Güney Amerika’nın neredeyse tüm ülkelerinde onun adına dikilmiş bir heykel ya da anıt bulunuyor… Türkiye de dahil (Ankara) dünyanın pek çok ülkesinde, neredeyse sayısız cadde, sokak, park ve meydan O’nun adını taşıyor… Güney Amerika’da yeni doğan bebekler, anne ve baba sözcüklerinden sonra ilk O’nun adını öğreniyor… Tüm ders kitapları O’nun adıyla başlıyor… O’nun resimlerinin basılı olduğu paralar elden ele dolaşıyor… Simón Bolívar’ı, Güney Amerika’nın tüm ülkelerinde, o ülkenin bir vatandaşı ve ‘kurtarıcısı’ sanmak olası… Orta ve Güney Amerika ile Karayipler’de “El Libertador” (Kurtarıcı) unvanıyla anılan ve tam adıyla, Simón José Antonio de la Santísima Trinidad Bolívar Palacios y Blanco, 23 Temmuz 1783’te Venezuela’nın Caracas kentinde doğdu. Aristokrat kökenli ailesi, 16’ncı yüzyılda İspanya’nın Bask bölgesinde küçük bir kasaba olan Puebla de Bolívar’dan (Bask dilinde Bolibar) Venezuela’ya göç etmişti. Küçük yaşta anne ve babasını kaybettikten sonra amcasının himayesinde özel öğretmenlerden ders aldı. 1795’te, amcasıyla yaşanan bir anlaşmazlığın ardından, aydınlanma felsefesinden etkilenmiş bir aydın olan ve öğretmenleri arasında onu en çok etkileyen Samuel Robinson takma adlı Simón Rodríguez’in velayeti altına girdi. Devriminin felsefesi 1799’da eğitimini tamamlamak üzere 16 yaşında İspanya’ya gitti. 1801’de soylu bir İspanyol ailesinden gelen María Teresa Rodríguez ile İspanya’da evlendi. Ancak eşi, 1803’te Venezuela’ya dönmelerinden hemen sonra sarı hummadan öldü. Bir yıl sonra Avrupa’ya döndü ve Paris’te Rodríguez’le tekrar karşılaştı. Rodríguez’in etkisiyle İngiliz filozoflar John Locke ve Thomas Hobbes ile Fransız filozof ve matematikçi Jean le Rond d"Alembert ve Claude A. Helvetius gibi usçu düşünürlerin yanı sıra Voltaire, Montesquieu ve J.J. Rousseau’nun yapıtlarını okudu. Bu süreçte İspanya’nın egemenliği altında bulunan Amerika’nın özgürlüğü düşüncesi kafasında iyice yer etti. 1805’te, bir Roma gezisi sırasında, Sacro Tepesi’nde Simón Rodríguez de yanında olduğu halde, “İspanyol Amerikası’nı özgürlüğüne kavuşturacağına, bunun için yaşamını ortaya koyacağına” dair ant içti. İki yıl sonra çeşitli kentleri dolaştıktan sonra Birleşik Devletler üzerinden Venezuela’ya döndü. 1808’de Napoleon Boneparte’ın İspanya’yı istilasıyla Güney Amerika’daki İspanyol otoritesinin zayıflaması sonucu Latin Amerika’nın bağımsızlık mücadelesi başladı. 1810’da yetkileri elinden alınan İspanyol vali Venezuela’dan sürüldü ve yönetimi bir cunta üstlendi. Simón Bolívar albaylığa yükseltildi ve diplomatik bir görevle Londra’ya gönderildi. Londra’da Latin Amerika’da “öncü” unvanıyla anılan, Avrupa ülkelerinde ise “Latin Amerika’nın kurtarıcısı” olarak görülen Francisco de Miranda ile karşılaştı. Miranda’yı Venezuela’ya dönerek bağımsızlık hareketinin başına geçme konusunda ikna etti ve bağımsızlık davasına önemli bir katkıda bulundu. 'El Libertador' unvanını aldı Venezuela’da, yeni bir anayasa taslağının hazırlandığı sıralarda, 5 Temmuz 1811’de bağımsızlık ilan edildi (Birinci Venezuela Cumhuriyeti). Albay Simón Bolívar’a ise stratejik önemi büyük bir liman olan Puerto Cabello’nun sorumluluğu verildi. Ancak subaylarından birinin ihaneti üzerine kale küçük çaplı bir savaştan sonra İspanyolların eline geçti. Bolívar ise gizlice ülke dışına çıkarak Nueva Granada’nın (bugünkü Kolombiya ve Panama) Cartagena kentine gitti. 1812’de, devrimci güçleri, Venezuela’daki İspanyol egemenliğini yok etmeye çağıran ünlü siyasal manifestosu ‘Cartegena Bildirisi’ni burada yayımladı. İspanyol Amerikası’nda doğmakta olan cumhuriyetler için güçlü yönetimlerin gerekliliğini savunan Bolívar ve ordusu İspanyolları altı meydan savaşında yenerek başkenti yeniden ele geçirdi. 6 Ağustos 1813’te Caracas’a giren Simón Bolívar’a aynı gün “El Libertador” (Kurtarıcı) ve “Orduların Genel Komutanı” unvanları verildi. Jameika'dan mektup İspanyollar ise tüm yenilgilerine karşın Venezuela sevdasında vazgeçmiyordu. Nitekim, disiplinsiz ama vahşice savaşan ‘llanero’ları (ovalı sığır çobanları) örgütleyerek Caracas’ı ele geçirdiler. Yenilgiye uğrayan Bolívar kıl payı ölümden kurtularak Jamaika’ya sürgüne gitti. Jamaika’da devrimci yaşamının en önemli belgesi olan ve Şili’den Arjantin’e ve Meksika’ya kadar asi kıtanın çarpıcı bir görünümünü belgeleyen ‘La Carta de Jamaica’yı (Jamaika’dan Mektup) yazdı. Mektupta, “Bizi İspanya ile birleştiren bağlar kopmuştur” diyen Bolívar, tüm İspanyol Amerikası için Britanya’yı örnek alan bir tür meşrutiyet öneriyordu. Buna göre ömür boyu görev yapacak seçilmiş devlet başkanlığı sistemi söz konusuydu. Uzun yıllar İspanyol saldırganlığıyla mücadele eden, savaş kaybeden, savaş kazanan Simón Bolívar, içinde bugün Venezuela, Ekvador, Kolombiya, Panama ve Peru’nun da bulunduğu, o günlerde ise ‘Büyük Kolombiya’ adıyla anılan bölgeyi sömürgecilerden tümüyle temizlemeyi başardı ve Büyük Kolombiya’nın devlet başkanı oldu. Tarih, 189 yıl önce bugün, yani 17 Aralık 1819 idi… 1825’te ise Büyük Kolombiya’daki Peru’nun güneyi Bolivya olarak ayrıldı ve 20’nci yüzyılın en önemli siyasal belgelerinden biri olarak kabul edilen Bolivya’nın ilk anayasası bizzat Simón Bolívar tarafından yazıldı. 'Asla mutlu olmayacağız asla' Bolívar’ın en büyük düşü ise tüm Güney Amerika ülkelerini bir araya getirecek bir ‘Birlik’ oluşturmaktı. Düşünü, 1826’da Panama’da düzenlenen bir konferansta dile getirecek ama katılımcılar tarafından pek kabul görmeyecekti. Bununla birlikte, birkaç yıl içinde Güney Amerika’da birbirine ardına bugünkü bağımsız ülkeler ortaya çıktı. Ama bu durum, daha çok uzun yıllar Güney Amerika halklarının, yüzyıllardır çektikleri acıların dinmesini değil, yalnızca yüzlerce yıllık acının ve zulmün yeni bir görünüme bürünmesini sağlayacaktı. Zira, bağımsızlık bayraklarının dalgalandığı topraklarda yüzyılların tutsaklığının yerini bu kez gündelik sefalet alacaktı. Toprak sahipleri ve tüccarlar yeni düzende servetlerine servet katarken, halk kitlelerinin yoksulluğu da giderek artacaktı. Yeni ülkeler, insanları ve doğal kaynaklarıyla daha ilk günlerden, önce Britanyalı sanayici ve tüccarların sonra Birleşik Devletler’in hizmetine girecekti. Simón Bolívar ise, tüm bunlar gerçekleşmeden yıllar önce şöyle demişti: “Asla mutlu olamayacağız, asla!..” Bolivar dünyaya veda ederken Güçlerini birleştirmek yerine ayrı ayrı bağımsız devletler olmanın (çok daha sonraları, 20’nci yüzyılda birbiri ardına ortaya çıkarılan faşist diktatörlüklerin) bedelinin ağır bir şekilde ödeneceğini iyi bilen Bolívar, düşünü gerçekleştirememenin hayal kırıklığıyla (kimilerine göre üzüntüsünden) 17 Aralık 1830’da 47 yaşında veremden dünyaya veda ederken, Meksika’da Emiliano Zapata ve Pancho Villa tarihin en büyük silahlı köylü isyanını henüz başlatmamışlardı. Küba’da Fidel’li, Che’li, Camilo’lu devrimci güçler henüz Granma teknesine binmemiş ve Sierra Maestralar’a tırmanmamıştı… Nikaragua’da Augusto César Sandino’nun torunları Sandinistler faşist Somoza iktidarına karşı silahlı mücadeleye henüz başlamamıştı. Uruguay’da İnka İmparatoru Túpac Amaru’nun büyük büyük torunları Tupamaro gerillaları henüz ‘estetize edilmiş şiddet’e başvurmamıştı… Peru’da Aydınlık Yol, Meksika’da Zapatist Ulusal Kurtuluş Ordusu (EZLN), El Salvador’da Farabundo Martí Ulusal Kurtuluş Cephesi (FMLN), Kolombiya’da Silahlı Devrimci Birlikler (FARC) henüz kurulmamıştı. Şili’de Victor Jara, Arjantin’de Mercedes Sosa, henüz en güzel şarkılarını söylememiş; Meksika’da Frida ve Diego en güzel resimlerini henüz çizmemiş; Guatemala’da Rigoberta Menchú Nobel Barış Ödülü’nü henüz almamıştı… Arjantin’de Jorge Luis Borges en güzel öykülerini, Şili’de Pablo Neruda en güzel şiirlerini henüz yazmamıştı... Kuzey Amerika’daki kan dökücü emperyalist şeytani ‘imparatorluk’ ise 20’nci yüzyılın son günlerinde ve 21’inci yüzyılın ilk günlerinde ‘arka bahçesi’ diye bellediği ‘ön bahçemiz’de başına neler geleceğini bilmiyordu.(Cem Çobanlı, Birgün)