Bu ay vizyona girecek “Neşeli Hayat” filminde gecekonduda oturup Noel Baba’lık yaparak para kazanan Rıza’yı canlandıran Yılmaz Erdoğan: “Yılbaşıyla ilgili bir meselemiz var. Her yıl aynı şeyleri konuşuyoruz; Diyanet bir açıklama yapıyor, falan filan. Filmi çektiğimiz mahallede bir ablaya ‘Yılbaşı kutluyor musunuz?’ diye sordum, ‘Ne münasebet?’ dedi. Yılbaşı kutlamayan bir Noel Baba, onun peşinden gidiyorum”
Reşitpaşa’da, yıkım kararı alınmış bir gecekondu mahallesinde güneşli bir akşamüstü.. Yılmaz Erdoğan ve ekibinin “Neşeli Hayat” filmini çektiği mahalle. Yılmaz Erdoğan’ın oynadığı Rıza, bu mahallede oturup İstinye Park’ta Noel Baba’lık yapan bir adam. O yüzden Erdoğan çatıya çıkıp kafasında Noel Baba şapkası ve heybesiyle poz verirken bile yadırganmıyor.
Milliyet gazetesinde Asu Maro, Yılmaz Erdoğan'la gerçekleştirdiği söyleşide 'Neşeli Hayat' filminden, Kürt açılımına değin hemen her konuda konuşuyor.
İşte bir hayli neşeli o söyleşi:
Filminizin adı başkaydı aslında...
“Happy Christmas Rıza Abi”ydi. O isimle sekiz taslak yazdım, her birinde bir şeyi eksik buldum. Sonra Mutfak’ta okuma provasına girdik, orada bizim aşçı Mustafa var, “Abi bu senin okuduğun hikaye benim başımdan geçti” dedi. Onun anlattığı hikaye “Happy Christmas “Rıza Abi”deki bazı boşlukları tamamladı ama aynı zamanda “Neşeli Hayat” adını da getirdi.
Nereden aklınıza geldi Rıza’nın hikayesi?
Aslında ben ilk önce Müslüman mahallesinde salyangoz şeklindeki Noel Baba meselesine takıktım. Batı’da çok acayip bir simge olan şey bizde bir promosyon malzemesi halindedir çünkü. Sonra nerede bir Noel Baba görsem, “Bunun içinde kim var? İçindeki adamla Noel Baba arasında çatışık bir kişilik olursa buradan enteresan bir Türkiye hikayesi anlatılabilir” diye düşünmeye başladım. O sorunun peşinden gidince, içinde Rıza varmış. Rıza Şenyurt.
“Sete gelip makyaj odasına girdiğim anda Rıza Şenyurt oluyordum”Nasıl bir adam bizim Noel Baba Rıza Şenyurt?
Hayatta aradığı statüyü bulamamış ve bunun için yoğun bir çaba içinde olan bir adam. Öte yandan vatandaş Rıza işte, bir ortalama küçük adam hikayesi. Beni o çok ilgilendirdi, Rıza’nın içinden anlatmaya çalıştım öyküyü. Ki şimdiye kadar daha dışarıdan ve bütün karakterlere eşit mesafeli bir tarzda yazıyordum, benim için bu projenin en değişik yönü bu.
Bir karaktere odaklanan ilk filminiz...
Evet ve bir de o karakteri oynuyorum. Sete mesela geliyordum, makyaj odasına girdiğim andan itibaren Rıza Şenyurt oluyordum. İlginç bir deneyim oldu aslında. Rıza’yken mesela bir asistan geldi, rejiyle ilgili bir şey sordu, gözlerime baktı, ben cevap vermiyorum. Dedi ki “Rıza mı oldunuz?” “Hıhı” dedim, “Pardon” dedi gitti. “Rıza mı oldunuz?” set şakasına dönüştü sonra.
“Hüzündüren” bir hikaye diyormuşsunuz buna...
Bizim filmlerimizde her an ne yapacağımız belli olmadığı için, genel seyirci her seferinde “Komik değilmiş” diyor. Demek istediği şu olsa gerek, komedi filmi değil. Ben komedi filmi yazmıyorum. Bu film, bir sahnenin komediyi de hüznü de aynı anda barındırdığı bir film. Adamı güldüğüne pişman ediyor, üzüldüğüne pişman ediyor. İzlemeden fazla tantana yapmayayım ama güldürürken hüzündüren ve hüzün tadının biraz daha öne çıktığı bir film oldu aslında.
