanın yasası oturur. Ve hayata kapılan hiç kimse, arzu ve duygu bağlamında hayatla bağ kuramaz, sadece hayatın gidişatınca sürüklenir. Bundan böyle bütün zaaflar arzu, bütün duygular acı ve türevlerinden ibaret olur. Bunu, Emine’nin ve Cemal’in hayati mağlubiyetinden anlıyoruz. Bu durumda hayatın gidişatı duyguları boşar çıkarır, duyguların rotasını değiştirir; reddedilen duyguları onaylanır, sıkı sıkıya sarılan duyguları reddedilir hale getirir. Bütün duygular beklemedik bir biçim ve kılıktadır artık. Zaman geçtikçe ne severler, ne de nefret ederler. Emine, Cemal ile Ziya arasında gidip gelir, Cemal ise Emine’ye kayıtsız, Ziya’ya rekabetini unutacak, öfkesini yitirecek kadar donuklaşır. Herkes her şeyin farındadır, ama ortada katı bir sessizlik, sersemletici bir eylemsizlik hüküm sürer. Zira herkesin değer dünyası tahrip olmuştur. Ve bilen bilir, sevgiyi de, nefreti de besleyen değerlerdir. Değer duyguları ve bilinçleri zedelenmiş insanlar, sadece içinde bulundukları olgusal durumlar ve kişisel zaaflar gereği yaparlar yapacaklarını. Bu türden insanların çaresizliğinin mutlaklığı, yaratma konusundaki yetersizlikleridir. Yaratamazlar, üretemezler… Yetenekleri, güçleri, olanakları olsa da yaratmaya karşı müthiş zayıftırlar. Dahası bu durumla yüzleşmekten ısrarla kaçınırlar. Hayat, bu kaçışın bedelini onlara ödettiğinde ise, onlar kayıplarını bilinçten uzak tutmaya çalışırlar. Oysa kendilerinden kaçanlar, hayatın, en neşeli şarkılar eşliğinde kesilmiş göbeğinin ortasında bile avuçlarında cehennemi taşırlar. İster başkasına söylenmiş olsun, ister kişi kendine söylemiş olsun, yalan, yalancının kendi hayatına ettiği ihanettir. Ama yalan sadece söylemsel bir tutum değildir. Olanı görmezlikten, söyleneni duymazlıktan gelmek, söylenmesi gerekeni unutmaya çalışmak… İşte yalanın bütünlüğü! Evet, ama kendine direnemeyen, hangi soruna nasıl dirensin?
Cemal’ın atölyede kalmaktan vazgeçip eve döndüğü gece, hem cehennemsi karmaşa ve belirsizlikle, hem de insanların yapıp-ettiklerinin onlara kestiği azapla karşılaşıyoruz. Ve bu gece olup-bitenlerde, Demirkubuz sinemasının kestirilemezliği, tahmin edilemezliği bir kez daha gücünü gösterir. Emine ile Cemal arasında biraz özlem, biraz pişmanlık, biraz mahcubiyet, biraz yol almaktan aşırı zorluk çektiklerini gösteren diyalogları arasında Ziya’nın çıkıp geleceğine ya da Emine’yle her şeyi daha da berbat edeceği bir telefon konuşması yapacağına dair beklentiyi boşa çıkaran bir hamle gelir. Telefon çalar, izleyici gerim gerim gerilirken, Cemal’in açtığı telefonun diğer ucunda konuşan Selahattin, Ziya’nın trafik kazasında öldüğünü bildirir. İnarritu’nun Paramparça Aşklar ve Köpekler filminin temel teması Kor’un bu sahnesinde özetlenir: Tanrı ya da hayat, planlarımıza galebe çalmak konusunda fazla hamarat, insan ise, aynı zamanda yapmadıklarından da ibarettir. Bazen sevenin kendisi de sevgisinin şiddetinin bilincinde olmaz, ama Emine’yi bu haberle intihara sürükleyen Ziya’ya duyduğu sevgi değildir, her tür çaresizliğinde kapısını çalacak birini yitirmiş olmanın çaresizliğidir. Durum bu, fakat benliği, içinde taşıdığı değerleri, vermekten aşırı zorlandığı kararları ile dünya, olgular ve kültür arasındaki derin çatışma, Cemal’de öylesine dağınık bir ruh yaratmıştır ki, intihara yeltenmiş, ama henüz ölmemiş olan Emine’yi hastaneye götürme ile ölüme terk etme arasında akıl almaz bir gel-git yaşar. Cemal, ya hayatla fazlasıyla acemice cebeleşmesinden, ya hayatın ustaca hamlelerinden ya da bu iki nedenin rastlantısal bir araya gelişinden dolayı, olup-bitenler karşısında öylesine yenik düşmüştür ki, bir zamanlar tutkuyla sevdiği kadını, başka bir erkek için ölümü göze almasının yarattığı kin nedeniyle ölüme terk edecek, hasta oğlunu bu yarı ölü kadınla aynı evde yalnız bırakıp çekip gidecek kadar gaddarlaşır. Ahlakçı kesilmesi de, etik değerlere sırtını dönmesi de, çoğunlukla insani dünya ile olgular dünyası arasında