Leyla İpekçi: Abdi İpekçi'nin bayrağını haysiyetinizle mi devraldınız

Leyla İpekçi: Abdi İpekçi'nin bayrağını haysiyetinizle mi devraldınız

T24 - Hürriyet gazetesi yazarı ve Oda TV'nin sahibi Soner Yalçın'ın cezaevine götürülürken "Biz bu bayrağı İpekçi'den, Mumcu'dan devraldık" sözlerine Abdi İpekçi'nin yeğeni Leyla İpekçi Taraf gazetesindeki köşesinden sert tepki gösterdi.

Leyla İpekçi'nin Taraf gazetesinde "Bayrağı İpekçi’den haysiyetinizle mi devraldınız" başlığıyla yayımlanan (22 Şubat 2011) yazısı şöyle:

Bayrağı İpekçi’den haysiyetinizle mi devraldınız

Abdi İpekçi’nin katledilmesini, onun kökenine bağlayarak meşru gösterilmesine hizmet eden Soner Yalçın, cezaevine götürülürken “Biz bu bayrağı İpekçi’den, Mumcu’dan devraldık” dedi.

Buyurun! Maktule soramıyoruz tabii, “Bayrağı Yalçın’a devrettin mi” diye. Ama maktulün masumiyet hakkını elinden alan birine vereceği bir bayrağı var mıydı diye en azından soralım kendi kendimize...

Bu mevzuda daha önce yazdığım onlarca yazıdan birini daha yazmak, vicdani bir sorumluluk arzediyor şimdi. Tabii, bazı gazetecilerin –bazı paşalar gibi- sorgusuzca masum ilan edildiği bir ülkede, amacım Anıtkabir’e yürüyerek hukuku etkilemek filan değil.

Yalçın’ın defalarca yaptığı gibi iftira atıp, ardından “Ben sadece iddiaları alt alta sıralıyorum” diyerek kimseyi ortam bulandırıp hedef gösterme peşinde de değilim.

Aklansa da, aklanmasa da... Her birimizin insan olma serüveninde eğer başkalarının hayatını, onurunu, yaşama hakkını çiğneyen bir davranış varsa, insan kalmak adına bunun vicdanlarda sorgulanabilmesinin bir yükümlülük olduğunu hatırlatmak istiyorum sadece. Adalet için. Hele ki maktullerin masumiyet ve yaşama hakkı sözkonusuysa.

 2003’lerden beri biliyoruz: Bu ülkede Abdi İpekçi demek, Sabetayist demek. Başka isim saymanız, hatırlamanız gerekmez. Sadece Abdi İpekçi deseniz yeterli. Gerisi Soner Yalçınların, Yalçın Küçüklerin hayata geçirilmiş projesi.

Sorsanız, ne muhafazakârı bilir Abdi’nin ne yaptığını, ne solcusu. Ama Sabetaycı dendiğinde hemen onun adını zikrederler! Çoktan içselleştirilmiş bir gerçektir bu. Normal, sıradan bir vakıa olmuştur. Onun katledilmesi çok da vahim bir şey değildir artık.

Hayatında Sabetaycılık üzerine ne bir duruşu ne bir yaşantısı ne de bir mücadelesi olmuştur Abdi İpekçi’nin. Ama bizzat bayrağı İpekçi’den devraldığını söyleyen araştırmacı gazeteci onu Sabetaycı olarak anar, durmaksızın.

Sabetaycı dediği kişiler üzerinde büyük bir şaibe yaratarak, uydurma hikâyelerle halkta düşmanlık, kin ve öfke yaratan tuğla gibi kitaplar yazar, yayınlar yapar, durmaksızın.

Ve kitleler İpekçi’nin tetikçisinin ardındaki azmettiricilerini ve devletle ilişkilerini artık düşünemez olurlar. 80 öncesi sağ-sol kutuplaşmasına tüm sermayesini yatıranlara inat, Abdi’nin kendisi sol görüşlü olmasına rağmen gazetesinde sağcıların görüşlerine yer verdiği için, bizzat solcular tarafından eleştirildiğini kimse bilmez, bilmek istemez.