Yılbaşı konulu başka film de yok bizde galiba...
Yok. Beni aslında bu tür hikayeler o yüzden çok yazmaya dürtüyor. Çünkü umursamıyoruz ya biz. Yılbaşıyla ilgili bir meselemiz var aslında bizim. Her yılbaşı geldiğinde aynı şeyleri konuşuyoruz, Diyanet bir açıklama yapıyor, falan filan. Ben filmi çektiğimiz mahallede bir ablaya sordum, “Siz” dedim “Yılbaşı kutluyor musunuz?” “Ne münasebet?” dedi. Yılbaşı kutlamayan bir Noel Baba, peşinden gittiğim şey o.
Bu filmde BKM Mutfak’çılar oynuyor. Nasıldı çıraklarınızla oynamak?
Başta bir çekingenlik oldu. Sonra ben bir toplantı yaptım çocuklarla, dedim ki “Biz bir sirkte çalışıyor olsaydık, beraber ipe çıkacaktık. Ve ben ters taklayla gelip senin elini tutacağım sırada ‘Hocam kusura bakmayın, ellerim biraz yağlı’ gibi bir şeye vaktimiz yok, düşeriz. Sette hepimiz oyuncuyuz, orada bir yönetmen var” dedim. Bunun için özel provalar yaptık ve çözdük. Ama ilk başta, mesela “Doğaçlama yaptırayım” diyorum, başka yerde susturamadığım adamlar burada tutuluyorlardı.
Sizin karşınızda tutuluyorlar yani...
Evet. Çünkü şöyle bir şey var, Rıza çok yumuşak bir adam, saf, naif bir herif. Ama ben ondan herif diye bahsedecek biriyim bir yandan da. Karşımda oynarken istediğim gibi oynamıyorsa biri, mesela Emre onu çok güzel anlatıyor, “Rıza’nın gözlerine bakıyordum, birdenbire hocanın gözleriyle karşılaşıyordum, anlıyordum ki ben istediği gibi oynamıyorum” diye. Ama Rıza olduğum zaman herkes çok mutluydu sette.
Senarist-yönetmen çatışması yaşıyor musunuz içinizde, yazdığınıza kıyamadığınız oluyor mu?
Tam tersi, fazla kıyıyorum. Çünkü bunlar başka adamlardır. Bir de hepimizi yöneten merkezi bir abi var, o söylüyor mesela; “Hunharca davrandın senaryoya” diyor, “Bunu başkası yazsaydı bunu yapabilir miydin? Ayrıca her değiştirdiğin şey doğru mu, iki sene çalışmışsın”... Ama onu da çekiyorum, montajcı lavuk artık baksın.
Montajı da siz yaptığınıza göre bayağı ciddi bir bölünme var içinizde...
Aslında böyle konuştuğumuz zaman öyle oluyor. Ama zaten film yapma meselesi bir multi iş. Bir sürü işten anlaman lazım. Dolayısıyla ben tam yerini buldum diye düşünüyorum.
“Kürt açılımından umutluyum, kaygım yok”
Kürt açılımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben umutluyum, bu işin çok olumlu olduğunu düşünen taraftayım. Hiçbir kaygım yok memleketin geleceğiyle ilgili. Başkanın, hükümetin hem kararlı tavrını çok beğeniyorum, hem de zarif de buluyorum tarzlarını. Her gün dua ediyorum ki bu süreç negatif yöne gitmesin. Burada özen göstermemiz gereken şey şu, halletmesi kolay bir meseleyi tartışmıyoruz. Karşıtımızı inciterek hiçbir yere varamayız. “Karşı çıkan ölümü istiyor, destekleyen yaşamı istiyor” gibi bir denklemin bize bir yararı yok. Ben bu ülkede kimsenin ölümü istediğini düşünmüyorum. Yeter ki biz bunu tartışabilelim, konuşabilelim.
İnsanlarda bunu desteklerken AKP yandaşı görünme kaygısı da var...
Bende yok. Bizim bundan kurtulmamız lazım işe, yandaşlık denen şey şudur: Ne olursa olsun, ne yaparlarsa yapsınlar ben oyumu veriyorum. Yo, ben beğenirsem oyumu veriyorum, sonraki sezon bakıyorum beğenmiyorum, oyumu başkasına veriyorum. Gerçekten telaş etmeye gerek yok, demokrasiye inandığımız sürece bizim bir problemimiz olmaz. Yanlış icraat yapana, her zaman sandıkta, benim gerçekten sağduyusuna şaşırdığım halkım karneyi veriyor.
Ben rahmetli Turgut Özal’a gösterilmeyen desteğin bu sefer Tayyip Erdoğan’a gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum. 10 yıl sonra pişman olmayalım, filmi bir de vizyondayken beğenelim, zararı yok.
“Şiirime gelen eleştirilere artık sinirlenmiyorum”
Bu arada şiir kitabınız da çıktı...
Benimle röportaj yapmak bir fuarda gezintiye benzer. Kitap meselesi şöyle oluyor: Bu işlerin arasında yayıncım İrfan arıyor beni, “Bizi unuttun” diye. Çok da titizim, hatta aşırı titizim, bakıyorum, bir daha bakıyorum, virgülün yerini değiştiriyorum, en sonunda “İrfan” dedim, “Bunu artık benden al, ben gıcıklıklarıma yeni baskılarda devam ederim.”
Ve “Sahiler Düş, Düşler Sahi” çıktı evet nihayet.
Şiirleriniz eleştirilince sinirleniyor musunuz?
Samimi olmak gerekirse, her insanın bir şeyi eleştirildiğinde sinirlendiği bir gerçektir. Ben de bir insanım. Ama şimdi sinirlenmiyorum, eskiden çok sinirlenirdim. “Kayıp Kentin Yakışıklısı”, oradaki “Yaşayabilme İhtimali” şiirinden ötürü çok fazla bir okur kitlesine ulaştı. Hangi şairin kitabında böyle bir popülarite olursa, o bu reaksiyonu alır. Onun için şen hatıralar diye bakıyorum, şimdi sinirlenmiyorum.
Hangisinde daha iddialısınız? Yazmak, yönetmek, oynamak...
Bütün bu yapılanlar içinde en büyük pay tabii yazarındır. Bir kere hangi projeyi çekeceğimize yazar karar veriyor. Ama senaryoyu yönetmen olarak aldığım andan itibaren tipim, ruhum, her şeyim değişiyor. Başkasının tekstiymiş gibi davranıyorum, zaten okurken de çocuklara “Bu başkasının bize gönderdiği bir teksttir, herkes aklına gelen her soruyu muhakkak sorsun” diyorum, “Hoca yazmış falan filan demeyin, yemeyeyim hocanızı” şeklinde.
“Oğlum şimdiden doğmuş sayılır”
İkinci defa baba oluyorsunuz yıllar sonra...
Evet, çok heyecanlıyız. Aslında şu anda hayatımızda artık. Bizimle iletişim kuruyor, bir filme gittik mesela, çok yüksek gürültü vardı, çıkın dedi buradan. Kapıları vurdu, çıktık. Aslında doğmuş sayılır.
Kızınız Berfin’le ilişkiniz nasıl?
Berfin benim çok iyi bir arkadaşım. Canım sıkıldığında arıyorum, gerçekten kızıma cevabını bilmediğim sorular soruyorum. Oğluma da öyle yapacağım, Allah izin verirse. Bazen tabii ne olursa olsun kızıma hatırlatıyorum, “Esasında babanım ya ben senin hani...” Ve aramızdaki sözleşme budur; “Bana bu hatırlatmayı yaptırtma.”
Oğlunuzla futbol oynama hayaliniz var mı?
Ben eski futbolcuyum. Futbol benim için mühimdir. Berfin de futbol hastası, ona öğrettim. Tabii aynı şeyi yeni godiğimize de yapacağız.
İsmi belli mi?
Belli de henüz söylemiyoruz. İsim işi bu, son dakikaya kadar bir şey geliyor aklına insanın, değiştiriyor. Ve ben o kadar hızlı fikir değiştiririm ki şaşırırsın. “E dün gözyaşlarıyla anlattın bu fikri?” “Tamam, gece düşündüm, şu yönü aksıyor”. Ben fikir söylerim ama kefil olmam. 20 sene önce söylediğim bazı şeyleri dinleseydin, “Bu adamın kafasında hiçbir tereddüt yok” diye düşünürdün, yoktu da. Ama şimdi bakıyorum, yanılmışım. Yapabileceğim tek şey samimiyetimi korumaktır, yoksa yanılmama garantisi veremem.