bilinç aracılığıyla bir denge kuramamış olan insanların, gerçeğin hiçbir zaman kendi gönüllerine göre olmayacağına inanmalarıdır. İnsan, büyük harflerle yazılması gereken İNSAN işte oradadır, hem de bütün hal ve ahvaliyle… Ama işte, bu kadar net görünen insanı hangi söz betimleyebilir? Susup, tamamen suskunluğa bürünüp, o sahnede Cemal kılığında görünüşe gelen insanı izlemek, bir kez daha izlemek gerekir. Her insanın içinde uyuklayan iyilik ile kötülükten hangisinin uyanacağını ve daha fazla uyanık kalacağını belirleyen şey, benlik ile dünyevi olayların akışı arasındaki mücadelenin sonucudur. Cemal, ruhu değerler ile olgular arasındaki savaşa mahal veren bir meydana dönüşmüş olan Cemal, bu kritik durumda, en nihayetinde zor da olsa, yine değerlerin olgulara baskın çıktığını gösteren eylemiyle gönüllere su serper. Ama değerli bir eylemin varlığının arkasında bu kadar fazla değer harcanıp gitmişken, anlamlı olan ile anlamsız olanın, önemli olan ile önemsiz olanın da birbirine girmemesi imkânsız hale gelmiştir. Bundan olmalı ki, Cemal’in, “iki aylık hamilesin” sözüne, Emine’nin tepkisi donuk bir “saat kaç?” sorusu olur. Kapı kapanır, ışıklar söner, televizyonun sinyali yetersiz kalır, hayat, kendisine yön vermekten zorlananları aşırı zorlar… Ve Aristoteles’in bilgeliği zihinlerde canlanır; yalnızca theoria yaşamı insanı kendine yeter kılar.
Ne ki, insana ve yaşama dair bu makbul değerlendirmeleri içeren filmin, sinematografik açıdan aynı ölçüde methedilmeyi hak ettiğini söylemek pek de mümkün görünmüyor. Demirkubuz’un, hayatın kalp atışlarına karşı son derece hassas anlayış gücünü Kor’da da görüyoruz, ancak söz konusu güç, bu kez ustaca işlenmiş değildir. Konuşmalarından, açıklamalarından, heyecanından, kısacası her halinden anlıyoruz ki Demirkubuz, Kor’la farklı türden duygusal bir bağ kurmuş. Fakat filmi sinematografik açıdan zayıf kılan şeyler tam da bu öznel bağdan doğuyor. Yazık ki Türkiye’de, hem genel olarak sanat, hem de spesifik olarak sinema eleştirmenliği konusunda karşılaşılan büyük açık, sadece sanat takipçilerinin ve sinemaseverlerin sanatla estetik bağ kurmalarına, saf estetik deneyim yaşamalarına mal olmuyor, aynı zamanda sanatçıları, kendileriyle yüzleşme imkanından yoksun bırakıyor. Ve bu açıklıktan Zeki Demirkubuz’un da payına bir şeyler düştüğünü Kor’un gösterime girmesiyle anlıyoruz. Zira sanat eleştirmenliğinin güçlü olmadığı durumlarda, sanatçıların kişisel kimlikleri kolaylıkla sanatçı kimlerinin yerine geçebiliyor. Ve muhtemeldir ki, Kor’a, geride kalan C Blok, Üçüncü Sayfa, Kader, Masumiyet, Bulantı… gibi on başyapıtı karşısında bu kadar fazla güven duymasının, umut bağlamasının gerisinde, insan Zeki Demirkubuz’un beklentilerinin, yönetmen Demirkubuz’un sezgilerinin tahtına göz koyması yatıyor.
Zeki Demirkubuz’un gerçeğe sadık bir yönetmen olduğu genel olarak biliniyor, ancak her sanatçı gibi, Demirkubuz da gerçekliğe bağlılığın, olgulara bağlılık olmadığını sık sık kendine hatırlatması gerekiyor. Zira gerçekliğe bağlı bir sanat, hayatın sınırlarını genişleten hayati gerçeklikler yaratırken, olgulara bağlı bir sanat, gerçek adına olguları tekrarlayan bir kayıt aletidir. Kor, gerçeğe sadakat adına olgulara fazla takılınca, hem gereksiz yere uzuyor hem de varoluş meselelerini betimleyen güçlü yanına rağmen, zaman zaman fazla duygusuz kalıyor. Sözgelimi başrolünü Aslan karakterinin çektiği kahvehane sahneleri, Ziya’nın karısıyla tartıştığı sahne, Cemal ile Ziya, Ziya ile Emine arasındaki birçok ikili diyalog sahnesi filimde, ya eğreti duracak kadar gereksiz, ya da filmin gücünü zayıflatacak kadar uzun duruyor. Hâlbuki geride kalan diğer on filminden biliyoruz ki Demirkubuz, gerçeğin detaylarını yüzeysel olgularla karıştırmayacak kadar duyarlı bir zihne, ayrıntıları, filmleri sıkıcı hale getirmeyecek kadar şiirsel işlemeye yeten bir yeteneğe sahiptir.
* Doç. Dr. Kocaeli Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi