'Kur'ân-ı Kerim'in mealini keşke Nâzım Hikmet yazsaydı, Diyanet'inki Allah'a saygısızlık!'

Fotoğraf: Sinem Babul

“Diyanet’in yaptığı Allah kelâmına, Allah’a saygısızlıktır.” 

Türk Edebiyatı Vakfı Müdürü Cemal Aydın’ın bu ifadeleri kullanmasına sebep, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın onayıyla Diyanet Vakfı tarafından yayımlanan Kur’ân-ı Kerim’in Türkçe meali. 

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Ali Özek, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş ve Doç. Dr. Ali Turgut’un katkılarıyla ilk olarak 33 yıl önce yayımlanan bu meal, Türkiye’de en çok satan kitapları arasında. Karaman’ın ileri sürdüğüne göre, sadece Suudi Arabistan’da yapılan baskıları “milyon nüshaları çok aştı.” 

Prof. Karaman’ın “İtimad edin” çağrısı yaptığı, Türkiye’de kahir ekseriyetin evinde bulundurduğu Kur’ân-ı Kerim’in “resmi” mealine yönelik eleştiri, bu kez Karaman’ın da göz ardı edemeyeceği bir isimden geliyor. 

Cemal Aydın, 2001’den beri yürüttüğü Türk Edebiyatı Vakfı Müdürlüğü’nün yanı sıra İslam dünyası için özel öneme sahip Roger Garaudy’nin Türkçedeki mütercimi olarak da biliniyor. Son olarak çevirdiği Mevlâna'nın konuşmalarından derlenen "Fîhi Mâ Fîh" adlı kitap dâhil 50’ye yakın kitabı Türkçeye kazandıran Aydın, Türkiye Yazarlar Birliği 2002 Çeviri Ödülü’nün de sahibi. Yüksek İslâm Enstitüsü ve İstanbul Üniversitesi Fransız ve Roman Dilleri ve Edebiyatı Bölümü mezunu olan Cemal Aydın’a göre, Diyanet’in tavrının sebebi “lakaytlık.”  

Türkçedeki 300’ü aşkın mealin birbirinin kopyası olduğunu ve okunamadığı savunan Cemal Aydın’ın önerisi açık. “Keşke Nâzım Hikmet veya Hikmet’ten daha üstün biri varsa o yazsaydı” dediği akıcı ve anlaşılır bir Kur’ân meali için, Diyanet’in, aralarında şair ve edebiyatçıların da bulunduğu bir heyet oluşturması.     

Konu bugünün İstanbul’una gelince “Köylü zevk nedeniyle tarih mahvediliyor” diyen Cemal Aydın, Müslümanların estetikle ilişkisinin zayıf olduğunu söylüyor ve ekliyor: 

“İsviçre’de minare yasaklanmışsa, sebebi, Müslümanlar estetikten mahrum oldukları içindir.”

Sözlerinin kıymetini çıkarsızlıkla da inşa eden Cemal Aydın’ın, Türk Edebiyatı Vakfı’ndaki odasında T24’ün sorularına verdiği yanıtlar şöyle:  

 

‘Kur’ân’ın mucizeviliğini ispat çabaları zavallıca’ 

 

- Diyanet’in Kur’ân-ı Kerim mealinde tespit ettiğiniz sorunlar neler?

Öncelikle şunu söylemek lazım; kutsal kabul edilen kitaplar arasında orjinali hiç bozulmadan saklanmış tek kitap Kur'ân-ı Kerim’dir. Örneğin İnciller, Hz. İsa öldükten 70 sene sonra yazılmaya başlanmıştır. Şimdi siz buradan çıksanız, bir hafta sonra burada yapacağım konuşmaları aynen tekrar edebilir misiniz? Hayır, peki, 70 yıl sonra?

- Kur’ân’ın bozulmadığı belirtilse de Dücane Cündioğlu, Tevbe Sûresi’nin son iki ayetinin bazı meallerde bulunmadığı yazdı. Bu kesintinin sebebi ne? 

Kur’ân’ın mucizeviliğini ispat etmek için “9’un katları” gibi saçma sapan şeylerle uğraşıyorlar, bunu da rakamlar uysun diye yapıyorlar. Bunlar bence çok gereksiz, zavallıca işler. Kur’ân ne diyor, ona bakmak lazım. Vatikan, Kur’ân’ın bozulup bozulmadığı tespit etmek için bir heyet kurdu ve 20 sene boyunca dünyadaki bütün Kur’ân-ı Kerim’lerin mikrofilmlerini incelediler. Sonunda birkaç hareke (Arapça’da ünsüz harflerin ünlü harflerle okunmasını sağlayan işaretler) hatası dışında bir şey bulamadılar. Çünkü peygamberimizin yanındaki hafızlar, Kur’ân’ı ezberlemişti, ama ilk halife döneminde savaş çıkıp 70 hafız birden ölünce, Hz. Ömer, “Kur’ân’ı hemen yazalım” diyor. Derken kimisi ceylan derisi, kimisi kemiklerin ve daha başka şeylerin üzerine yazılmış Kur’ân âyetleri bir bir toplanıp kaydediliyor. Kurulan ilmi heyet, bunların hepsini inceliyor ve derli toplu bir kitap ortaya konuyor.  

 

‘Diyanet’in meali Allah’a saygısızlık!’ 

 

- Bu mutabakata rağmen Diyanet’in hazırlattığı meal sizce neden sorunlu? 

Önce şunu belirteyim; Kur’ân-ı Kerim inmeden önce Arabistan’da her sene şiir fuarları düzenlenirdi, 7 şiir beğenilir, Kâbe’ye altın yaldızlı harflerle asılırdı. Ama Kur’ân-ı Kerim gelince dilinden öyle etkileniyorlar ki üstüne bir söz söylenmiyor, fuarlar yapılmıyor. Şairleri susturmuş Kur’ân-ı Kerim’in Türkçesinin sizce nasıl olması lazım? Pırıl pırıl. En sivrilmiş edebiyatçımız, kimimiz varsa, onlarla çevrilmesi lazım. Ama bunlar ne yapmışlar? 5-6 kişi bir araya gelmiş, bölüşmüşler ve hızlıca bir tercüme yapmışlar. Bu 5-6 kişi dönüp birbirlerinin ne yazdığını bile kontrol etmemiş. Bir sayfada “Şu sayfaya bakın!” diye not yazıyor, o sayfayı açıp bakıyorsunuz, öyle bir açıklama yok. Bu bir sene olsa, dersin ki “Vakit bulamadılar” ama aradan geçen 20-30 sene ve bu eser her basıldığında 100 binlerce satıyor. E insan, ben mütercimim, bir kul kelamını tercüme için 40 kere metni gözden geçiriyorum, dostlarıma okutuyorum. Neden? Hem yazara, hem de okura saygımdan ötürü. İnsan sözüne böyle bir saygı gösterilirken, Allah kelâmına bin kat daha fazlasını göstermek lazım.

- Sizce, Diyanet’in bu mealle yaptığı “Allah’a saygısızlık” mı?

Kesinlikle. Yapılan, Allah kelâmına, Allah’a saygısızlıktır.

- Vakfın meal ekibinde, aralarında Hayrettin Karaman’ın da bulunduğu profesörler var. Sizce bu kişilerin saygısızlığının sebebi ne?

Bilerek, istenerek yapılan bir saygısızlık değil bu. Lakaytlık, ilgisizlik, boş vermişlik, üzerine titrememe, ‘ben ne yaptım’ diye bakmama; budur.

 

‘Keşke meali Nâzım Hikmet yazsaydı’ 

 

- Bu “lakaytlığın” sonucu ne; ayetin içeriğinin yanlış aktarılması mı, edebi bir akışın sağlanamaması mı?

Yanlış değil, ama anlaşılmaz. Star’da da (İyi bir Kur’ân mealinin hazırlanması için Goethe’nin dirilmesi mi lazım? / 7.3.2015) yazdım; şu âyeti okuyan acaba bir şey anlar mı: “Bir toplum diğer bir toplumdan (sayıca ve malca) daha çok olduğu için yeminlerinizi, aranızda bir fesat aracı edinerek ipliğini sağlamca büktükten sonra, çözüp bozan (kadın) gibi olmayın...” 

Veya aynı mealdeki şu ifadeleri: “Kıyamet günü mutlaka gelecektir. Herkes peşine koştuğu şeyin karşılığını bulsun diye neredeyse onu (kendimden) gizleyeceğim”, “İnsanı (yüzyüze geleceği nice) zorluklar içinde yarattık”, “Allah onları herhalde memnun kalacakları bir girilecek yere sokacaktır.” 

Mealde yavan, yontulmamış bir dil kullanılıyor. Siz herkesi susturmuş bir lisanı, en rafine, en zarif şekilde tercüme etmek durumdasınız. Bunun için de şairlerden yardım almalısınız.

- Meali, örneğin, Nâzım Hikmet kaleme almış olsa… 

Keşke, keşke… Memnun olurdum, çünkü önemli olan Allah kelamının güzel verilmesidir. Nâzım Hikmet veya Nâzım Hikmet’ten daha üstün biri varsa o yapsın isterdim. Avrupa’da inanmadıkları halde mealler yazan kişiler oldu.

 

‘Diyanet, Yaşar Kemal’e teklifte bulunmaya cesaret edemezdi’ 

 

- Destansı üslubuyla anılan Yaşar Kemal'in kapısının meal için yaşarken çalınmamış olması sizce bir kayıp mı?

Yaşar Kemal, acaba böyle bir teklifi kabul eder miydi? Eğer kendisinden “Ben Kur’ân’ın güzel bir mealinin olmasını istiyorum ve size yardıma hazırım!” diye bir teklif gelseydi de reddedilseydi, o zaman “kayıp” söz konusu olurdu. Keşke kendisinden böyle bir teklif gelseydi! Çünkü bizimkiler ona böyle bir teklifte bulunmaya hiç cesaret edemezlerdi.

En iyi meal için her yazar ve şairden yardım alabilirsiniz. Çünkü bir şair, bir yazar, sizin üç cümlede topladığınızı bazen tek cümlede, hem de çok çarpıcı bir şekilde toplar. İyi bir meal için Türkçeyi çok iyi bilmen lazım. Bilmiyorsan, uzatırsın, laf kalabalığına boğarsın. Kur’ân şiirsel bir dile sahiptir. Öyle bir şiiri çevirmek de her yiğidin harcı değildir. Mesela Sezai Karakoç'tan bir mısra söyleyeyim size: "Ay urgan urgan bu gece.” Yapın bakalım başka bir dile tercümesini.

- Çamlıca Cami’nin yapımı aşamasında “Camiyi Müslümanlar yapar” diyenlerin, aynı hattan devam ederek bu sözlerinize karşı şunu da söylemesi muhtemel: “Meali ancak inançlılar yazar.” 

Manen bütünleşince ortaya çıkaracağınız eser çok daha farklı olabilir. Bir Müslüman, ne kadar güçlü bir mimar olsa da bir kiliseyi ne kadar iyi yapabilir?

 

‘Diyanet, kadınların da olduğu bir meal heyeti kurmalı’ 

 

- Ermeni Balyan kardeşlerin yaptığı Dolmabahçe Camisi’ni beğenmiyor musunuz? 

Balyan kardeşlerin mimar değil, müteahhit oldukları söylenir. Siz inanmadığınız bir davayı ne kadar savunabilirsiniz? Bu, bir gönül işidir. Ben, bu arkadaşlar gönüllüyken, niye meali güzel yapmadılar, ona üzülüyorum. Bir meal ve tefsir heyetinin kurulması lazım. Vatikan bunu yaptı; içinde edebiyatçılar, şairler de vardı. Kur’ân meali ve tefsir kesinlikle tek kişi tarafından yapılamaz, mutlaka her daldan adamların olması lazım. Çünkü astronomiden bahseden ayetler de var, kadın doğumdan da. Ama Diyanet hâlâ bu konuya el atmıyor.

- Diyanet İşleri Başkanı olup Kur’ân-ı Kerim’in mealini yazan Süleyman Ateş, Ömer Nasuhi gibi isimler de oldu. Diyanet, bu işe “kafa yoruyor, ama yanlış yoruyor” olabilir mi? 

Yanlış demeyelim, ama çeviri süreklilik isteyen bir iş. İsmail Hami Danişmend’in “Garb Menbalarına Göre Eski Türk Seciyye ve Ahlâkı” diye bir kitabı var, orada “herhalde” kelimesini kullanıyor. Herhalde kelimesini biz şimdi “belki” olarak kullanıyoruz, ama 1967’lere kadar bu kelimenin anlamı, “kesinlikle”dir. Evet, bahsettiğiniz ikişiler de meal ve tefsir yaptılar, ama ben şimdiye kadar nefis bir edebiyata sahip bir meal görmedim.

- Kadınlara yönelik bir ayette yer alan “darabe" kelimesinin mesafelenmek, dövmek gibi farklı anlamları varken, erkekçe yorumları engellemek için Diyanet’in kuracağı herhangi bir meal heyetinde kadın kotası olması gerektiğini savunur musunuz?   

Tabii, kadınlar da bulunsun, niye olmasınlar ki? Hayrettin Karaman da dinlediğim bir konuşmasında bu durumu itiraf etmişti, “Fıkhımız erkek egemen fıkıh olmuştur!” sözleriyle. Kadının bulacağı bazı ifadeler ayrıca çok daha güzel olabilir. 

 

‘Meal işi paraya dönmüş’ 

 

- Türkiye’de bulunduğunu ve iyi olmadığını söylediğiniz 300 meali okudunuz mu? 

Hayır, ama pek çoğu zaten birbirinin kopyası. Üç ayda yapılan meal, meal olmaz. Bu işe en az 5-6 senesini harcayan 5 kişi ya vardır, ya yoktur. Bu iş paraya dönmüş.

- Sizce bunca mealin sebebi para mı? 

Hepsi böyle değil, herkeste art niyet görmek günah olur, ama bunlardan çok fazla olması beni üzüyor.

- “Mealini söyle, cemaatini söyleyeyim” tabirinin Türkiye’de bir karşılığı var mı? 

Olabilir.

 

‘Cemaatlerde beyinler kiralanıyor’ 

 

- Hangi cemaat, hangi meali, neden tercih ediyor?

Çünkü beyinler kiralanıyor. “Hocaefendi ne diyorsa o doğrudur” deniliyor. “Onun dediğinden başkasını okursam, haşa dinden çıkarım, ölünce de cehenneme giderim!” diye düşünüyorlar. O yüzden belli bir mealden başkasını okumuyorlar.

- Cemaat mensubiyetliğini kiralanma ve tembellik olarak mı görüyorsunuz?

Başka nasıl olur ki? Kur’ân’da, Allah, “Tefekkür edin! / Düşünün!” diyor. Şimdi birisi “Hazal, çok iyi bir hanımefendidir, her şeyi o bilir, ne derse odur!” diyorsa, Hazal yanlış yaptığında onu görmez. Hz. Ebubekir ilk halife olup da minbere çıktığında, “Doğru şeyler yaptığımda bana tabi olun, yanlış yaparsam tabi olmayın!” der. Bir tanesi de kalkar der ki, “Seni kılıçlarımızla doğrulturuz!” Biz böyle bir dinin mensuplarıyız. Ama şimdi “Hocaefendi öyle diyorsa mutlaka bir bildiği vardır, itiraz edersem cehenneme giderim!” gibi bir düşünce var.

- Bugününü eleştirdiğiniz cemaatleşme kökünü geçmişten alan bir yapılanma değil mi?

Her dönemde bu olmuştur. 2. Murat döneminde Ankara’da bulunan Hacı Bayram Veli hazretlerine büyük saygı gösterir. Padişah onun müritlerinden vergi alınmamasını ferman etmiş. Sonra herkes müridi olunca, padişah Hacı Bayram Veli’ye şu haberi göndermiş: “Efendim kaç tane müridiniz var, onları siz bildirin, çünkü hiç kimseden vergi alamıyoruz. Ankara’da herkes müridiniz olmuş!” 

Gelen haberciye, “Şimdi göstereceğim size!” diyor ve “Cemaat ovada toplansın!” diye haber salıyor. Herkes toplanınca diyor ki, “Allah’tan gece bir ilham aldım, müritleri kes ve cennete gönder. Kim geliyor?” Kadının bir tanesi geliyor, içeri girince, ondan önce hazırlanan koç kesiliyor, çadırdan kan sızarken elinde bıçakla çıkıyor. “Başka” diye sorunca bir erkek daha, arkasından bir erkek daha geliyor, sonra bir bakıyorlar ki iş ciddi. Herkes dağılıp gidiyor. Hacı Bayram Veli haberciye dönüp “Padişahıma söyleyin! Burada bir erkek ve iki kadın benim müridim vardır.” “Yanlış oldu efendim. Kadın bir, erkek iki oldu!” diyorlar. “Hayır,” diyor, “İlk defa çadıra o kadın geldiğine göre erkek odur.” Maalesef istismarcılık her dönem vardı. 

 

Kadınları aşağılayanların Müslümanlığı…

 

- Cesuru erkekten saymak cinsiyetçi bir yaklaşım değil mi?  

Onu siz nasıl değerlendirirseniz. Orada kadının yükseltilmesi var aslında. Hz. Fatma bizim peygamberimizin kızı olduğu için, hanımlara aşağılık gözüyle bakan birinin Müslümanlığından şüphe etmek lazım.

- İstisna olarak gördüğünüz, kafa açıcı sohbetlerin yapıldığı cemaatler de var mı? 

Çok güzel, seçkin cemaatler var. Ama isim vermem doğru olmaz. İnsanın olduğu her yerde iyilik de vardır, kötülük de. Nefis kolay bir şey değil. Biz Hz. Adem’in torunlarıyız. Hz. Adem’i şeytan nasıl kandırdı; “Sen şu ağaçtan yersen ölmeyeceksin ve hep yaşayacaksın!” Para, cinsellik, makam insanları saptırıyor.

 

‘Kitab-ı Mukaddes’in Türkçe son hali öyle tatlı ki…’

 

- Türkçe mealleri okuyanlar sizce nasıl bir İslam öğreniyor? 

Çoğunlukla okunamıyor efendim; ifade bozuk olduğu için, çekici olmadığı için. Bir arkadaşım o yazıyı okuduktan sonra “Demek ki Türkçesi iyi olmadığı için okuyamadım!” dedi. Şakıyan bir dili olsa niye okuyamayacaksınız? Kitab-ı Mukaddes için şair, edebiyatçı bulmuşlar ve Türkçe son hali öyle akıcı, öyle tatlı olmuş ki… 

- Star’daki yazınızda da değindiğiniz Türkiye’de diğer dinlere geçişte, sizce Diyanet dâhil meale edebi özen göstermeyenlerin rolü var mı?  

Kesinlikle. Kişi akıcı bir şey bulduğunda onu okur, insanın gönlü de bunu ister. Bakın bir zamanların İngiltere'sinde inançsızlar bile hoş ve zarif bir İngilizce duymak için kilisedeki vaizleri dinlemeye giderlermiş.

- Bugün camilere bu sebeple giden insanlar var mı?

Ben size sorayım, var mı? Bunun için dil çok güzel olmalı. Ama camilerde sonuna kadar hoparlör açılıyor, bas bas bağırıp, bangır bangır bir ses çıkarıyorlar. Sen nasihat edeceğin kişiye, bağırarak mı nasihat verirsin? 

- Bunun için herhangi bir kriter yok mu? 

Kur’ân’da bir kriter var, ayette “Bağırma!” denir. 31. sûre olan Lokman sûresinin 19. âyetinde aynen şöyle denilir: “Davranışlarında ölçülü ve dengeli ol, sesini de yükseltme! Çünkü, unutma ki, seslerin en çirkini eşeğin anırmasıdır....” Peygamberimiz de diyor ki, “Kur’ân’dan uzun bir sûre okuyayım diye başlarım bazen. Arkadan bir çocuk ağlaması duyunca annesi rahatsız olacak diye hemen kısa keserim.” Böyle bir peygamberin ümmeti çok nazik olmak durumunda! “Ezanlarla rahatsız ediyor muyum, etmiyor muyum” diye düşünmek durumundayız.

 

‘Müezzini yüksek ses için uyardım, kâfirmişim gibi baktılar’

 

- Siz hiç bir camiye girip müezzini bu konuda uyardınız mı? 

Bir camide, bir müezzin ve arkadaşı vardı kendisine söyledim. Uyarıma karşı, ikisi de bana “Bu kâfir de nereden çıktı” anlamı taşıyan bakışlar attılar. Tabii, şehirli olmak kolay bir şey değildir, üç nesil ister. Gerçi şimdilerde şehir kalmadı ya.

