Alper Görmüş (Taraf, 3 Ağustos 2012)
Hamza Aktan’ın geçtiğimiz ay İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabı Kürt Vatandaş’ı anlatacağım bugün size...
Kitabın adına bakıp yanılmayın: Yeni anayasada vatandaşlık tanımının nasıl olması gerektiğine dair önerilerin bugünlerde sık sık gündeme gelmesinin de etkisiyle kitabın bir “vatandaşlık tartışması” olduğunu sanmayın... Aktan, daha kitabının başında uyarıyor okurları:
“Resmî düzeyde ‘Türk’ kabul edilen, vatandaşlığı da bu şarta bağlı olan Kürtler için ‘Kürt vatandaş’ demenin günümüzde hukuki ve siyasi bir geçerliliğinin olmadığı açık. Türkiye’deki varlığı yasal-anayasal metinler dikkate alındığında halen ‘de-facto’ bir durum olmayı sürdürdüğü için kitaptaki kullanımıyla ‘Kürt vatandaş’, resmiyette ‘Türk’ de olsa vatandaşlık pratiklerine sahip Kürt toplumunu ifade ediyor. Bu nedenle kitapta söz konusu edilen şey, bir vatandaşlık tartışması değil, sıradan Kürtlerin gündelik-toplumsal hallerine yapılmış bir göndermedir.”
Yani, tabir caizse teoriye değil pratiğe dair bir kitap bu... Kitabın alt başlıklarına baktığımızda, Aktan’ın derdinin ne olduğu daha iyi anlaşılıyor:
“Kürtler ve Anadilleri... Kürt Kentinde Kürtler... Türk Kentinde Kürtler... Siyasette Kürtler... Popüler Kültürde Kürtler... Türk Medyasında Kürtler... Yurtdışında Kürtler... Kürt Genci Olmak... Okulda Kürtler... İnternette Kürtler...”
Ben, okuduğum kitaplarda, yazarın asıl derdini anlattığını düşündüğüm cümleleri mutlaka işaretlerim... Bazı kitaplar ise beni, bunların arasından da bir seçme yapıp “en bi cümle”nin peşinde koşmaya kışkırtır. Bu kitapta da öyle oldu ve sonunda “işte bu” dediğim cümle, “Türk Medyasında Kürtler” bölümünün 9 numaralı dipnotunda çıktı karşıma:
“Kürtlük savunusu, vurgusu yapmadığı sürece sorunun olmadığı bir vatandaşlık hali, medya için de geçerlidir...”
Bu cümle bana bir kez daha Ümit Fırat’ın, “Kürtler bu ülkede bakan, başbakan olabiliyorlar, hatta cumhurbaşkanı da olabiliyorlar, daha ne?” mugalâtasına karşı geliştirdiği şahane cevabı hatırlattı.
“Doğru, Kürtler bu ülkede başbakan, cumhurbaşkanı olabilirler ama Kürt olamazlar!”
Aktan’ın kitabını okuyup bitirdiğinizde, bu ülkedeki Kürt sorununun; bir Kürt’ün, bir Türk’ün “Ben Türk’üm” derkenki tavrıyla “Ben Kürt’üm” diyememesi olduğunu anlıyorsunuz.
Kitap bir yandan bu durumun tarihsel, sosyolojik, kültürel vb. nedenlerini gündelik hayat pratikleri üzerinden izah etmeye çalışıyor, bir yandan da tablonun hangi nedenlerle ve nasıl değiştiğini ve değişmekte olduğunu anlatıyor.
Sakin, ajitasyona başvurmayan, mağduriyet edebiyatı yapmayan bir kitap bu ve belki de gücünü oradan alıyor.
Aktan, Kürt Vatandaş’ta bir halkı baskı altında tutup ona kimliğini unutturmanın “incelikli” yöntemlerinin de olduğunu hatırlatıyor ve münhasıran bunların Kürtler üzerinde nasıl uygulandığını anlatıyor.
Aktan’ın, Kürtler üzerinde Cumhuriyet tarihi boyunca uygulanan ve hiç kimsenin inkâr edemeyeceği maddi baskı ve işkenceleri değil de aynı sonucu almak üzere devreye sokulan daha “incelikli” yöntemleri öne çıkarması hiç kuşku yok ki bilinçli bir tercih... Ve bence çok da isabetli.
Çünkü kaba baskı ve işkencelerin öbür bütün meseleleri bastıracak bir tarzda vurgulanması, “zaman içinde bunların azaldığı”, böylece “Kürt sorununun çözümünde önemli mesafeler alındığı” yönünde sığ bir propagandanın kapısını aralıyor... Tıpkı, yoğun işkencelerden sonra kaba dayağın işkenceden sayılmaması gibi...
Oysa “Kürt vatandaş”ın derdi çok daha derinde ve Kürt Vatandaş’ı okumak, bir anlamda bu argümanın geçersizliğini de koyuyor ortaya...
Hamza Aktan’ın kitabının değerini çok arttıran bir noktaya da değinmeliyim: Kişisel hikâyeler... Onun sözleriyle “çoğu zaman makro meseleleri anlamakta kolaylık sağlayan” bu hikâyelere kitabın her yerinde rastlamak mümkün.
Ben de yazının bundan sonrasında, Aktan’ın kâh okuduğu kitaplardan derlediği kâh kendi yaptığı görüşmelere dayandırdığı kişisel hikâyelerden örnekler vererek, “Kürt vatandaş”ın derdinin ne olduğunu göstermeye çalışacağım...
• Yazar Edip Yüksel:
“Babam 40’larının sonuna kadar konuştuğu anadiline karşı sıkıyönetim ilan etmişti. (Çünkü Yüksel ailesi 1966’da Bitlis’ten İstanbul’a göç etmiştir, Edip Yüksel o sırada sekiz yaşındadır. A.G.) Anadilimizi konuşmamız yasaklandığında annem tek kelime Türkçe bilmiyordu. (...) Sonuç olarak ben Kürtçemi Türkçeyle değiştirdim. (...) Zavallı annem iki dilin bir karışımı olan yeni bir dil konuşmaya başladı; KüTürkçe. Bizden başka kimse anlamıyordu.”
• İstanbul’da yaşayan bir tekstil işçisi:
“Hep İstanbul en büyük Kürt kenti diyorlar ama alakası yok. Ben otobüste Kürtçe bir kelime ettiğimde sanki ilk kez duyuyorlarmış gibi bana bakıyorlar. Aralarında Kürtler de olabilir, ama kimse bu dilin kalabalık içinde konuşulmasına alışmadığı için hemen böyle bir tepki veriyor.”
• Eski milletvekili (1973) Mahmut Altunakar:
“Kütahya’ya varana kadar Kürt olduğumu bilmiyordum. Diyarbakır’dayken bize Kürt diyenlere taş atardık. Kütahya’ya geldik, bize Kürt demeye başladılar. ‘Kuyruğun nerde’ diye bizimle dalga geçiyorlardı. O zaman anladık ki köylülerimiz haklıymış, biz Kürt’tük.”
• Gültaç Mengüoğlu’nun çalışmasında görüştüğü Kürt kadınlarından Nermin:
“Biz ev Kürdüyüz, dışarıda iyi Türk gibi yaşaman ve Kürt olduğunu göstermemen gerekir. Dışarıda ben yokum ama evde varım.”
• Aynı çalışmadan, Sevgi:
“Oğlum Berf’e susmasını aşılamaya çalışıyorum. Okulda Kürtlüğünü belli etmemesini söylüyorum. Çok kızgınım kendime bu açıdan!”
• Gazeteci M.:
“Bir süre önüme gelen sayfalardaki milliyetçi ve yanlı ifadeleri elemeye çalıştım ancak ya sayfayı her seferinde geri çevirdiler ya da benden alıp başkasına verdiler. Ben de bu nedenle içinde Kürt geçen haberlerle ilgilenmemeye başladım. Ne onların başını ağrıtacak ne de beni sıkıntıya sokacak konulardaki sayfalarla ilgilendim, işte çevre haberleri, asayiş vs...”
• Halen bir televizyon kanalında editör olarak çalışan Y.:
“Eve gidiyorum, haberleri izliyoruz örneğin, babam çalıştığım kanala ‘bu kadar da olmaz’ cinsinden küfrediyor, isyan ediyor. Benzer tepkileri hemen tüm aile çevremden duyuyorum. Bir yandan popüler bir kanalda çalışmamdan memnunlar bir yandan da bu haberciliğe isyan ediyorlar. Ben de aynı çelişkiyi işten eve, evden işe giderken sürekli yaşıyorum.”
• Şırnaklı bir üniversite öğrencisi:
“Kendimi Yozgatlı, Kütahyalı, Çorumlu biri gibi Türkiyeli hissedemiyorum. Şöyle düşünelim; Çorumlu biri askere gider, samimi bir şekilde ‘vatanım için gidiyorum’ der ve istekli olur. Hepsi olmasa da çoğu öyle düşünür. Peki, ben ne için gideceğim? Sonuçta askere gittiğimde çatışacağım insanlar da akrabalarım, kardeşim olacak.”
• Askerliğini kısa dönem er olarak yapan üniversite mezunu:
“(...) Askere gitmek Mardin’de Kürtler arasında ideolojik olarak çok görünür oranda bir sorun değildir. İnsanlar askere gitmeyi Türk ordusuna katılmak olarak değil gündelik hayatın bir zorunluluğu olarak görüyor. İş, eğitim hayatını bölen, aksatan bir şey olduğu için mümkün mertebe erken yapılsın da, aradan çıksın denen bir zaman dilimi gibi. (...) Gerisi ‘ne olacak, askerlik işte’dir. Fakat benim ve yaşıtlarım gibi, militanlarla vakit geçirmiş, onların yaşadıklarını gözlemlemiş, çocukluğu OHAL döneminin şiddetli ortamında geçmiş biri için hem ideolojik hem duygusal anlamda gerçekleştirmesi çok zor bir durumdu. Kürt meselesinin diğer taraflarında olduğu gibi ya Kürt mücadelesine tam dâhil olup her şeyi göze alacaksın ya da kenarından yürüyüp sıradan hayatını sürdüreceksin. Ben her zaman ikincisini tercih etmiştim, Kürt meselesini, o yöndeki gelişmeleri takip ediyordum ama eğitimimi, sıradan ‘Türkiyeli’ halimi de sürdürüyordum. Askere gitmek de bu sıradanlığın bir devamıydı.
“Buna rağmen ne öncesi ne sonrası psikolojik olarak kolay olmadı. Askere gitmeme yakın bir dönem, hayatımda hiç ağlamadığım kadar ağladım. Yaptığımın kendi hayatıma, arkadaşlarıma, çocukluğumda imrendiğim gençlere bir ihanet olduğunu düşünüyordum. Babamın, akrabalarımın askerden çektikleri aklıma geliyor, o yapının bir parçası olmayı kabullenemiyordum. Bu duruma rağmen mecburen gittim. Batıda bir kente çıktı askerliğim. (...) Askerliğim bir Kürt kentine çıksaydı ne yapardım, hayal bile edemiyorum. Onun psikolojik ağırlığıyla nasıl baş ederdim, bilmiyorum açıkçası.”