Bu ülkenin gerçek suçluları, ‘katledilmiş Abdi İpekçiler’, Dinkler gibi günah keçileri sayesinde örgütlü biçimde saklanır. Koltuklarında daha derine yerleşirler, ittifak içinde. Hiçbirinin gıkı çıkmaz atılan iftiraları duydukça... Dönem, iliklerimize dek yaşadığımız Ergenekon dönemiydi. Orhan Pamuk, Patrik Bartholomeos, Hrant Dink, Alevi liderleri tehdit alıyordu. (Sonradan suikast krokileri de ortaya çıkacaktı), gençler rahip öldürmeye ve ‘Türklük adına’ öldürme yemini ettiren ‘Atatürkçü’ derneklere katılmaya, yabancıları ülkeden kovma kıvama getirilmişlerdi çoktan.

Onlar artık “racon değil, kelle kesmeye” düzmece kitap ve sloganlarla (bkz. Ergün Poyraz) hazırlandılar. “Bir Ermeni vurdum” diye onurla haykırdı tetikçilerden biri. Türk Bayrağı önünde poz verdirdiler ona. Ergenekon’un, Balyoz’un ortam olgunlaştırma planları işte böyle bir bir gerçekleştiriliyordu. Tıpkı 12 Eylül, 6-7 Eylül, 12 Mart, 28 Şubat dönemlerinde olduğu gibi...

Mecidiyeköy’de patlamak üzere bulunan cephane, Fatih Camii’ne konulacak bomba patlasaydı, planlarda adı geçen, fişlenen Kürt aydınlarıyla, Ermeni aydınları katledilseydi... Sonunda da ‘Balyoz’ inseydi üzerimize... Adalet için haykıranlar bugünün sanıkları gibi ‘kibarca’ yargılanmayacaktı maalesef. Onları ne parti liderleri ne de Genelkurmay başkanları ziyaret edecekti. Tabii bugünün Yalçınları da artık kendilerine muhalif demeye devam ederler miydi, yorum yapmıyorum. Sorularımı alt alta sıralıyorum sadece!Kılıçdaroğlu’nun Ergenekon’u gökte aradığı ‘örgütlü bir naiflik’ karşısında bizler Ergenekon’u iliklerimize dek yaşadık, evet. Hâlâ da yaşıyoruz yer yer. Soner Yalçın’ın kitapları ve yazıları üzerine yıllar içersinde defalarca yazdım. Birbirinden değişik mecralarda haykırdım.

Belli bir kökenden gelen herkesi aynı kalıba koyan, aynı ideolojiye, aynı inanca yerleştiren, hepsini tek tornadan çıkmış gibi ülkenin başına gelen tüm belalardan sorumlu tutan yaklaşımını ‘araştırmacı gazetecilik’in neresine oturttuğunu defalarca sorguladım. Bunu yaparken, onun kullandığı gibi hedef gösteren, iftira atan üslubu benimsemedim.

Bugüne dek nefret suçları ve kitlelere hedef gösterme suçu işleyen gazeteciler hakkında gazeteci dernekleri bir kınama yayınladı mı bilmiyorum. Ben rastlamadım.

Ergenekon’u havada arayanlar ise suçsuz gazetecilerin hakkı için hayır, hiçbir zaman vicdanlarını kıpırdatmadılar. Ne Nokta Dergisi basıldığında gazetecilik haklarından dem vurdular. Ne Kürt mevzuunda yazıp çizerlerin yıllarca düşünce suçundan içerde yatmaları karşısında insan haklarından dem vurdular. Örnekleri çoğaltsak, yer kalmaz yazmaya.

Ben size tersinden bir örnek vereceğim. (Cumaya.. )