- Size bunu söylettiren ne?

Bul bakayım bana bir İstanbullu. Yavuz Sultan Selim kutsal emanetleri getirdikten itibaren Topkapı’da 24 saat Kur’ân-ı Kerim okunurdu. O kutsal eşyaların huzurunda 40 kişi, her saat başı ya da yarım saatte bir devrederek Kur’ân okumuştur. “Burasını Peygamberimiz ruhen gelip ziyaret edebilir. Çok edepli davranmak gerekir” diye düşünülür. Bu nedenle 40 kişiden birinin yerini doldurmak gerektiğinde, önce Anadolu’dan, Trakya’dan birer hafız getirirlermiş ve İstanbul’un kenar semtindeki bir camiye verirlermiş. Birkaç sene sonra biraz daha beriye, birkaç sene sonra biraz daha beriye derken hafızı sonunda merkeze alırlarmış. Merkezde beş sene durduktan sonra tayin ederlermiş, o vakte kadar incelsin diye. Şimdi bu incelik yok. 

- Söyledikleriniz laik cenahtan birinin ağzından çıksa sizce de elitist olmakla itham edilir miydi?

Maalesef diyalog güzel kurulamıyor. Ben, Fransız Hristiyanlarla kurduğum diyaloğu buradaki bazı ateist arkadaşlarla kuramıyorum. 

- Dediklerinize göre, bazı Müslümanlarla da kuramıyorsunuz.

O belli zaten. Ben artık kendisiyle tartışılabilecek, seviyeli kişilerle tartışıyorum. Star’da Resul Tosun, “Ezan okunurken baktım çocuğun biri saklanıyor. Kadıncağız dedi ki, ‘Ezan sesinden korkuyor da onun için saklanıyor.’ Ben de dedim ki, ‘Sen nasıl müezzinsin arkadaş, niye bu kadar bağırtıyorsun?” Elitistleri bırak, Müslümanlar içinde de bundan şikâyetçi olan var. Ama çözülemiyor. 

- Niçin?

Biri bu konuyu dile getirdi, Murat Bardakçı bas bas bağırdı. Bundan önceki İstanbul Müftüsü, “Ben takometre koyacağım” deyince Bardakçı, “Ne demek efendim! Takoz gibi takometre koymak ne demekmiş? İstanbul işgalinde bile ezanlar susturulmamıştır!” dedi. Konuşacaksan Murat Bardakçı ile konuş.

- Dile hassas biri olarak Erdoğan’ın üslubunu nasıl buluyorsunuz?

Siyasi konuları kesinlikle konuşmak istemiyorum.

 

‘İsviçre’de minarenin yasaklanma sebebi, Müslümanların estetik yoksunluğu’

 

- “Şakıyan” bir mealin şimdiye kadar yapılmamasından yola çıkarak yanıtlar mısınız, İslamcılar ve muhafazakârlar kimlikleriyle nasıl bir ilişki kuruyorlar? Kişinin İslamcı olduğunu savunurken en temel gördüğü kitabın ana diline yansımasını dert etmemesi sizce bir tezat mı? 

Daha ziyade Türkçeyi bildiğini zannetmek.  

- Getirdiğiniz eleştirilerin ortak noktası estetikle sizce İslami camia nasıl bir ilişki kuruyor? İstanbul’da yürürken bu soruya nasıl yanıtlar veriyorsunuz?

Dün Fındıkzade’den sizin yaşlarda bir hanım kızla toplu taşıma aracına birlikte biniyoruz, bomboş geldi araç, ama bir delikanlı bizi iterek girdi, görgü bu kadar. Bunları eğitmek lazım, bu iş model şahısların televizyonlarda bağırmasıyla olmaz. Futbol stadyumlarında da öğrenecek değil ki orada zaten küfrediyorlar.

- Yusuf Kaplan, T24’e verdiği söyleşide, İslami cenahın Semih Kaplanoğlu’nun filmini veya Erol Akyavaş’ın çizimlerini çözümleyemediğini söylemiş ve “İktidarın sermayeyi düşünce öğretebilecek kurumları geliştirmek için kullanmadığı” eleştirisini getirmişti. Kaplan’ın bu eleştirisine katılır mısınız?

