Zaman gazetesi yazarı Ekrem Dumanlı'nın "Muhafazakârkesimde derin boşluk: Kültür-sanat" başlıklı yazısına bir cevap da Taraf gazetesi yazarı Cihat Aktaş'tan geldi.İşte Cihat Aktaş'ın (02.11.2009) bugünkü yazısı...Dindarların kültür ve sanatta görünmezliği“Muhafazakâr kesim farklı alanlarda gösterdiği başarıyı kültür ve sanat alanında gösterememiştir.”; Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın “Muhafazakâr kesimde derin boşluk: Kültür-sanat” başlıklı yazısında ileri çıkan görüş bu. Dumanlı’nın tesbiti, “muhafazakârlık” kavramına açıklık getirmek kaydıyla bir yere kadar anlaşılabilir geliyor bana. “Muhafazakâr” kavramıyla, bu kavramın kastettiği kesim arasında nasıl bir örtüşme vardır, öncelikle bu soruya cevap aramak yerinde olacak. Açık ki muhafazakârlık şu dönemde Türkiye’de ifadelendirilmekte zorluk çekilene ve bir de “dindarlık” kavramıyla ilişkilendirilmesinde sakınca görülene ad oluyor. Dindarların kültür ve sanat alanlarındaki eserleri, muhafazakârlık çatısı altındaki kaybolmuşlukları gibi nedenlerle hak ettiği ölçüde ve şekilde bilinmiyor. Muhafazakâr zihnin kendinde var olanı belki bu varlığın duyurduğu memnuniyet, belki sahip olunanların direnci konusunda bir korku nedeniyle de koruma çabasına karşılık, devrimci bir zihinde sürekli kendinde olan/olmayanlara yönelik tartışmanın yol açtığı, vazgeçmelerle, yeniden kurmalarla ilişkili ve elbette sanatın çok ihtiyaç duyduğu bir tedirginlik hali hâkimdir. Dindarların kültür ve sanat alanlarındaki eserleri, muhafazakârlık çatısı altındaki kaybolmuşlukları yüzünden de hak ettiği ölçüde ve şekilde bilinmiyor. Ancak ben muhafazakâr olarak değil de “dindar” olarak nitelendirdiğim kesimde özellikle 60’lı yıllardan itibaren tazeleyen bir uyanışın yaşandığını düşünüyorum. Ğ dergisinden Aykut Ertuğrul’un yönelttiği “son on yıl içinde yayınlanıp da sizi etkileyen öykü kitapları hangileri oldu” şeklinde aktarabileceğim bir soruşturma sorusuna cevap verdim geçtiğimiz günlerde. Bir de baktım, bende iz bırakan öykü kitapları saymakla bitmiyor, üstelik bu kitapların yazarlarının üçte ikisi kadarı da dindar insanlar. Benzeri bir gelişmeyi 2. Yeni’den ve Sezai Karakoç’tan bu yana şiir alanında da görmek mümkün. Sanat ve edebiyatta mahremiyet bağlamında hâlâ bir kendini ifade problemi yaşanıyor dindar kesimlerde, evet. Bu da sinema alanına daha büyük bir ifade güçlüğü halinde yansıyor. Neyi, nasıl ifade etmeli... Bir üslup arayışı içinde denemelerini sürdürürken şirke ve bidata kapılmış olmakla suçlanabilir sanatçı. Dahası, bir sanat eseri oluşturma yolundaki içe kapanışı nedeniyle, nefsinin esiri olma tehlikesi hatırlatılır. Böyle bir kaygının bir baskı şeklinde varoluşu, dindarların meselelerini “öteki” üzerinden anlatmayı denemesi gibi bir sonuç ortaya koyuyor. Dumanlı’nın eleştirisinin dindar kesimde en belirgin olarak karşılık bulduğu boşluklu alan, görsel sanatlardır. Sinema alanında otorite olan, sol kesimdir Türkiye’de. Bu nedenle de İslâmi kesimden bir sanatçı, sinema yoluyla kendini ifadede her zaman tereddüde düşer. Acaba taklit mi ediyor? Başka türlü özgün bir eser kurmanın yolları neler olabilir? Benimsediği içten anlatımla kendini, yüreğinin derinliklerini haddinden fazla açmış mı olacak? Böyle bir anlatımla mahremiyet sınırlarını ihlal mi edecek... Tabii “Sünni” tasvir geleneğinin büyük, etkileyici bir sanat eseri mirasıyla birlikte geliştirdiği –nümayişi de etkileyen- temkinlilik hali hatırlanmalıdır, sinema üzerine konuşulurken. Buna karşılık tasvirin ve görsel sanatların büyük gelişme gösterdiği İran’da sinemanın dinî bir devrimin ardından gösterdiği başarı bir rastlantı olmamalı. Bu devrimci dalganın Türk sinemasına Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu ve Zeki Demirkubuz gibi yönetmenlerin filmlerinde kendini gösteren bir duyarlılık halindeki yansımalarını da dikkate almamız gerekiyor, sinema konusunda değerlendirme yaparken. Güler Zere üzerine yazmama kusuru Aylardır Güler Zere üzerine yazmak istiyor, onunla ilgili olarak adresime hapishaneden gönderilen bir mektup vardı ki, onu bulamadığım için yazmayı erteliyordum. Bu arada içten içe Zere ile ilgili olumlu bir haber duyabilme beklentisi içindeydim. Geçen gün mahkûm mektubu Ağustos 2009 tarihli bir derginin arasından düştü masama. Bolu F-Tipi Hapishanesi’nden Erdal Koç yazmış; sarı karton üzerine, Zere’nin neşeli göründüğü bir resmini yapıştırarak. “Güler Zere, arkadaşımız, canımız... 14 yıldır hapishanede. Şimdi kanser hastası... Her gün adım adım geri dönüşsüz bir yolda ölüme yürüyor. Geçen her gün yitirmekteyiz onu. Yasalar gereği tahliye edilmeliydi. Fakat edilmedi. Yaşam hakkı yok sayıldı. Oysa sadece tedavisinin başarısı ve insana yakışır şartlarda sürmesi için, yasaların önyargısız bir şekilde ve eşit uygulanmasını istiyorduk.” Dün Özgür-Der Genel Başkanı Rıdvan Kaya’nın Zere hakkındaki basın açıklamasını okudum. Zere için umutlar tükeniyor ve hastanın hâlâ ailesinin yanına gitmesine izin yok. Hantal, yürekten yoksun bir bürokratik akışa rağmen, göz göre göre ölüme gitmeyebilirdi Zere. Serum takmak için dahi bir damarı bulunamaz olan Zere’nin ailesinin şefkatli ellerine intikali bir an önce gerçekleşmeli...