Katılmaz olur muyum… Hazal Hanım, eğer İsviçre’de minare yasaklanmışsa bunun sebebi, Müslümanlar estetikten mahrum oldukları içindir. Siz oraya içinizi açan bir minare yapsaydınız adamlar minareye karşı çıkarlar mıydı? Ortalığı velveleye veren hoparlörlerle tenekeden minareler yaptılar. Şiir yazan Müslüman profesörler, hocaefendiler tanıyorum. Kardeşim şiir yazmak senin ne haddine! Peyami Safa derdi ki “Şiir yazmak apandist ameliyatı yapmaktan daha zordur.” Çünkü yazmak için şiir tutkun olması lazım, Müslüman dünyasında bu kültür yok. 

Batı’yı adam eden Endülüs medeniyettir. Ben Fransa’da şunu söyledim; “Siz Osmanlı medeniyetinin seviyesine erişemediniz ve erişemezsiniz!” Fransızlar irkilince dedim ki “Sefiller romanının baş kahramanı niye kürek hapsine mahkûm olmuştur?” Ekmek, süt çaldığı için… İslam dünyasında ekmek, süt çalan suçlu olmaz. Aksine akrabalarına ceza verilir, niye bunu aç bıraktınız diye. Cezayir, 1830’da bizden alınmadan önce, halkın yüzde 80’i okuma yazma biliyormuş. 1960’ta, bir milyon kişi öldükten sonra Fransa’dan bağımsızlığını alınca halkın ancak yüzde 20’si okuma yazma biliyordu. Böyle bir medeniyet vardı, ama siz insanlardaki kanaat duygusunu öldürürseniz, devamlı kapitalist tüketimi pompalarsanız, insanlar açgözlü olurlar, yardıma muhtaçlara para bıraktığımız o sadaka taşları da şimdi tutmaz. 

 

‘O noktada değilsen, köylü zevkinle tarihi mahvedersin’ 

 

- Süleymaniye Camii’ne, restore edildikten sonra koyulan beyaz plastikten hoparlörleri, gökdelenlerin yanı sıra silüeti gölgelediği tartışmalarına yol açan Haliç’e inşa edilen metro köprüsünü göze aldığınızda sizce İslami cemaat, İslami kültüre ne kadar sahip çıktı? Sizce bugünkü hoyratlığın sebepleri neler? 

Müslümanların örnek alacağı yerler kalmadı. Tekkeler, zaviyeler, dergâhlar insanları eğiten yerlerdi. Orada insanlar adam edilirdi. Bunlar kapatılınca, kişilerin büyükler karşısında nasıl saygılı olması gerektiği, edebin ne olduğu bilinmez oldu. 

- Şerif Mardin, 2011’de Neşe Düzel’e verdiği söyleşide, tekkelerin kapatılmasının İslami yolculuğu kesintiye uğratmadığını çünkü ana yürütecin sohbetler olduğunu ve bunların devamlılığını koruduğunu söylemişti.

Şerif Mardin Hoca, konuyu çok iyimser ve dar bir çerçevede ele almış. İnsanlar okudukları şeyler yüzünden derdest edilip götürülüyordu! Bakın, bir insanın adam olması kolay değildir, estetik meselesi de kültür meselesidir. Bu belli bir zaman ister, o noktaya gelmediysen köyden getirdiğin güzellikleri uygulamaya kalkarsın. O zaman güzelim mermerleri yeşile boyarsın. Böylece estetik, senin köylü zevkine göre olmuş olur, ama bütün tarihi de mahvetmiş olursun. 

- Söyledikleriniz “demokrasinin doğal bir sonucu” olarak da yorumlanabilir, ama siz bunun bedelinin tarihi mirasla ödendiğini mi söylüyorsunuz?

Bir resmi, dağdaki adam haricinde kime göstersen güzelliğini, estetiğini anlar, bunun Müslümanı gavuru olmaz. Yine de nereden nerelere geldik! Ümitsiz değilim. Batı çöküyor, ama biz daha iyiye gidiyoruz. 

- Ümitvar olmanıza rağmen bugüne yönelik eleştirinizin çerçevesi eksik kalıyor. 12 senedir İslami gelenekten gelen bu iktidarın döneminde Haliç’e metro köprüsü, Çamlıca’ya iri bir cami, Atatürk Orman Çiftliği’nin ağaçları biçilerek Ak Saray yapıldı. Bunların faturası sadece cumhuriyetin başlangıcına kesilebilir mi? Veya sebebiniz kısa ve net; "sosyolojik" olarak söz konusu ettiğiniz “köylülüğün iktidara gelmesi” mi? 

Valla bu daha fazla tartışılması gereken sosyolojik, ciddi bir konu. Ben sosyolog değilim, siyaset de konuşmak istemiyorum.

- Sorgulamaya çalıştığımız kültürde siyasetin etkisi. 

“Sebep sadece cumhuriyetin her şeyi kötü yapması” demiyorum. Edep erkân öğretecek bazı örnek insanları kenara itiverdiğinde ve onların yerine, gençleri Batı’dan alınma metotlarla eğitmeğe kalktığında o gençliği böyle ortada bırakırsın! “Eline, beline, diline sahip ol!” gibi bütün insanlığa rehber olacak bir söz bile, işte böyle havada kalır! Genç somut örnek ister, karşısında bunu gündelik hayatında uygulayan olgun insan ister. Şimdilerde şu geldiğimiz noktada gençlerin bu kadar küfürbaz olmasını, Facebook’ta onca yüz kızartıcı ifadelerin kullanılmasını siz ne ile izah edersiniz?

- Siz kimlerin, nelerin yanlış olarak kenara itildiğini düşünüyorsunuz?

Tabii ki uzun zamandır Batı’nın her şeyi makbul kabul edilirken bizim çok şeyimiz “irtica”, “gericilik” olarak görüldü. Bunun büyük zararı oldu. Örfler büyük tırpan yedi. Bunun için tek tarafı suçlamak söz konusu değil. 

 

‘Elin adamı bir karikatür yapıyor, hurra…’

 

- Türkçe’deki mütercimi olduğunuz Garaudy’den bir alıntı: “Bir zamanlar kelebeklerin mum ışığına üşüşmesi gibi neredeyse bütün dünya milletleri İslâm egemenliğine kucak açarken, şimdi İslâm ülkelerinde niçin o hürriyet ortamı yok? (…) Geri geri giderek gelecek asırlara giremezsiniz!” Sizce bugün “İslam’a yaraşır bir hürriyet” mevcut mu?

Biz İslam medeniyetimizi kaybettik. Kaybettiğimiz için ne yaptığımızı bilmez haldeyiz. Elin adamı bir resim yapıyor, bir karikatür yapıyor; hurra saatlerce itiraz ediyoruz. Adam istediği kadar konuşsun ne olur ki! Kınamak için Pakistan’da, Hindistan’da gösteriler yapılıyor ve yok yere adamlar ölüyor. İslâm medeniyetinin zirvelerde olduğu dönemlerde bir şair çıkmış, peygamberimize ağza alınmayacak hakaretler etmiştir, ama İslam âlimleri hiç umursamamışlardır. “Köpek ulusun!” demişlerdir. Biz ne zaman ki medeniyetimizi kaybettik, ondan sonra böyle zavallılaştık, ufkumuzu kaybettik. Batılı tarafından oyuncak gibi oynanıyoruz, hassas noktamızı çok iyi biliyorlar. Batı’nın hiçbir acıması yoktur, demokrasi de yalandır. Sisi, demokrasiyle gelen bir hükümeti devirdi, Papa da, Almanya’sı da, Amerika’sı da bunu kabul etti. Batı, sadece nasıl sömüreceğini bakar. 

- Batı’nın günahlarını savunmak gibi bir konumdan uzak durarak soracağız: İslam dünyasının bugün geldiği noktanın tek sebebi sizce Batı mı? 

Ben öyle bir şeyi nasıl diyebilirim? Sen hiçbir şey yapmadan otur, ondan sonra hep “Batılılar” de, olur mu? Elbette en büyük hata bizdedir. Eskiden bir tabir vardı “Hazır ol cenge, ister isen sulhu salah!” Barış istiyorsan savaşa hazır olman lazım, oturarak olmaz.